‘İstanbul’un İkinci Fatihi’, Bahriye Üçok
XV. Yüzyılın başında âdeta bir şehir devleti durumuna gelen Bizans, gerek Anadolu, gerek Rumeli yakasında Türkler tarafından sarılmış bir hâlde yaşar olmuştu. Ağır vergilerin, rüşvetlerin, haksızlıkların, zulümlerin dayanılmaz ölçülere ulaştığı onbeşinci yüzyılda yâni 1453’te genç ve dinamik Türk Sultanı II. Mehmet, atalarının kendisine hazırladığı olanakları da değerlendirerek 29 Mayıs salı günü İstanbul’u fethetti. Bu olay Rum halkını fazla üzmedi, Katolik kardinali şapkası görmektense, Müslüman sarığı görmeyi yeğlemişlerdi çünkü.
Fatih sanını alan Sultan II. Mehmet, Hristiyan halka çok iyi davrandı. Bu, İslam dininin zorunlu tuttuğu, emrettiği bir ilkeydi. Yani herkes, kitaplı dinlerden olmak koşuluyla istediği dinde kalabilir. Bunun için İslâm’ın emrettiği bir vergiyi vermek yeterlidir. Bu verginin adı cizyedir.
Dinlerinde olduğu gibi, kendi aralarındaki anlaşmazlıkların giderilmesinde ve aile hukukunda bütünüyle kiliselerine bağlı bırakılan Rum halkı, eskisinden daha özgür, eskisinden daha emin bir yönetime kavuşmuş oldular. Böylece yüzyıllar geçti aradan.
İnsanların yaşamları gibi, kimi devletlerin de uzun ya da kısa süren birer yaşamları olduğunu tarihler bize gösteriyor. Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Selim ve Kanunî’nin fetih yoluyla ulaştıkları başarılı dönemler, Avrupa’da din savaşlarının sona ermesi sonucu başlayan özgürlük akımı ve yeni yeni keşiflerle hız kazanan ekonomik kalkınma yüzünden kapanmıştı. Kimi kez ruh hastası, kimi kez çocuk yaşta tahta geçen padişahlar zamanlarında durum git gide bozulmuş, elde edilen topraklar birer birer elden çıkmıştır. Bu durum ikinci Abdülhamid devrinde daha da önemli Türk ve Müslümanlarla meskün toprakların yitirilmesine neden olmuştur; Bulgaristan, Bosna-Hersek, Kıbrıs, Tesalya’nın ve Epirus’un önemli bölümleri, Yugoslavya’nın güney kesimleri, Kars, Artvin, Ardahan, Batum ve bunlar gibi… Aynı padişah zamanında ülke 33 yıl süren karanlık bir döneme girdi.
Avrupalılar’ın “Hasta Adam” adını taktıkları Osmanlı İmparatorluğu artık son günlerini yaşıyordu. 1912’de başlayan Balkan savaşları sonundaki yenilgimizle bugünkü Trakya sınırlarımızın ötesinde kalan tüm topraklarımızı da yitirmiştik. I. Dünya Savaşından yorgun ve yenik çıkan Osmanlı Devleti’nin geriye kalan toprakları da İngiltere, Fransa, İtalya gibi güçlü devletlerin ordularınca Mondros mütarekesine uyularak işgal edilmişti. İşgal edilen yerlerin başında ise imparatorluğun başkenti İstanbul gelmekteydi. İşte o günlerde 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Atatürk kırık-dökük bir gemi ile Samsun’a ayak bastı. Ulusal Kurtuluş şavaşını planladı ve uyguladı. Allah’ın verdiği büyük bir deha, büyük bir cesaret ve azimle Türk ulusunun savaşçı gücünü harekete getirdi. Üç yıl süren savaşlarda Türk ordusu Büyük Önderi ile birlikte, dünyanın en güçlü silahları ile donatılmış ordularını yendi, efsaneler yaratarak.
Şimdi İtilâf Devletlerinin karşısında “Hasta Adam” yoktu. Genç bir Türkiye doğmuştu. Yoksul ama onurlu. Bağımsızlığı için var ya da yok olmayı göze almış kararlı bir toplam. Emperyalistlerin tatlı hayalleri, ulusal kurtuluş savaşının ve Lozan barışının kayalıklarına çarparak dağılıvermişti. İtilâf Devletleri için işin en acı yanı, dünyanın incisi İstanbul’u terk etmeleri zorunluluğu idi.
Evet İstanbul Türklerce feth olunuyordu. Hem de ikinci kez. Bir farkla ki bu kez, sadece Bizanslı Rumlar’dan değil dünyanın en güçlü galip devletlerinin tümünden…
Bu kez onu fethedenin adı Yüce Peygamberimizin adının aynıydı: Mustafa.
Sözlerimi Hazreti Muhammed Mustafa’nın şu hadis-i Şerifi ile bitirmek istiyorum: “Kim ki az nimete şükretmez ise, çok nimete de nail olsa gene şükretmez ve kim ki halka şükretmez ise, hak taâla Hazretlerine de şükretmez”.
O hâlde bugünleri bize hazırlayan büyük kahraman Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ve Fatih Sultan Mehmet’e ve aziz şehitlerimize teşekkür etmeyi bir borç bilelim ruhları şad olsun.
Bize o günleri ve bu günleri hazırlayanları saygıyla analım.
Kaynak:Atatürk’ün İzinde Bir Arpa Boyu, Bahriye Üçok, Sf:173, 174