Hakikat İçin Laiklik
Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur.
Bakî olan cân güneşi
Öyle bir güneştir ki asla gurub etmez.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
Türk’ün ve Türklüğün izinin bu dünyadan silinmesinin kıyısına gelindiği bir çağda; hem, diz çöktürülerek yok olmakta olan bir milletin onurunu kurtaran hem de dünya tarihinin seyrini değiştiren bir garibin[[1]], bendenize göre garipler garibinin ölüm yıldönümünde O’nu anıyor ve anlamaya çalışıyoruz. Çalışıyoruz ve daha da çok çalışmalıyız çünkü O, ilim ve irfanla garip olmuş, kemâl mertebesine erişmiş bir can güneşi. Cehaletin diz boyu olduğu zamanda âlim olan, belki de gaybî sırlara vakıf olmuş, ilmini Milletinin ve tüm insanlığın hizmetine sunmuş, sadece ilmini değil ömrünü gurbette aşk ile bağımsızlık için vakfetmiş, söylem değil eylem adamı bir lider. Belki de Belçikalı düşünür Daniel Dumoulin’in dediği gibi, Atatürk’ü Allah’a, geri kalan her şeyi de O’na borçluyuz. Borçlu olma bilinci beraberinde idrak etme, gereğini yapma ve hakkını verme edim yükümlülüğü yüklemekte her birimize ve ben üç çocuk annesi bir hukukçu-akademisyen olarak O’ndan öyle çok besleniyorum ki; hem karakter gelişimimde, hem de kariyer gelişimimde O benim her zaman rehberim.
O’nu kendine rehber almak isteyen bir kimseye öyle zengin bir miras bırakmış ki; okudukça ve okuduklarımızdan pay çıkardıkça bunu daha net görebiliyoruz. Görmek isteyen, Turgut Uyar’ın şiirindeki gibi bir duygu seline gark olur elinde olmadan:
“…
ey dünya kuşkusu gözleri maden sana
görkemli bir kente bakar gibi bakarım
bağışla”
Bakmakla görmek aynı şey midir? O bunu ne güzel ortaya koyar bir gün; Nuri CONKER, arkadaşı Ahmet Refik Bey’e Ata’nın huzurunda sert bir şaka yaptığında. Ata’nın huzuruna gecikmeden çıkabilmek için sakal tıraşı olamayan Ahmet Refik Bey için Nuri CONKER Gazi’ye yönelip; “Paşa, çenesindeki şu bir karış sakala bak.” der. Atatürk ise Conker’e cevap vermez, Ahmet Refik Bey’e dönerek “Beyefendi, siz CONKER’e bakmayınız. O insanın başındaki kütüphaneyi görmez de çenesindeki sakalı görür.” der.
Bugün artık bakmaktan, duymaktan, hissetmekten öteye geçmek vakti çoktan gelmiştir, geçmektedir. Nazım Hikmet’in şiirinde cesaret edene ne de güzel cevher vardır:
“…Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey
Dünyanın en güzel sesinden, en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey
Fakat artık ümit yetmiyor bana
Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum…”
Atatürk; milleti hep şarkılarla, türkülerle mutlu olsun isteyen bir halk adamıydı. Onun neşeli ve şakacı kişiliği, yakınında bulunanlarca her zaman ifade edilmiştir. Halkının da neşe içinde yaşaması en büyük hayallerinden biriydi. Belki de o sebeple, kendisine uluslararası alanda layık görülen ödüllerden tek kabul ettiği “Türk milletine neşe içinde yaşama yolunu açtığı ve rehberlik ettiği için …” takdim edilen Mark Twain Cemiyetinin nişanıydı. Atatürk’ün çokça dillendirilen sözlerinin yanı sıra şu sözünü de bu vesileyle hatırlayalım:
“Milletler gam ve keder bilmemelidir. Şeflerin vazifesi hayatı neşe ve şevkle karşılamak hususunda milletlerine yol göstermektir…”
Yine bir başka sözü O’nun ne kadar umut dolu, motivasyonu ve otokontrolü yüksek bir insan olduğunu gözler önüne serer: “Ben hayatımın hiçbir anında karamsarlık nedir tanımadım.”
Biliyoruz ki Atatürk, tarih bilgisi çok derin, bu bilgisini de askeri dehasıyla birleştirmiş bir siyaset ve diplomasi uzmanıydı. Kurtuluş Savaşı sonrasında, Yunan Ordusunu denize döktükten sonra “Hektor’un öcünü aldık!” derken; hem Hektor’un tarihte temsil ettiği yüksek insanlık ideallerine sahip çıktığını, hem de Fatih Sultan Mehmet’in “İstanbul’u fethederek Hektor’un öcünü aldım.” sözünü hatırlatmış, bu vesileyle takip ettiği yolu, tarih ve jeopolitik bilgisiyle zekice ortaya koymuştur.
Muhtemelen meşhur komutan Hannibal’in sözü de kulağına küpe olmuştu: “Ya bir yol bulacağız, ya bir yol yapacağız.” Hemen hatırlayalım: 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktıktan sonra otomobille Havza’ya geçerken yolda kaldıklarında, kendisine eşlik eden arkadaşları Kazım DİRİK ve Refik SAYDAM yapacak işin otomobilden inmek ve beklemek olduğunu düşünüp öyle yapmışlar, bir kenara çekilip sabırla beklemeye başlamışlardı. O ise Havza’ya gidebilmek için yeni bir vasıta bulmanın zorunlu olduğuna kanaat etmiş, gülerek neşe içinde arkadaşlarını en yakın köye kadar yürümeye ikna etmişti. Ve hep beraber yola çıktıklarında arkadaşlarına “Size yorulmamanız için bir çare tavsiye edeceğim. Dağ başını duan almış marşını biliyor musunuz?” demişti. Arkadaşlarının orada ilk defa varlığını duydukları bu marşı kendi dinç ve gür sesiyle söylemeye başlamıştı:
“Dağ başını duman almış
Gümüş dere durmaz akar
Güneş ufuktan şimdi doğar
Yürüyelim arkadaşlar”
Hannibal, askeri dehasına rağmen, muharebe meydanlarında kazandığı başarıları doğru bir strateji ve diplomasi sanatıyla birleştirerek Roma’yı diz çöktürecek bir olgunluğa dönüştüremediği için Süvari Birliği Komutanı Maharbal’in şu sözüne muhatap olmuştu: “Hannibal, galip gelmeyi biliyorsun, ama zaferini nasıl kullanacağını bilmiyorsun.” Ve benim küçücük aklım zannediyor ki; Atatürk, tarihe mâl olmuş bu sözden de kendi payına düşeni almıştı. Kurtuluş zaferini aydınlanma zaferiyle taçlandırmalıydı. Halkının neşe ve şevkle yaşamasının teminatı buydu. İşte aydınlanmanın temelinde, hem devlet yönetiminde vazgeçilmez bir ilke, hem de bir siyasal kültür değeri olarak laiklik ilkesi yer almalıydı.
Laiklikle ilgili daha önce akademik düzeyde yazdığım bir yazı mevcut iken, tekrara düşmemek için bu ilkenin hukuki anlamda tarihsel gelişiminden bahsetmeye gerek duymuyorum. Bu yazıda vurgulamak istediğim husus, laikliğin kurumsal değerinden ziyade Atatürk’ün hayalindeki tam bağımsız ülkesi ve neşe içindeki milleti için değeri. Walt Disney’in dediği gibi; her şey bir hayalle başlar. Atatürk kendi konfor alanı için değil, ülkesi ve milleti için hayaller kurmuş ve bu hayallerinin peşinden gitmiş bir insandı. Yaşadığı dönemin adamı olmayı değil, yarınların adamı olmayı tercih etti. O’nun tarihe mal olmasını sağlayan ve diğer siyasi ve askeri liderlerden ayıran özelliklerinden birisi de işte kazandığı zaferlerin sürekliliğini temin etme çabası ve gayretiydi. O’nun hayalini yarınların ufku süslüyordu. Alman Mareşal’in, İstanbul’dan ayrılırken, şahsına hediye olarak ufak ve zarif sandıklar içinde gönderdiği altınları reddederken de kendi kendine şu soruyu sormuştu: “Kemal, bugünün adamı mı olmak istersin, yoksa yarının adamı mı?”
Atatürk’ün şu sözü laiklikle ilgili olarak çok temel bir anlayışın ve tecrübenin ifadesidir: “Halkın saflığından istifade ederek milletin maneviyatına musallat olan kimseler ve onların takipçileri ve müritleri elbette ki birtakım cahillerden ibarettir. Bunlar Türk Milleti için yüz karası teşkil edecek vaziyetlerin belirlenmesinde daima etken olmuşlardır. Türk Milleti’nin bunlardan daha büyük düşmanı olmamıştır. Millete anlatmalıdır ki; bunların millet bünyesinde yaptıkları tahribatı hissetmek lazımdır. Bunların mevcudiyetini müsamaha ile telakki edenler Menemen’de Kubilay’ın başı kesilirken kayıtsızca seyretmeye tahammül ve hatta alkışlamaya cesaret edenle birdir.”
Ve biz biliyoruz ki Atatürk, Kur’an kurslarında Allah’ın ne dediğini değil, Kur’an’ın nasıl okunduğunu öğrenen, anlayan değil sadece ezber yapan-yaptırılan ve kandırılan, o yüzden de yüzlerce yıl Allah kelamına aykırı olduğu halde düşünme-sorgulama gibi zihin eylemlerinden uzak kalıp özgürlük bilincini kaybeden Milleti için dertlenip Elmalılı M. Hamdi Yazır’a Kur’an-ı Kerim’i Türkçe’ye çevirtmiştir. Ve yine biliyoruz ki; laiklik çok eski bir Türk devlet yönetimi ilkesidir. Ve Atatürk Türklük bilinci ve tarihini, Milleti yeniden fark edip öğrensin, yeni nesiller takip etsin diye Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumunu kurmuş, sağlığında ilk Türk Dil Kurultayı’nı toplamıştır.
“Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre inanmak, seçtiği bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz.”
“Din ve mezhep, herkesin kendi vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi ne bir din, ne de bir mezhep kabulüne zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz.”
“Biz, din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmıyoruz. Millet ve devlet işlerinin kabesi milli egemenliğin belirdiği Büyük Millet Meclisidir. Din işlerinin mihrabı ise insanların şahıslarının vicdanlarıdır.”
Bu sözleri üzerine diyebiliriz ki; laiklik, Atatürk’ün zihin dünyasında insanların özgürlük bilincinin gelişimi için gerekliydi. Özgürce düşünemeyen, sorgulamayan, özgürce inanıp ibadet edemeyen insanların devleti nasıl özgür ve bağımsız bir devlet olabilirdi? İnanç ve ibadet özgürlüğü bu nedenle insanların kendi konuştuğu, anladığı dilde mümkün ve devlet güvencesinde olmalı, devleti yönetenler kimsenin inancına ve ibadetine karışmamalı, dini inançları sebebiyle her ne suretle olursa olsun kamu hizmetlerinde bir ayrıcalık ya da ayrımcılığa gerekçe olarak sunmamalıydı. Bu anlamıyla laiklik 1937’de nihai olarak hukukileşmiş olsa da; “de jure” aşamasından evvel “de facto” olarak Atatürk’ün kurduğu Türk Devleti’nde yönetim anlayışında mündemiçti. O nedenle kolaylıkla diyebiliriz ki, bu ilkenin kurumsallaşması ihdasi değil, izhari niteliktedir. Ve bu yazıyı Atatürk’ün kendi şiiriyle tamamlayalım. Laikliği O’nun hakikat arayışında bulalım…
Hakikat
Gafil, hangi üç asır, hangi on asır?
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarihler söylememiş bunu
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,
Dinleyin sesini doğan tarihin,
Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak
Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin.
Asya’nın ortasında Oğuz oğulları,
Avrupa’nın Alplerinde Oğuz torunları
Doğudan çıkan biz, Batıdan yine biz
Nerede olsa, ne olsa kendimizi biliriz.
Türk sadece bir milletin adı değil,
Türk bütün adamların birliğidir.
Hep insanlar kendilerini bilseler
Bilinir o zaman ki, hep biliriz.
Ey birbirlerine diş bileyen yığınlar,
Ey yığın yığın insan gafletleri
Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,
Dünya o zaman görecek hakikat nerede,
Hakikat nerede!
* Atatürk bu şiiri 1932 yılında İsmail Habib Sevük’e dikte ettirmiştir. Kaynak: Hacı Angı, Çocuk Gözüyle Atatürk, 4. Baskı, Angı Yayınları
Kaynakça:
AKSOY, Muammer, Atatürk’ün Laik Hukuk Devleti, Türk Hukuk Kurumu, 2010.
AYDEMİR, Şevket Süreyya, Tek Adam Mustafa Kemal, Remzi Kitabevi.
KALIPÇI, İlknur GÜNTÜRKÜN, Esprileri ile İçimizden Biri Atatürk.
POLAT, Soner, Türkiye İçin Jeopolitik Rota, Kaynak Yayınları.
UNSAL, Hüsamettin, Lâiklik ve Atatürk’ün Lâiklik Politikası, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-15/laiklik-ve-ataturkun-laiklik-politikasi
[1] Tasavvufta ‘garip’ sözünün karşılığı olarak kullanılmıştır.
- NE ETTÜK ETTÜK… - 6 Haziran 2020
- TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN AÇILIŞININ 100. YILINDA MİLLİ EGEMENLİK İÇİN MİLLİ BİRLİK VE BERABERLİK - 23 Nisan 2020
- KORONOVİRÜS (COVİD – 19) SALGINIYLA MÜCADELENİN ANAYASAL ÇERÇEVEDE KISA BİR DEĞERLENDİRMESİ - 22 Mart 2020
- LOZAN ANTLAŞMASI’NIN HUKUKİ DEĞERİ VE ATATÜRK İLE İSMET İNÖNÜ ARASINDAKİ GÖNÜL BAĞININ TELGRAFLARDAKİ İZDÜŞÜMÜ - 23 Temmuz 2019
- YENİ ASKERLİK YASASINA DAİR HUKUKİ BİR DEĞERLENDİRME - 2 Temmuz 2019
- ATATÜRK VE LAİKLİK - 12 Kasım 2018
- TÜRK HUKUKUNDA LAİKLİK - 5 Temmuz 2018
- KÜÇÜK PRENSİN DEMOKRATİK SORULARI - 22 Haziran 2018
- CUMHURİYET İÇİN KATILIMCI DEMOKRASİ - 23 Mayıs 2018
- İNSAN HAKLARI, DEMOKRASİ VE GÖNÜLLÜLÜK - 9 Ocak 2018