…
NE ETTÜK ETTÜK…
Merhabalar,
Salgın hastalığın tüm dünyayı sardığı ve insanları sosyal hayatlarının normal akışından alıkoyduğu bir dönemde alışık olmadığımız bir bayram yaşıyoruz. Aile büyüklerimizle, dost ve akrabalarımızla, sık sık her türlü melanetin faturasını kestiğimiz teknolojinin bizlere sunduğu imkânlar sayesinde görüntülü veya sesli aramalarla görüşüp halleştik, olabildiğince özlem giderdik. Bir bayram yazısı yazmak üzere klavyenin başına geçince; aklımız salgın nedeniyle bir araya gelemediğimiz Eskişehir’deki geniş ailemizde kaldığından olsa gerek, bir Eskişehir gelini olarak her yıl tatillerde gezip dolaşıp tarihini, kültürünü öğrendikçe daha çok sevdiğim Eskişehir anıları canlandı gözümde.
Eskişehirliler ve orayı bir vesileyle gidip görenler bilirler; şehir merkezinde tarihi Odunpazarı Evleri bölgesinde Büyükşehir Belediyesinin gerçekleştirdiği pek çok değerli kamu hizmetlerinden birisi olan Kent Belleği Müzesi bulunur. Müzenin bir bölümü sözlü tarih röportajlarına ayrılmış, alanında çok değerli uzman ve bilim insanlarının anlatımları video kayıtlarıyla ziyaretçilerinin ilgi ve bilgisine sunulmuştur. Bir tam günümü orada bu röportajları tek tek izleyerek geçirmiştim. Beni en çok etkileyen röportajlardan birisi de Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen’in Kalabak Suyu tarihini anılarla anlattığı kısım olmuştur. Olay özetle şu şekilde gelişir:
Atatürk trenle İstanbul’a giderken bir gün Eskişehir’e uğrar. Dönemin Belediye başkanı (Şarbay) Atatürk’e bir bardak su ikram eder. Atatürk kendisine ikram edilen bu suyun Türkmen Dağının kuzey yamacından kendisi için özel getirildiğini fakat şehir halkının bu sudan mahrum olduğunu öğrenince Şarbay’a talimat ve bir yıl süre verir: Kalabak suyu Eskişehir halkının hizmetine sunulacaktır. Şarbay ve şehrin ileri gelenleri bu hizmetin idamesi ve finansmanı için el ele verirler, bu su dağdan pik borularla şehir merkezine ulaştırılır. Gün gelir, törenle açılış yapılacaktır. Şarbay güzel bir konuşma metni hazırlar ve kâğıdı cebine koyar. Arkadaşları Şarbay’a bir şaka yaparlar ve konuşma kâğıdını cebinden alıverirler. Şarbay kürsüye geldiğinde elini cebine atar, kâğıdı bulamaz, diğer ceplerini de yoklar fakat kâğıt yoktur. Heyecanla aklında ne kaldıysa onları söyler:
“..Ete zam ettük, elektiriğe zam ettük, gaza zam ettük, ekmeğe zam ettük … ne ettük ettük, kalabak suyu Eskişehir’e gettük…” der.
Peki, bu hatıra bizler için bugün ne ifade etmektedir?
Salgınla mücadelede sağlığa ilişkin hususların dışında en çok konuşulan ve siyasi liderlerce her hitaplarında dile getirilen husus; bundan sonra dünyada hiçbir şeyin aynı olmayacağıdır. Şimdiden başta sağlık sistemleri ve ekonomi olmak üzere pek çok faaliyet ve hizmet alanını etkileyen bu salgın hastalık; dünyada bireyden topluma, toplumdan halklara, ekonomiden siyasete, psikolojiden sosyolojiye, inanç ve ibadet tarzlarından mimariye dek çok geniş bir alanda insanlığı etkileyeceği kanısı oluşturmuştur. Her geçen gün artan ve yayılan ölümcül etkisiyle de devletlerin kendi ulusal meseleleri olmaktan çıkmış, bu sorunla mücadele uluslararası hatta uluslar üstü sayılabilecek bir yönetim anlayışını ve beraberinde bu konuda uluslararası işbirliği, dayanışma ve yardımlaşmayı gerekli kılmıştır. Tüm bu etkileri ise ‘bundan sonra hiçbir şey aynı olmayacak’ söylemi ekseninde küreselleşme ve ulus devletlerin geleceği ile ilgili farklı bir tartışmayı beraberinde getirmiştir.
Hürriyet (özgürlük) ve eşitlik kavramlarından temel alan ve her insanın sırf insan olduğu için doğuştan sahip olduğu, bu nedenle de devlet güvencesine bağlı oldukları kabul edilen insan hakları; 2. Dünya Savaşı ertesinde Birleşmiş Milletlerin kurulması ile birlikte uluslararası bir düzeye erişmiş, bunun bir sonucu olarak da her devletin bir iç meselesi olmaktan çıktıkça araçsallaştırılması gündeme gelmiştir. Modern devletin oluşum sürecinin bir ürünü olan insan hakları bu anlamda küreselleşmenin etkisiyle birlikte ulus devletleri ortadan kaldırmanın bir aracı olarak kullanılmaya ve suiistimal edilmeye başlanmıştır. (İnsan haklarının araçsallaştırılması, insan haklarının gerçekleşmesinin bir amaç olmaktan çıkarılarak, küreselleşmenin bir etkisi olarak ulus devletler üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılmasını ifade eder.) Uluslararası mali kurumların az gelişmiş ülkelere uyguladıkları ve önerdikleri ekonomik programların en önemli bileşenlerinin insan haklarının oluşturulması -geliştirilmesi olduğu halde, bu bileşenlerin asıl olarak uluslararası sermayenin güvenliğini sağlamayı amaçlaması insan haklarının araçsallaştırıldığına bir örnek teşkil eder. Bir başka örnek de; ulus devletlerin çözülmesine yol açabilecek şekilde ulusal azınlıklara ilişkin faydacı – kayırıcı bir politika izlenmesi, böylelikle ulus devletlerin çözülmesinin hızlandırılmasının beklenmesi olarak söylenebilir.
Küreselleşmenin etkilerinin yerelleşme olarak ortaya çıktığı günümüzde karşı karşıya kalınan sorunların; ağır güvenlik tehditleri, terör, radikalleşme ve politik istikrarsızlık olarak çeşitli boyutlara taşınarak ulus devlet yapılarının tartışılmasına ve çözülmesine zemin hazırladığı bir dönemden geçiyoruz. Dünya barışı ve insan haklarının korunması açısından ayrı bir önemi bulunan bu sürecin hukuk devleti, anayasal devlet, demokrasi gibi insanlık birikimini de tehdit ettiği, özellikle hukuk devleti mekanizmalarına onarılması ağır yaralar açtığı görülmektedir. Artık çoğu ülke, olağan yönetim usullerini – geçici bile olsa – bırakarak olağanüstü hal uygulamalarını hayata geçirmektedir. Bu durum; olağanüstü hal uygulama ve mekanizmalarının egemenlik, otorite ve meşruiyet kavramları açısından değerlendirilmesini ve tartışılmasını gerektirmektedir.
Bu yeni aşama, küçük eyaletlerden kendi denetimi altında bölgesel federasyonlar oluşturmak isteyen küreselci kapitalist sistemin ulus devletlerle ulusları ve ulusal kimlikleri hedef aldığı bir dönemdir. Bu hedef, küreselleşme ile yeni bir Orta Çağ yaratma, ulus devletleri tasfiye ederek kent devletlerinin yeniden oluşturulmasını da kapsamaktadır. Bu doğrultuda alt kimlikler öne çıkartılarak kimlik tartışmaları kışkırtılmaktadır. Küreselleşmenin öncülerinden John NAISBITH’in 1994 yılında Türkiye’de de yayınlanmış bulunan “Global Paradoks“ isimli kitabındaki öngörülere dikkat edildiğinde; yeni dünya düzeninin amacının, dünyanın 200 devletli bir yapıdan 2000 devletli yeni bir yapıya geçmek olduğu görülür. Bu yapısal değişikliğe gitmekteki neden ise; 200 devletli bir dünyada devlet yapıları büyük olduğu için şirketlerin önünün kesilmesi, halkların çıkarları ve hakları doğrultusunda ulus devletlerin şirketlere sınırlama getirmesidir. 2000 devletli bir dünyada ise ulus devletler ortadan kalkacağı için, büyük devletler tasfiye edilmiş olacak, şirketlerin önünde halkların ya da ulusların çıkarları doğrultusunda direnen devlet yapıları kalmayacaktır. Bu nedenle, vatandaşlık tartışmaları ekseninde gündeme getirilen alt kimlik tartışmalarının masum bir insan hakkı arayışı olmadığını uyarıları dikkatle dinlenmelidir.
Demokrasinin gelişmesi ve siyasal katılmanın artırılması yönünde bir çare olarak sunulan vatandaşlığın ulustan arındırılması gerektiği yönündeki tartışmaların da eklendiği küreselleşme yanlısı fikir ve taleplere bakıldığında, tüm bu talep ve düşüncelerin nihai aşamasının yerelleşme yoluyla ulus ve üniter devletin çözülmesi ve parçalanması sonucunu doğuracağı açıktır. Kanımızca bu arındırma siyasal katılmanın artırılmasını sağlayacak bir çözüm yolu değildir. Vatandaşlık da sadece bireyin uyruğu olduğu devletle arasında hak ve yükümlülük ilişkisinden ibaret değildir. Vatandaşlık dolayısıyla bireye pek çok hak tanınmakta ve ayrıca da yükümlülükler yüklenmektedir ve bu durum karşılıklıdır. Bu konuda değerli eserleri bulunan Kamu Hukukçusu hocalarımızın da isabetli olarak belirttiği gibi, devletle halk unsuru arasında ayrıca psikolojik bir bağlılık vardır. Bu bağa literatürde bir diğer ifadeyle “kader birliği” denmektedir. Birey, vatandaşlık bağı ile bu halk unsurunun bir üyesi haline gelmektedir. Her ulus devletin, temelde bir ulusal toplum kimliğine dayandığı belirtilmektedir. Çeçen bu temelde, ulusu; etnik bir kavram olan “ırk”tan ayırt ederek, aynı topraklarda yaşayan, benzer toplumsal kökten gelen, aralarında tarih, dil, din, kültür ve ortak yaşam düzeni ile ortak bir gelecek arayışı olan toplumlar olarak tanımlamaktadır. Bu anlayış doğrultusunda uluslar, ülkedeki bütün alt kimlikleri ve etnik kökenleri bir araya getirmektedir ve ulusal kimlikler, bir ulusun sahip olduğu bütün ortak özellik ve değerlerin bütünüdür. Bu düzlemde, ulusal yararın elde edilmesinde bireylerdeki ulusal kimlik bilincinin yüksek olmasının önemine işaret etmekte ve etnik – dini köken farklılıklarının öne çıkarılmasının ortak bir ulusal kimliğe sahip olmayı önlediğini ve toplumun bütünü açısından bölücü bir anlam taşıdığını belirtmektedir. Çeçen’in dikkat çektiği bu tehlike, Türkiye Cumhuriyeti’nin belirli bölgesel planlar doğrultusunda bir ulus devlet olmaktan çıkartılarak, uluslararası sermayenin denetiminde çok uluslu bir bölgesel federasyona dönüştürülmesi yönündedir. Fransızlık, Almanlık, İtalyanlık, İngilizlik gibi Batı’nın önde gelen ulusal kimlik adları devam ederken, Türklerin ulusal kimliğini yansıtan Türklük kavramının kaldırılmak istenmesi bu minvalde düşündürücüdür.
Türkiye; yukarda özetlenen süreçten etkilenen ülkelerin başında gelirken, dünyanın merkezi coğrafyasında bulunması, uzun yıllardır mücadele ettiği etnik teröre dini radikalleşme ve dini motifli terörün de eklenmesi, karşı karşıya kaldığı darbe teşebbüsleri açısından özellikle etüt edilmesi gereken bir devlettir. Bütün bu tehdit ve saldırılar bir asli kurucu irade – egemenlik sorunudur. Bugün özellikle ülkemizde devletin temel kuruluş ilkesi olarak kabul edilen milli egemenlik anlayışı açısından konuyu ele almakta yarar vardır. Türkiye Cumhuriyeti, Anayasamızda güvence altına alınan Cumhuriyetin nitelikleri doğrultusunda değerlendirildiğinde bir milli devlet olarak, insan unsuru olan milletinin malıdır. Devleti yönetenler de temsili demokrasi anlayışının ürünü olarak, milletten belirli bir süre devleti yönetmek üzere yetki ve görev almış kişi ve kadrolardır. Bu süre boyunca insan hakları açısından görevleri, temsilcisi oldukları millete ve milletin her bir ferdi olan vatandaşlara ve hatta vatandaş olmayanlara da (herkese) insan haklarını devletin bir kamu hizmeti olarak sunmalarıdır. Kuvvetler ayrılığı çerçevesinde tüm bu kamu hizmetleri başta güvenlik olmak üzere Anayasamızın Başlangıç kısmında da belirtildiği üzere, medeni bir işbölümü ve işbirliği içinde planlanarak, şeffaflık ve hesap verebilirlik ilkeleri de gözetilerek gerçekleştirilir. Hukuk devleti anlayışının da gelişimi ve bugün geldiği aşama milli egemenlik ilkesinin hayat bulmasıyla doğru orantılıdır. Hatırlanacağı üzere Anayasamızın 9. Maddesi gereği yargı yetkisi Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır. Elbette pozitif hukukun sağladığı tüm bu güvencelerin gerçekleşmesi, her bir ferdin başta insan olarak insan onuruna ve haklarına vakıf, ayrıca da devletin maliki olan milletin eşit haklara sahip bir ferdi olduğu bilincine erişmesi ve bu bilincin yaygınlaşmasıyla mümkündür.
Bilindiği gibi hukuk; insanların sahip olduğu hakların güvenceye kavuşturulduğu sistematik bir bütün olarak kabul edilir. Ancak toplumsallaşmanın ve beraberinde getirdiği farklılaşma ve çeşitliliğin düzensizliğe, çatışmaya ve şiddete yol açması; beraberinde kamu düzeninin sağlanması sorununu da karşımıza çıkarmaktadır. Kamu düzeninin sağlanması meselesi de içerisinde ayrı bir sorunu barındırmakta, esasen ‘adaletli bir kamu düzeni’ sağlanması ihtiyacını ortaya koymaktadır. Birbiriyle iç içe geçen bu sorunlar, o toplumda iktidar yarışlarını da kendiliğinden beraberinde getirir. Galip gelen iktidar adayı çatışmayı sona erdirerek kamu düzenini sağlar ancak bunun sürdürülebilirliği de sürecin devamında beliren ayrı bir olgusal sorundur. ‘İktidarın kurumsallaşması’ olarak genel tanımı yapılan ‘devlet’ üç esas unsura dayanır: Toprak unsuru ülke, insan unsuru millet (ulus), irade unsuru ise egemenlik olarak ifade edilir. Bu üç unsurun ayrı ayrı var olmasından ziyade bir arada bütünsel bir tutarlılık ve uyum içinde varlığını devam ettirmesi devletin devamlılığı açısından hayati bir öneme sahiptir (bu uyum senkronizasyon ya da orkestrasyon olarak da ifade edilebilir).
Her koşulda millet olarak bir devletin çatısı altında yaşamaya karar vermiş insanlar, kendilerini toplum – halk olmaktan öteye ulaştıran ortak bir geçmiş, bugünün birlikteliği ile bugünü yarına taşıma arzu ve niyeti taşırlar, taşımalıdırlar. Teşkilatlanmalarını bu değerler üzerine oturtup, kurumlarını yaşatır, kamusal olana kamu olarak karar verirlerse devletin insan unsuru olarak o devleti ayakta tutarlar. Bunu sağlayacak olan ise güçlü bir toplumsal ilişkiler ağıdır. Bu ağı da kültür inşa eder. Kendisini var eden unsurların tarih sahnesinde ne kadar yer alacağı hukuk ile yani o devletin hukuku ile doğrudan bağlantılıdır. Hukuk ise, her ülkede o ülkenin siyasi ikliminin bir ürünüdür.
Siyasetin temelinde yatan çatışma ve uzlaşma olgularının aşamalarını detaylı olarak inceleyen Kışlalı, eserinin bir bölümünde ulusal gücü belirleyen üst yapısal öğelerden ulusal kültürün önemine değinmektedir. Toplumdaki “biz” duygusunun oluşumunda o toplumun kültürel değerlerinin çok etkili olduğuna değinen Kışlalı, her kültürün kendine has kişilik türleri yarattığını, bunun da ulusal boyutta karşımıza ulusal özellikler olarak çıktığını ifade etmektedir. Örneğin; Türk cesareti ve savaşçılığı, Amerikan girişimciliği ve yaratıcılığı, Rus kavgacılığı ve inatçılığı, İngiliz soğukkanlılığı, Alman disiplin ve kabalığı… Vs. Bütün bu ulusal özellikler, o toplumun kültürel dokusunun birer yansımalarıdır.
Bu konuyu biraz daha anlaşılır kılabilmek için kültür olgusuna değinmemiz gerekmektedir. Kültür, insanın doğduğu andan başlayarak çevresine uymasını sağlayan en önemli öğedir. Çünkü bireye hazır düşünce ve davranış kalıpları sunar. Kültür, toplumun genel davranış kalıplarının toplumsallaşma yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılması sayesinde, o toplumun sürekliliğini güvence altına alır. Siyasal toplumsallaşma da, toplumsallaşmanın bir bölümünü oluşturur. Siyasal toplumsallaşma; siyasal inanç, değer ve davranışların birey tarafından benimsenme ya da toplum tarafından bireye öğretilme, bireyin de yaşam boyu süren bu etkileşim sonucunda siyasal sistem ile ilgili görüş, davranış, tutum ve değerlerinin gelişmesi olarak tanımlanmaktadır.
Siyasal toplumsallaşmada, bireyin çocukluk döneminde muhatap olduğu toplumsal alan çok belirleyicidir. Bu alan içerisinde aile, gelenekler, arkadaş grubu, din, mahalle kültürü, şehir veya köy ilişkileri çocuğun davranışlarına yön verir. Bu toplumsal alanda edindiği kültür değerleri ile de siyasal alanın içerisine girmeye başlar. Okul (eğitim), bürokrasi, ideoloji, siyasal ilişkiler (seçim, parti), askerlik, iş alanı, dernekler, medya ve tüm bunları kuşatan siyasal kültür bireyin içerisine girdiği siyasal yapılardır. Kışlalı da benzer bir yaklaşımla, aile ve arkadaş çevrelerini “birincil gruplar”; okul, iş çevresi ve siyasal partileri de “ikincil gruplar” olarak adlandırmaktadır. Ona göre birincil gruplar toplumsallaşmanın genel çerçevesini oluşturmakta, ikincil gruplar da bu genel çerçevenin içini doldurup biçimlendirmektedir.
Toplumsal alanda sevgi, saygı, eşitlik, hoşgörü, dayanışma vb. değerleri benimseyen ve bu değerlerini geliştirerek muhafaza eden toplumlar, doğal olarak kültürlerini sonraki kuşaklara da aktarırlar. Sadece mesleki ve teknik bilgi birikiminin değil, bu kültürel değerlerin de aktarımı çok önemlidir. İşte öğretimin yanında eğitimin de olması gerekliliği çok çarpıcı bir şekilde kendisini göstermektedir. Siyasal katılım olgusunun yurttaşlık bilinci ve bu alanda verilen eğitim ile bağlantısı göz önüne alındığında, özgürlüğün, eşitliğin, barış ve adalet gibi diğer insan hakları değerlerinin, çatışma yönetiminin okul ve diğer toplumsal alanlarda özümsenmesini ve hayata aktarılmasını öğrenen çocuk, ileriki yaşlarında toplumun aydın, adil ve hoşgörülü bir bireyi olarak hayata atılacak ve katılımcı bir yurttaş olacaktır. Bu nedenle ülkemizde çocukların, terör örgütlerinin eline düşüp, onların bölücü ve parçalayıcı hedeflerinin birer maşası – kuklası olmaktan çıkmasının önüne geçilmesi gerektiği her Türk vatandaşının vicdanında asli bir yere sahip olsa gerektir. Maalesef yakın tarihimizde buna örnek teşkil eden pek çok olay yaşanmış, yaşanmaya da devam etmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin, dünyanın en kanlı savaşlarının yapılarak istikrarsızlaştırma politikalarının bir merkezi haline gelen coğrafyada bağımsızlığını koruması, içerde birlik ve beraberliğini korumasına bağlıdır. Ülkemizde bu birlik ve beraberliği korumak, hangi etnik ya da dini kökenden gelirsek gelelim, vatandaşlığımızın bir gereği olarak üst kimliğimizde birleşip, ayrışmadan yola devam etmekle olacaktır. Bu hem ahlaki hem de tarihsel bir yükümlülük olarak her birimizin boynunun borcudur. Gelecek nesillere bırakabileceğimiz en değerli miras birlik ve beraberliğimizdir. Bu mirası evde ailede ebeveynler çocuklarına, okulda öğretmenler öğrencilerine, kurumlarda çalışanlar birbirlerine aktararak, hepimiz aynı duygularla davranışa yansıtarak devredebiliriz. Devletimizin bir diğer kuruluş ilkesi ise adalettir. Her mahkemenin duvarında devletin temelinin adalet olduğu yazılıdır. Adalet de hepimizin kardeşçe, el ele gönül gönüle vermesiyle gerçekleşebilir. Her türlü köken ayrımcılığına dayanan kayırmacılık, liyakatsizlik adaletin gerçekleşmesinin önünde habis bir ur olarak büyür gider. Büyüdükçe de kadim kültürümüzün gelişip devletiyle medeniyete katkı veren yüceliğe erişmesine engel teşkil eder. Oysa ki Türk devlet geleneğinin en kadim mirasıdır; il gider töre kalır. Türk töresi, yani kültürü, devletini yaşatacak yegâne unsurdur. Devleti yıkılsa bile kültürüyle yeniden onu inşa eder. Kültürümüzün mayası ise kardeşliktir. İşte bu kardeşlik Türkiye Cumhuriyetini kuran özdür. Atatürk; “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” derken bu kardeşliği esas almıştır. Egemenlikten doğan tüm tarihsel zenginliğimiz Anayasamızda kurucu irade tarafından demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdii edilmiştir. Evlatlar, evlatlarımız, hepsi bizim çocuklarımız.
O halde ezcümle; Eskişehir’de Şarbay’ın dediğini kulağımıza küpe edelim, çocuklarımıza ne edip edip kardeşliğimizi bırakalım. Ne ettük ettük, Ne Mutlu Türküm diyene dedük, diye haykıralım. “Ne mutlu Türküm diyene” demenin kilit taşı kardeşliktir; amasız, fakatsız.
Nice mutlu, sağlıklı bayramlara…
- NE ETTÜK ETTÜK… - 6 Haziran 2020
- TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN AÇILIŞININ 100. YILINDA MİLLİ EGEMENLİK İÇİN MİLLİ BİRLİK VE BERABERLİK - 23 Nisan 2020
- KORONOVİRÜS (COVİD – 19) SALGINIYLA MÜCADELENİN ANAYASAL ÇERÇEVEDE KISA BİR DEĞERLENDİRMESİ - 22 Mart 2020
- LOZAN ANTLAŞMASI’NIN HUKUKİ DEĞERİ VE ATATÜRK İLE İSMET İNÖNÜ ARASINDAKİ GÖNÜL BAĞININ TELGRAFLARDAKİ İZDÜŞÜMÜ - 23 Temmuz 2019
- YENİ ASKERLİK YASASINA DAİR HUKUKİ BİR DEĞERLENDİRME - 2 Temmuz 2019
- ATATÜRK VE LAİKLİK - 12 Kasım 2018
- TÜRK HUKUKUNDA LAİKLİK - 5 Temmuz 2018
- KÜÇÜK PRENSİN DEMOKRATİK SORULARI - 22 Haziran 2018
- CUMHURİYET İÇİN KATILIMCI DEMOKRASİ - 23 Mayıs 2018
- İNSAN HAKLARI, DEMOKRASİ VE GÖNÜLLÜLÜK - 9 Ocak 2018