Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye halkını Türk Ulusu olarak kabul eder. Ulus-Devlet yapılanması içinde “Türkiye Halkları” kavramına asla yer vermez.

Türkiye’deki sağ kesim, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunun 700. Yıldönümünü, Cumhuriyete alternatif bir model içeriği içinde kutlamakla, Türklük bilincinden ne ölçüde yoksun olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Osmanlı Devleti, 622 yıllık bir geçmişiyle, olumlu ve olumsuz yönleriyle elbette ki biz Türklerin devletidir. Ancak nasıl bir Türk sağıdır ki, Türk ulusçuluğu yerine “Osmanlı ulusçuluğunu”, Türk dili yerine “Osmanlıcayı”, “Türk Edebiyatı” yerine “Divan Edebiyatını”, Türk Kültürü yerine “Osmanlı Kültürünü” alternatif olarak ortaya çıkaran ve geliştiren; yönetici sınıfının yetiştirildiği “Enderun”a Türkleri kabul etmeyen; “etrak-ı biidrak” (algılamasız Türkler) biçimindeki hakaretamiz söylemlere tepki göstermeyen; bir başka ifadeyle, üst kültür kimliği olarak Türklüğü reddeden bir imparatorluğu model olarak, hem de 21. Yüzyıla girmekte olduğumuz şu sıralarda -gıpta ve özlemle- önerebilirler? Kaldı ki, geriye dönüşün asla mümkün olmadığı, değişimin kendisinden gayri herşeyin değiştiği bir dönemde, bu kesimin, muhafazakârlığın yanısıra Türk ulusçuluğuna sahip çıkmaları ise apayrı bir çelişkidir.

Tarihe damgasını vurmuş olan İngiltere Fransa, Rusya gibi devletlere bakıldığında, “ulus-devlet” yapılanmasının tüm karakteristikleri görülür. Örneğin, İngiltere için, yalnızca “İngiliz dili, İngiliz edebiyatı, İngiliz kültürü, üzerinde güneş batmayan İngiliz devleti ideali” esas kabul edilirken; İngiliz ulusçuluğunun temelleri de işte bu esaslara dayanmıştır. Türk ulusçuluğunun -toplumsal, kültürel ve siyasal alanlarrda- ortaya çıkışının sözkonusu devletlere oranla çok geç tarihlere rastlaması, Osmanlı Devleti’nin üst kültür kimliği olarak “Türklük” yerine yapay bir kavram olan “Osmanlılık”ı kabul etmesi yüzündendir. Avrupa’daki imparatorlukların yanısıra, 1789 Fransız İhtilâlinden hemen sonra tüm Avrupa’yı ve de Osmanlı İmparatorluğu’ndaki azınlıkları içine alan ulusçuluk hareketinden Türklerin de etkilenmesi, XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren sözkonusu olmuştur. Harbiye kökenli Süleyman Paşa (Şıpka Kahramanı) ve Bursalı Tahir Beyin yanısıra, tarih ve edebiyat alanında Türklük bilincini işleyen eserler veren aydınlarımız arasında Veled Çelebi, Şinasi, Ahmet Vefik Paşa, Mustafa Celâleddin Paşa, Ahmet Cevdet Paşa, Ali Suavi, Şemsettin Sami, Ahmet Mithat Efendi, Necip Asım, Ömer Seyfettin, Ali Canip, Ziya Gökalp, Necip Türkçü, Fuad Köse Raif, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Mehmet Emin Yurdakul vd. yer almıştır. Batıdaki ve de Osmanlı İmparatorluğu’ndaki azınlıkların aşırı milliyetçiliklerine tepki olsa gerek, yukarıda adları yazılı aydınlarımızın bazıları Arnavut, Polonyalı, Kürt, Çerkez kökenli olsalar bile, olması gereken siyasal bilinçle alt kültür kimlikleri yerine üst kültür kimliği olan Türklüğün gelişimi için tüm mesailerini sarfetmişlerdir. Ayrıca, başta Gaspıralı İsmail Bey olmak üzere, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Dr. Hüseyinzade Ali Bey, Fatih Kerimi gibi Rusya kökenli Türkçüler de Türklük bilincinin verilmesinde önemli rol oynamışlardır.

Türk ulusçuluğunun siyasal bir hareket olarak ortaya çıkması, İttihat ve Terakki döneminde sözkonusu olmuştur. Türk toplumunun ümmet aşamasından ulus aşamasına geçiş sürecini hızlandırmak için özel yasalar çıkaran ve peşpeşe çağdaş nitelikte bazı devrimler (kadınlara eğitim ve çalışma hakkı, takvim, ölçü vb. alanlarda batı standartlarını esas alma, alfabeyi basitleştirme gibi) gerçekleştiren İttihatçılar, nerede durmaları gerektiğini kestiremediklerinden, turancılık gibi sonu belirsiz bir ham hayalin peşinden koşma konumuna gelmişlerdir. Türk toplumu, o dönemin mazur görülebilecek koşullarında bile ulusçuluğun siyasallaştırılmasının tehlikesi ile ilk defa İttihat ve Terakki döneminde tanışmıştır.

Mondros Mütarekesi’nden sonra “Misak-ı Milli” ile ifadesini bulan ve matematiksel gerçekçiliği ön plana çıkaran Türk ulusçuluğunun Ulusal Kurtuluş Savaşı dönemindeki yansımaları, “kuvayı milliye” hareketi ile eyleme dönüşüp, “tam bağımsızlık”, “ulusal egemenlik” gibi amaçlara yönelik olarak gelişmiştir. Mudanya Mütarekesi’nden sonra başlayan ilk siyasal devrimler sonucunda saltanat, hilâfet gibi Türk Toplumunun sırtındaki safraların atılması; Cumhuriyetin ilânı; laik hukuk sisteminin en önemli adımı olarak Tevhid-i Tedrisat yasasının kabulü ile eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ve arkasından gelen diğer devrimler, Türk ulusculuğunun genel çerçevesini belirlemiştir. Böylece, Atatürk’ün ulusçuluk anlayışı, o dönemde tüm Avrupa’da varlığını hissettiren saldırgan (irredantist) ve şoven tipi ulusçuluk anlayışlarının tamamiyle dışında evrensel-hümanist boyutları yakalayan, Türkiye ve dünya gerçeklerine uygun bir ilkeye dönüşmüştür.

ATATÜRK’E GÖRE TÜRK ULUSÇULUĞU

Atatürkçülüğün altı ilkesinden, bir başka ifadeyle Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin Programını oluşturan Altı Ok’tan biri olan ulusçuluk:

Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkiye halkını TÜRK ULUSU olarak kabul eder. Ulus-Devlet yapılanması içinde “Türkiye Halkları” kavramına asla yer vermez. Devletin resmi dili Türkçedir, dini yoktur, bir tek Başkent vardır, Cumhuriyetle yönetilir. Anayasada ifadesini bulmuş bu temel yapının değiştirilmesi bile önerilemez. Laik hukuk sistemi içinde dini, mezhebi, inancı, etnik kökeni ne olursa olsun, ülkede yaşayan herkes Türktür. Atatürk’ün ulusçuluk anlayışı içinde ifade edilen “Ne mutlu Türküm diyene!” sloganı, ulusu oluşturan bireylerin ille Türk soyu ve kökeninden gelmesi gerektiğini değil, genellikle Türk soyu ve kökeninden geldiklerine işaret eder. Devletin, eşit vatandaşlık hukuku çerçevesinde ülkede yaşayan tüm vatandaşları Türklük üst kültür kimliği içinde bütünleştirmesi, Atatürk’ün ulusçuluk anlayışının özünü oluşturur. Devletin bu bütüncül yaklaşımına rağmen, alt kültür ulusçuluğu güderek kendisini Türk kabul etmeyenlerin sorunu ise kendilerini ve bir de yasaları ilgilendirir. Türkiye’nin “yumuşak karın” bölgesi olarak nitelendirilen etnik ve mezhepsel farklılıklar, yaklaşık 200 yıldır “Şark Meselesi” adı altında Batılı emperyalist devletler ve Rusya tarafından sürekli gündemde tutulduğu ve sık sık kaşındığı için, Atatürk, Lozan Barış Antlaşması’nda kabul ettirdiği hükümlerle bu konuda duyarlılığını gösterir ve asla ödün vermez. Türk Devleti, Türklük bilincini esas alır; etnik ve dinsel ayrımcılığa dayalı çifte standartlı politikaları reddeder. Faşizm ya da ırkçılık boyutunda ulusçuluğu reddederken de, kendini Türk kabul etmeyenlerin; Türkçe dışında başka resmi dil kabul ettirmeye çalışanların; ülke toprakları içinde başka bir devlet tesis ederek başka başkent yaratmaya çalışanların; tüm bu ayrılıkçı-bölücü amaçlar doğrultusunda kamu düzenine karşı ayaklananların kısaca PKK örneğinde görüldüğü gibi Kürt faşizmini ve şovenizmini savunanların, Türk Devleti’ni parçalamada, Anayasal düzenini ortadan kaldırmada asla haklı ve özgür olamayacaklarını hukuk kuralları içinde öngörür.

Atatürk’ün ulusçuluk anlayışı, LAİKLİK, CUMHURİYETÇİLİK, DEVLETÇİLİK, DEVRİMCİLİK ve HALKÇILIK ilkeleri ile özdeştir, bir bütündür. Bu ilkelerin biri ya da birkaçı yok sayılarak Atatürk ulusçuluğu tanımlanamaz, savunulamaz. Örneğin, laiklik ilkesinin geçerli olmadığı bir düzende ulusçuluk kesinlikle olanaksızdır. Türk Toplumu için siyasal islâmcılığa hayat hakkı veren bir anlayışla ulusçuluk anlayışının birlikte telâffuzu düşünülemezken, “milliyetçi-muhafazakârlık” gibi ucube bir terminolojinin siyasal hayatımızda ve hem de en yaygın bir biçimde kullanılması garip bir çelişkidir. Ümmetten ulus aşamasına geçiş, sadece siyasal değil sosyolojik bir gereklilik ve gerçekliktir. Yeniden ümmet aşamasına dönmeyi istemek; siyasal otorite önünde birey olmaktan vazgeçerek kulluğu kabullenmek irticaın, gericiliğin ta kendisidir.. Dinin toplum için gerekliliği ayrı bir olgu ve tartışma konusudur. Ulusal birliğin, ulus-devlet olmanın en önemli koşullarından biri, hukukta birliğin sağlanmasıdır. Azınlıklara ilişkin hukukun yanısıra her mezhep için ayrı hukuk uygulamanın faturasını Türk Toplumu Osmanlı döneminde en ağır biçimde ödemiştir. Bu açıdan Atatürk, sadece sosyolojik gerekçeyle değil, hukuksal ve siyasal gerekçelerle de Türk ulusçuluğunu ön plana çıkarmıştır. Bunu yaparken de, Araplar arasında ortaya çıkmış ancak günümüzde anlam ve önemini yitirmiş ihtilâflara dayalı mezhep ayrılıklarını hiç ama hiç dikkate almamıştır. Kur’an-ı Kerim’i geri plana atarak İslamiyeti sahtekâr muhadislerin kaleme aldıkları sahte hadislere, Ortaçağın Arap gelenek ve göreneklerine, birtakım cahil ve yetersiz ilâhiyatçıların -belki o dönemin koşullarında değerlendirilebilecek- fetvalarına, içtihatlarına dayandıran; dini ekonomik ya da siyasal kendi çıkarlarına hizmet için kullanan din tüccarlarına kesinlikle ödün vermemiştir. Bir yandan sünni şeriatçılığın devlet mekanizmasından bütünüyle sökülüp atılması için devrimler gerçekleştiren Atatürk, diğer yandan bin küsur yıl önce bazı Arapların yine bazı Arapları vahşice öldürmesinin kinini ve hatta kan davasını sürdürmesinin Türklere düşmediğinin bilinci içinde aleviliğe yaklaşmıştır. Mezhepsel farklılıkların siyasallaştırılmasının Türk ulusculuğu önünde en önemli engellerden biri olarak kabul eden Atatürk, tıpkı etnik farklılıklar gibi mezhepsel farklılıkları da, üst kültür kimliği olan Türklük bilinci içinde kaynaştırmayı hedeflemiştir.

Aynı şekilde, DEVLETÇİLİK ilkesinin dikkate alınmadığı bir Türk ulusçuluğundan söz etmek, emperyalizme teslim olmakla, tam bağımsızlıktan vazgeçmekle eşanlamlıdır. Siyasal, toplumsal ve ekonomik açıdan katılımcı demokrasiyi, hakça bölüşümü, nimet ve fırsat eşitliğini öngören, sınıf kavgasını reddeden HALKÇILIK ilkesini içermeyen bir ulusçuluğu düşünülemez. Bir yandan ulusçuluğa karşı bir proleterya diktatörlüğünü savunup diğer yandan Atatürk ulusçuluğunu savunur görünmek nasıl bir ideolojik çelişki ya da popüler deyimle “takiyye” ise, CUMHURİYETİ savunur görünüp bir İslâm Cumhuriyeti önermek de bir başka çelişkidir. En yüzeysel tanımıyla Türk ulusçuluğu, “Türk ulusunu daha ileriye götürmekse”, bu ancak DEVRİMCİ olmakla olanaklıdır. Her şeyin değişim halinde olduğunu kabullenmemek, bu değişime ayak uyduramamak, emperyalizme yem olmakla, bağımsızlıktan vazgeçmekle eşanlamlıdır. Statükoculuğu, hatta daha da gerideki değerlerin günümüzde de aynen yaşatılmasını öngören muhafazakârlığın Türk ulusçuluğu ile birlikte anılması eşyanın tabiatına aykırıdır. Devrimci olmayan bir ulusçuluğun Türk Toplumunu ileriye götürmeyeceği açık bir gerçektir.

Atatürk’e göre Türk ulusçuluğu, etnik kökene ya da dinsel inançlara dayandırılamaz. Bu açıdan O, Gobineau, Hitler ve Mussolini’nin ulusçuluk anlayışlarını kökten reddetmiştir. Üstün ırk teorisine bir paçavra kadar bile değer vermemiştir. Ancak, Türk ırkçılığını reddederken de, Türk üst kimliğini reddederek ülke topraklarının bir bölümü üzerinde ayrı bir devlet kurma girişiminde bulunan ayrılıkçı ırkçılara da hoşgörü göstermemiştir. Milli Mücadele döneminde ve sonrasında çıkan bölücü ayaklanmalara karşı izlediği politika, O’nun bu alandaki kararlılığının ölçütüdür. Ulusçuluğun siyasallaştırılmasının en az dinin siyasallaştırılması kadar tehlikeli olacağını bildiği içindir ki, bir örnek oluşturmak üzere 1931 yılında Türk Ocakları’nı kapatmıştır. Ulusçuluk üzerine politika yapan, ekonomik ya da siyasal rant elde eden; turancılık söylemleriyle, bir başka ifadeyle boşboğazlık yaparak Türkiye’nin dışpolitikasını zora sokan bu kuruluş yerine, halk eğitimini tüm boyutları ile üstlenen; okuma-yazma ve beceri kursları açan; tarama dergilerine malzeme toplayan; etnografik anlamda çalışmalar yapan; halk müziği derleme çalışmalarını teşvik eden Halkevleri’ni kurdurmuştur. Türk ulusçuluğunun doğuş ve gelişimi aşamasında çok önemli tarihsel işlevi olan Türk Ocakları’nın bugün fethullahçıların güdümünde bulunması, Atatürk’ün ilerigörüşlülüğünün önemli bir tezahürü olsa gerekir.

ATATÜRK VE YAPAY ULUSÇULUK

Atatürk, ulusçuluk ilkesinin tanımını ve çerçevesini net bir biçimde ve defalarca, hem de yoruma meydan bırakmayacak ölçüde ortaya koymuştur. Ancak, etnik, dinsel ya da ideolojik sorunları olan kimi aydınlar, işlerine geldiğince adeta cımbızla seçtikleri bir ya da iki cümle ile Atatürkçülüğü saptırma gayretlerini bugüne kadar sürdürmüşlerdir. Örneğin, Atatürk’e izafe edilen “Türk Milleti daha fazla dindar olmaya mecburdur” cümlesi, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı olan şeriatçı çevrelerin en çok kullandıkları “takiyye” cümlesi olarak seçilmiştir. Türkiye’deki başta ayrılıkçı Kürt hareketi olmak üzere, her türlü terörist örgüt eylemine, etnik-sosyalist faşizme karşı net bir tepki ortaya koymayan, kınayamayan bazı aydınlarımız da, Atatürk ulusçuluğunun “TÜRK” olan adını yok saymakta, Türkiye’yi etnik bir mozaike benzeterek yapay bir alternatif “Türkiye ulusçuluğu”, yapay bir alternatif “Ne Mutlu Türkiyeliyim Diyene” sloganı oluşturma çabalarını kesintisiz devam ettirmişlerdir. Bir başka ifadeyle, Osmanlı’nın etnik kimlik konusundaki yanlışlarını -sırf kendi etnik, dinsel-mezhepsel ve ideolojik sorunları nedeniyle- sürdürmeye çalışan bu aydınlar, şeriatçı, marksist ve bölücü yelpazede kendilerine yer bulmuşlardır. Yedi ayrı etnik grubun yaşadığı Fransa’da, üç ayrı etnik grubun yaşadığı İngiltere’de, yüzün üzerinde etnik grubun yaşadığı Rusya’da, hem de yüzyıllardan bugüne Fransız, İngiliz, Rus ulusçuluğu yaşatılırken; bin yılı aşkın bir süredir, çeşitli kavimlerin geçiş yolu olmuş ama sonuçta bin yılı aşkın süredir Türklere vatan olan, Türk devletlerine sahne olan Türkiye topraklarında hem de çoğunluk halinde yaşayan Türklere ulusçuluk yapma hakkını, ulus adını kullanma hakkını çok görmek ne ölçüde tarihsel gerçeklerle bağdaşır ki?!. İşte bu çelişkiye daha 1920’lerde dikkat çekmeye başlayan Atatürk, dünya tarihinde hiçbir devlet kurucusunun yapmadığı ölçüde, kurduğu devletin sahiplerinin adını, dolayısıyla ulusun adını -hem de olağanüstü tanımlarla- ortaya koymuştur.

İşte, bilinen bu tanımlara ayrıca açıklık getiren bazı sözleri:

“Bu memleket tarihte Türk’tü, bugün Türk’tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır.”

“Benim hayatta yegâne onur kaynağım, servetim, Türklük’ten başka bir şey değildir.”

“Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.”

“Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası temas ve ilişkilerde, bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla bir uyum içinde yürümekle beraber, Türk toplumunun özel karakterini ve başlıbaşına bağımsız kimliğini korumaktır.”

“Türklük esastır. Bu varlığı, tarih içinde araştırmak, birbirine bağlı bir tarih içinde tespit edilecek Türk medeniyeti ile öğünmek, yerinde olur. Fakat, bu öğünmeye lâyık olmak için, bugün çalışmak lâzımdır. Her alanda, özellikle medeniyet dünyasına eser vermek için çalışkan olmayı hedef tutmak lâzımdır.”

“Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir eşsiz varlığın yüksek görüntüsüne, yüksek sahne oldu. Bu sahne en aşağı 7000 senelik bir Türk beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgârları ile sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurları ile yıkandı; o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından önce korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı; onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”

“Anasının ve babasının asilliği ile iftihar eden Teodoz, İtalya yarımadasına inmek isteyen Türk Atilla’ya barış müzakeresinden önce sormuş: “Siz hangi asil ailedensiniz?” Atilla da ona cevap vermiş: “Ben asil bir milletin evlâdıyım”. İşte benim cevabım da size budur.”

“Bu dünyadan göçerek Türk milletine veda edeceklerin çocuklarına, kendinden sonra yaşayacaklara, son sözü şu olmalıdır: “Benim Türk milletine, Türk Cumhuriyetine, Türklüğün geleceğine ait görevlerim bitmemiştir, siz onları tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz”. Bu sözler, bir kişinin değil, Türk ulusunun duygusunun ifadesidir. Bunu her Türk bir parola gibi kendinden sonrakilere devamlı tekrar etmekle son nefesini verecektir. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk ulusunun nefesinin sönmeyeceğini, onun sonsuz olduğunu göstermelidir. Yüksek Türk, senin için yüksekliğin sınırı yoktur. İşte parola budur.”

“Biz milliyet fikirlerini uygulamada çok gecikmiş ve çok ihmal etmiş bir milletiz. Bunun zararlarını daha fazla faaliyetle telâfiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, milliyet teorisinin, milliyet idealinin yok olmasına çalışan teorinin dünya üzerinde uygulanma imkânı bulunamamıştır. Çünkü, tarih, olaylar ve gözlemler, insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin egemen olduğunu göstermiştir. Ve milliyet prensibi, aleyhindeki büyük çapta gerçek tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği, kuvvetle yaşadığı görülmektedir.”

“Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı hissen, fikren, fiilen bütün davranış ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki milli benliğini bulamayan milletler başka milletlerin avıdır.”

“Bugünkü Türk milleti siyasi ve sosyal topluluğu içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta lazlık fikri veya boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve milletdaşlarımız vardır. Fakat geçmişin bu keyfi idare devirlerinin sonucu olan bu yanlış adlandırmalar, düşmana alet olmuş birkaç gerici, beyinsizden başka, hiçbir millet ferdi üzerinde kederlenmekten başka bir etki meydana getirmemiştir.. Çünkü bu milletin fertleri de, genel Türk toplumu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlâka, hukuka sahip bulunuyorlar… Bugün içimizde bulunan Hristiyan, Musevi vatandaşlar, kader ve talihlerini Türk milletine vicdani arzularıyla bağlandıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı gözü ile bakmak; medeni Türk Milletinin asil ahlâkından beklenebilir mi?”

“Diyarbakırlı, Van’lı, Erzurum’lu, Trabzon’lu, İstanbul’lu, Trakya’lı ve Makedonya’lı, hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır.”

“Siyasi varlığımızın dışında, başka ülkelerde, başka siyasi gruplarla isteyerek veya istemeyerek kader birliği etmiş, bizimle dil, ırk, kök birliğine sahip ve hatta yakın, uzak tarih ve ahlâk yakınlığı görülen Türk toplulukları vardır. Tarihin bin bir olayının sonucu olan bu durum, Türk milletinin tarihen ve ilmen oluşmasındaki asaleti, dayanışmayı asla bozamaz.”

“Türk milleti Kurtuluş Savaşından beri, hattâ bu savaşa atılırken bile, mahkûm milletlerin hürriyet ve bağımsızlık dâvalariyle ilgilenmeyi, o davalara yardım etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının hürriyet ve bağımsızlıklarına ilgisiz davranması elbette uygun görülemez. Fakat milliyet dâvası şuursuz ve ölçüsüz bir dâva şeklinde düşünülmemeli ve savunulmamalıdır. Milliyet dâvası siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ideal meselesidir. Şuurlu ideal demek pozitif bilimlere, bilimsel yöntemlere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir. O halde, propagandalarda denenmiş yöntemlere müracaat etmek şarttır. Hareketlerin imkân sınırları ve öncelikleri mutlaka hesaba katılmalıdır. Türkiye dışında kalmış olan Türkler, önce kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük dâvasını böyle bir uygun ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.”

“Yurttaşlarım! Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetidir…. Çünkü, Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti, milli birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müsbet ilimdir…. Büyük Türk milleti, onbeş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde başarı vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin, hiçbirinde milletimin, hakkımdaki güvenini sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı inanç ve kesinlikle söylüyorum ki, milli ideale tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medeni dünya, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni niteliği ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile, geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır. Türk milleti, sonsuza akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!..”

ATATÜRK SONRASI “ALTI OK” VE ULUSÇULUK

Atatürk’ten sonra, O’nun Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleri olarak miras bıraktığı “Altı Ok”tan önce ulusçuluğun kırıldığını görüyoruz. ABD’li strateji uzmanlarınca, 1946’da Sovyetler Birliği’nin sıcak denizlere inmesini önlemek için ortaya atılan “yeşil kuşak” teorisinin bir sonucu olarak, ılımlı islâmcılık ve de ulusçuluk, Demokrat Parti ve daha sonra gelen sağ partilerce benimsenmiştir. Laikliğin önemli ölçüde tahrip edildiği Demokrat Parti dönemi, ekonomik açıdan getirileri tartışılmakla beraber, laikliği öngören devrim yasalarının çiğnendiği, şeriatın hortlatıldığı kara bir dönem olarak tarihteki yerini almıştır. Ümmetçilikle ulusçuluğun birbirini net bir biçimde yadsıyan kavramlar olmasına rağmen, özellikle nurcular, popülist ve ikiyüzlü bir yaklaşımla ulusçuluğa da sahip çıkmışlardır. Bu dönemle birlikte, “müslümanlık”, “ulusçuluk” ve “antikomünistlik” kavramları, politik bir çıkar-sömürü söylemleri olarak sağ kesimin tekelinde kalmıştır.

Atatürk’ün mirası olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin altı oku, ABD destekli sağ partilere tepki bağlamında oluşturulan -tutarsız ve dayanaksız- alternatif günlük politikalar nedeniyle giderek aşınmaya başlamıştır. Sonuçta, son genel seçimlerde TBMM dışında kalan CHP’nin, neden bu hale düşüldüğü, Atatürk’ün bu saygın mirasının nasıl harcandığı konusunda bir özeleştiriye bile gitmediği görülmüştür. Kendi içinde, özellikle Genel Kurulları’nda, hezimetin nedenleri ve sonuçları üzerinde demokratik tartışma zemini oluşturulacağı yerde, kamuoyuna anlamsız hizip kavgalarının yaşandığı, sandalyelerin havada uçuştuğu bir görüntü verilmiştir. İşte resmen ifade edilmese de özde yaşanan sıkıntılar:

CHP, bırakın Türk halkının, Türk solunun bile partisi olmaktan çıkmıştır. Bu partide etkili bir politika yapabilmeniz için ağırlıklı olarak ya “Kürt” ya “Alevi” ya da “Karadenizli” gruplardan birine dahil olmanız gerekmektedir. Sünni kesim içindeki şeriatçılardan nefret eden, Türklük bilincine sahip, alt kültür kimliğini faşist çerçevede savunmayan, bölgecilik gibi ilkellikleri reddeden CHP’lilerin fazla bir şansı yoktur. II. Cumhuriyetçilerle, CHP yöneticilerinin Türklük bilincine yaklaşımları arasında hiçbir fark kalmamıştır. Kürtçü bölücülüğe tepki göstermeyen, hatta Türkiye’deki “halkların” kendi dillerinde eğitim hakkını savunarak Atatürk’ün kurduğu ulus-devletin temeline dinamit koyan bu partinin kimi yöneticilerine göre, Türk ulusçuluğu, kabul edilemez bir faşistliktir. Bunun için “Türk” adının yeralmadığı yapay bir ulusçuluğu savunur görünmeyi yeğlemektedirler.

Atatürk’ün sınırlarını çizdiği, akıla, mantığa, Türkiye’nin gerçeklerine uygun; evrensel değerleri içeren Türk ulusçuluğunu reddederek altı okun birini kıran CHP, aynı zamanda devlete sahiplenme olgu ve zorunluluğunu da redddetmiştir. Siyasal iktidar ve devlete karşı ebedi muhalefet görüntüsünü ve fonksiyonunu kabul etmiş görünen CHP, kabul edilmesi olanaksız bir aşağılık kompleksi ile, tıpkı Türk ulusçuluğunu ümmetçi sağa kaptırdığı gibi, devlet yerine, devlete karşı olan unsurlara sahip çıkmayı yeğlemiştir. Tipik bir örnek olarak, “insan hakları”, “işkenceye karşı çıkmak” gibi evrensel değerlere sahip çıkılırken çifte standart izlenmiştir. Örneğin, Türkiye’de bunca yıldır süren terörün kurbanı olan sade vatandaşlarımıza, güvenlik kuvvetlerimize ve ailelerine en küçük ilgi esirgenirken, TİKKO, DHKP-C ve benzeri örgütlerin militanlarına “insan hakları”, “işkence” vb. gerekçesiyle sahip çıkılmıştır. Yapılanlar hiç şüphesiz yanlış olmamakla birlikte eksiktir. CHP Türk halkını, Türk Devletini kucaklamakta, bütünleşmekte ciddi uyum sıkıntısı içindedir. Bu “kafa”nın değişmesi, ulusal içerikli yeni politikaların üretilmesi, yeni yaklaşımların belirlenmesi gereklidir…

CHP’nin kırılan altı okundan bir diğeri, laikliktir. CHP, şeriatçı yapılanmalara karşı gerekli mücadeleyi lâyıkınca yapamamıştır. Özellikle fethullahçı kadrolaşmaya karşı, söylemlerin ötesinde hiçbir önlem alamayan CHP’nin kimi yöneticileri, bu yapılanmanın şeyhi ile görüşme yapacak ölçüde gaflet sergilemiştir. Son kaset olayından sonra tüm sağ partilerin ve de DSP’nin fethullahçılara destek vermesine karşılık, TBMM dışında da olsa CHP yönetiminin resmi bir protestosu sözkonusu olmamıştır. Yakın geçmişe bakıldığında, YÖK, İçişleri Bakanlığı, MEB ve benzeri kurum ve kuruluşlardaki şeriatçı kadrolaşmaya karşı koalisyon dönemlerinde bile ciddi bir önlem ve tavır alınamamıştır. Kıyımlara sadece seyirci kalınmıştır. Bu yetersizlik, oy deposu olarak görülen alevi vatandaşlarımıza karşı da sözkonusu olmuştur. Araplaşmamış bir inanç yapısı içinde, binlerce yıllık Türk-Türkmen kültür öğelerini saklayıp günümüze kadar getirebilmiş bir kesimin mensuplarına da hak ettikleri değer ve önem verilmemiştir. Gerek, TBMM çatısı altından yapılan hakaretlere, gerek Sivas’daki dindışı, insanlıkdışı vahşete ve gerekse Diyanet İşleri Başkanlığı’nda yapılması gerekli eşitlik ve adalete yönelik düzenlemelere yeterli tepki ve ilgi göstermeyen bir CHP, bu kesimdeki Türkleri maalesef sömürmeye devam etmektedir. Aynı sömürü, Atatürk’ün kurduğu devlete ve Cumhuriyet rejimine düşman aşırı sol nitelikli bazı terör örgütlerince de yapılmaktadır. Güvenlik kuvvetleri ile çarpışırken ölen militanların -Türk Bayrağı değil- örgüt flamaları ile Cemevleri’nden kaldırılması, sömürünün bir başka boyutudur. Laikliğin güvencesi olan Alevi Türkleri, bu sömürüden, en az camileri kullanan şeriatçılardan rahatsız olan Sünni Türkleri kadar rahatsız olsa gerekir. Görüldüğü gibi, Türk sözcüğünün başına Alevi-Sünni gibi eklerin getirilmesi yakışmamaktadır, sakil durmaktadır, rahatsız etmektedir. Türklerin kendilerini tanımlamaları için bu tür ayırıcı-bölücü sıfatlara gereksinimi olmadığı apaçık bir gerçektir, gerekliliktir.

CHP, “Uluslararası Tahkim”, “AT”, “özelleştirme” gibi konularda, altı okun biri olan “devletçiliğe” ve devletçiliğin olmazsa olmaz türünden “tam bağımsızlık” prensibine gereğince önem vermemiştir, vermemektedir. Başta Prof. Dr. Yakup Kepenek, Prof. Dr. Korkut Boratav gibi çok sayıda değerli ekonomisti içinde barındıran CHP’nin, ekonomik sorunlara ve emperyalizme karşı duyarsızlığını anlamak kesinlikle olanaksızdır. Altı okun bir diğeri olan “devrimcilik”, Türk toplumunu daima daha ileriye götürecek politikaların üretilmesini öngörmektedir; yoksa, adı devrimci olan ama gerçekte bir yüzyıl öncesinin dogmalarını savunan illegal örgütleri değil. CHP’nin mutlaka bu oku da onarması gerekmektedir. Aynı şekilde, siyasal katılımdaki eşitliği, tam demokrasiyi, sınıf çatışmasını değil toplumsal uzlaşmayı, ulusal gelirin hakça paylaşımını, güçsüz kesimlerin korunmasını öngören “halkçılık” oku da hatırlanmalı ve bu ilkenin yeniden yaşama geçirilmesini sağlayacak politikaların üretilmesi sağlanmalıdır.

SONUÇ:

Görüldüğü gibi, HP’nin dayandığı “Altı Ok”un altısı da kırıktır. CHP, Atatürk’ün kurduğu, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve en köklü partisi olma vasfından uzaklaşmıştır. CHP, içinde bulunduğu ideolojik kimlik bunalımından çıkmak zorundadır. “Altı Ok”un hepsi de evrensel anlamda ve boyutlarda değerini korumaktadır, koruyacaktır da. Bunlardan birini ya da birkaçını yok saymak olanaksızdır. Atatürk’ün altı ilkesi, birbirini tamamlamaktadır, asla ayrı düşünmek, ele almak sözkonusu değildir. Hiçbir hizbin, bu ilkeleri kendi kafalarına göre, kendi ideolojilerinin perspektifinden değiştirme, yorumlama hakkı da bulunmamaktadır. CHP’yi var eden “Altı Ok”u beğenmeyenlerin, geri bulanların gidebilecekleri daha radikal siyasal partiler mevcuttur. Aynı şekilde, Türkiye’de ulus-devlet gerçeğini yadsıyarak bölücülük yapanların da gideceği bir siyasal parti hâlâ vardır. Türk ulusu, tarihi boyunca din ve mezhep kavgalarından çok sıkıntılar çekmiştir. Yeni bir yüzyıla girerken, CHP ve Türkiye, mezhepçilik, bölgecilik gibi ilkel, dışarıdan kullanılmaya ve sömürüye açık hizipçiliği reddetmek, bünyesinden söküp atmak zorundadır. Kavga, lider adaylarının kavgası değildir. Çağdaş, ileri ve aydınlık bir Türkiye’nin yarınlarının kavgasıdır.

Şimdi, yıpranmamış yeni bir liderin yönetimindeki CHP, ya aslına dönerek “Altı Ok”u yeniden benimseyecek ya da altı ayda bir yapılan olağanüstü genel kurullarla kendi içindeki koltuk kavgalarını sürdürecektir. Bu seçim, sadece partinin değil, Türkiye’nin de geleceğini belirleyecektir. Son Fethullah Gülen olayında da görülmüştür ki, Türk siyasal hayatında CHP’siz olmamaktadır…

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU