Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Geçen haftaki yazımın başlığı “Referandum Sonrası İdam Cezası Geri Gelirse Ne Olur?” idi. Bu yazım yayınlandıktan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi oyaladığını, verdikleri sözleri yerine getirmezlerse sonuçlarına katlanacaklarını belirtmiştir. Referandum sonrası Külliye önünde toplanan vatandaşlara hitap eden Cumhurbaşkanı, 54 sene AB kapısında bizi bunlar beklettiler. Geliyorum şimdi. Otururuz, konuşuruz, bir güven oylaması da  -herhalde halkoylaması- onun için yaparız”  derken haklı olabilir ama bekleme süresinde bir miktar tenzilat yapılmıştır.

Türkiye; Cumhuriyetin kuruluşundan 36, Roma Anlaşması’nın yürürlüğe girmesinden 19 ay sonra Batı’nın en önemli ekonomik kuruluşu olan Avrupa Ekonomik Topluluğuna (AET) Roma Anlaşması’nın 238’nci maddesi uyarınca ortak üye (associate member: aday ülke) olmak için 31 Temmuz 1959 tarihinde başvurmuştur. 1959’dan bu yana 58 yıl geçmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Şimdi aynı çevreler bizi, AB üyelik görüşmelerimizi dondurmakla tehdit ediyorlar. Her şeyden önce bu, onların vereceği bir karar değil” ifadesi ise tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır. Eğer AB isterse, bu konuda karar alabilir. Bu kararı alırken getirisi ve götürüsünü de düşünür. Zaten Cumhurbaşkanı bu duruma sonraki cümlesine açıklık getirmektedir: “Ama bizim için bu çok da önemli değil. Yeter ki AB bu kararını versin ve bize tebliğ etsin.”

Sayın Cumhurbaşkanı, anayasa değişikliğiyle ilgili 16 Nisan’daki referandumdan “evet” çıkması  durumunda,  idam cezasının Meclis’in gündemine getirileceğini ve muhalefetin desteklememesi durumunda  bununla ilgili  halk oylaması yapılacağını  açıklamıştır. Evet Platformu’nun Şanlıurfa’daki mitinginde  Cumhurbaşkanı katılımcıların  “idam isteriz” yönündeki sloganlarına  şöyle destek vermiştir: 16 Nisan’da  evetle sandıklar patladığı takdirde hemen ardından parlamentoya idamla ilgili karar taslağı inşallah gelecek.. bir referandum da onun için yaparız.”

Cumhurbaşkanı  referandum sonrası Tarabya’daki Huber Köşkü’nde yaptığı konuşmada,  “Yapacağımız ilk iş… (idam isteriz sesleri) hemen bu konuyu Başbakan ve Bahçeli ile konuşacağım. Zaten sayın Bahçeli ben desteklerim dedi, sayın Yıldırım da aynı şekilde. Kılıçdaroğlu da destekleyeceğini söylemişti. Eğer gerçekten önüme gelirse ben bunu onaylarım. Desteklemedi, o zaman yapacağımız şey ne? Bir halk oylaması da onun için yaparız”  demiştir.

Cumhurbaşkanı, Avrupa Birliği’nin kırmızıçizgisi olan idamın geri getirilmesi durumunda Türkiye’nin üyelik sürecinin durabileceği uyarısına da açıklık getirmiştir: “Öyleyse parlamento kararını verecek, ondan sonra da idam çıkacak… Hans ne derse desin, Helga ne derse desin, benim için önemli olan Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin, Ayşe, Fatma, Hatice ne der, o önemli.”  Daha önce 26 Temmuz 2016 tarihinde Türkiye’de halkın 15 Temmuz’daki darbe girişimi sonrası idam dediğini, bu talebin getirileceği yerin Parlamento olduğunu açıklamış, Ankara Yüksek Hızlı Tren Garı’nın açılışında da “İdam isteriz” sloganlarına cevaben “İdam inşallah, Parlamentodan bu da geçer. Yakın, yakın, merak etmeyin” demiştir.

İdam konusundaki bu açıklamalar karşısında Lüksemburg ve İtalya Dışişleri Bakanları Jean Asselborn ile  Angelino Alfano  Türkiye’nin AB üyesi olmasına karşı olduklarını söylemişlerdir. Corriere della Sera gazetesine demeç veren Alfano, 20 yıldan fazla süredir İtalya’nın devlet politikası haline gelmiş olan Türkiye’nin AB üyeliğine desteğe ilişkin tutumunu değiştirdiğini şöyle açıklamıştır: “Türkiye’nin AB üyeliği şu an masada değil. İdam cezası yeniden getirilirse bundan daha da fazla uzaklaşılır.” Avrupa Parlamentosu Liberal Grubu Başkanı Guy Verhofstadt ise daha sert tepki vererek, Türkiye ile müzakereler sona erdirilmeli demiştir: We should stop accession talks with Turkey”

AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Komiseri Johannes Hahn, anayasa referandumundan sonra Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği konusunda Alman haber ajansı DPA’nın  “Cumhurbaşkanı Erdoğan idam cezasının yeniden yürürlüğe konulabileceğini dile getirdi. AB Komisyonu için böylesine bir adım üyelik müzakerelerinin sonu anlamına gelir mi?” sorusunu “Evet, kesinlikle”  diyerek cevaplandırmıştır.  Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Kati Piri ise şu değerlendirmede bulunmuştur: “Paket değişmeden yürürlüğe girerse, bu, AB’ye katılım müzakerelerinin resmi olarak askıya alınmasına yol açacaktır.”

Sputnik’e konuşan  Londra merkezli Politics First dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Marcus Papadopoulos, anayasa değişikliği referandumunun ardından Türkiye için Avrupa Birliği yolunun kapandığını ve Avrupa’da birçok kişinin bundan memnun olduğunu açıklamıştır: “Yüzbinlerce Türk’ün AB ülkelerine göç etmesi ve kendi kültürlerini Avrupa’ya taşıması birçok Avrupalı tarafından bir kabus olarak kabul ediliyor.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan Tarabya’da yaptığı konuşmada şu tespiti de yapmıştır:  İngiltere Brexit yaptı. Kurucusu olduğu AB’den çıkıyor. Norveç çıktı. Kararı verecek mercii millettir. Gideriz milletimize, millet ne karar veriyor biz de ona uyarız.” Bu açıklama karşısında acaba Sayın Cumhurbaşkanına danışmanları yanlış bilgi mi veriyor sorusu aklıma gelmiştir. İngiltere, AB’nin kurucusu değildir. Aksine üye olmadan önce iki defa üyelik başvurusu reddedilmiştir. Norveç AB’ye üye olmadığı için AB’den çıkmamıştır. Norveç; İsviçre, İzlanda ve Lihtenştayn  ile birlikte  (Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi EFTA ) üyesidir ve bu kuruluşu bırakıp AB’ye geçmeyi istememektedir. Norveç’te iki defa referandum  yapılmış, ikisinde de Avrupa Birliği’ne ret çıkmıştır.

Başbakan Binali Yıldırım idam konusunda ihtiyatlıdır. Devlet Bahçeli’nin grup toplantısında yaptığı “AKP idam teklifine hazırsa MHP dünden vardır. Gelin bu işi bitirelim” çağrısını şöyle cevaplandırmıştı: “Diğer partilerle uzlaşma sağlanırsa geriye doğru işlemeyecek şekilde sınırlandırılmış düzenleme yapılabilir.”  Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş idam ve anayasa değişikliği ile ilgili olarak AK Parti’nin tek başına bir şey yapamayacağını açıklamıştı.

İdam, Türkiye AB ilişkilerinde bir mihenk taşıdır.

Ankara Anlaşması’nda öngörülen Türkiye ile AB arasındaki gümrük birliğini Güney Kıbrıs Rum Yönetimi de dâhil 10 yeni AB üyesini kapsayacak şekilde genişleten Ek Protokol, 29 Temmuz 2005 tarihinde imzalanmıştır. Böylece Türkiye, AB tarafından kendisinden istenen iki şartı da yerine getirmiştir. 

Şartlardan ilki, Türk Ceza Kanunu’nun onaylanarak yürürlüğe sokulmasıydı.  Çünkü hiçbir AB üyesinde idam cezası yoktu. Türkiye bu şartı 26 Eylül 2004 tarihinde kabul edilen ve 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Ceza Kanunu ile yerine getirmiştir.  İdam, ilk önce 2001 yılında savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışındaki suçlar için, 3 Ağustos 2002’de ise savaş ve çok yakın savaş tehdidi hallerinde işlenmiş suçlar dışındaki suçlar için kaldırılmış, 7 Mayıs 2004 tarihli 5170 sayılı kanun ile de anayasadan ölüm cezaları ile ilgili maddeler çıkarılmıştır. 

Türkiye Avrupa Konseyi üyesi ülkedir. Konsey üyesi ülkeler için idam cezası 1983 yılında yürürlüğe giren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) Ek 6 No.’lu Protokol ve 2002’de yürürlüğe giren 13 No.’lu Protokol ile kaldırılmıştır. 6 No.’lu Protokol barış dönemi, 13 No.’lu Protokol ise hem barış hem de savaş döneminde idam cezasını yasaklamıştır. 6. No’lu Protokol’e 47 Avrupa Konseyi üyesinden Rusya dışında 46 üye ülke taraftır. Rusya Protokolü imzalamış, fakat onaylamamıştır ama idam cezasını uygulamayacağını açıklamıştır. Azerbaycan, Ermenistan ve Rusya ise 13 No.’lu Protokole taraf değildir.

Türkiye’nin idam cezasını kaldırması, Abdullah Öcalan’ın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) açtığı dava sonucunda olmuştur. AİHM, karar verilene kadar Öcalan’ın idam edilmemesini öngören ihtiyati tedbir kararı kabul ettiği için Ecevit Hükümeti karara uyarak Öcalan’ı idam etmemiştir. 12 Kasım 2003 tarihinde AK Parti Hükümeti önce 6. No’lu Protokole, 23 Şubat 2006 tarihinde de 13 No’lu Protokole taraf olmuş, daha sonra Anayasa ve TCK’nın ilgili maddeleri değiştirilmiştir.

Türkiye’nin idam cezasına geri dönmesinin önünde hukuksal ve siyasal güçlükler vardır. 6 ve 13 No.’lu protokollerle üstlendiği taahhütler sebebiyle bu protokollerden çekilmek gerekir. Fakat protokollerde fesih ile ilgili hüküm yoktur. Protokollerin AİHS’nin parçası olduğu ve sözleşmenin maddelerinin protokollere de uygulanacağı kesindir. Protokollerden çıkmak isteyen ülke AİHS’den çekilmek zorundadır. AİHS’nin 58’inci maddesine göre Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne 6 ay önceden ihbarda bulunarak AİHS’den çekilmek mümkündür. AİHS’den ayrılan ülkenin Avrupa Konseyi üyeliği sona ermektedir. Avrupa Konseyi’nden çıkmak; Türkiye’nin demokrasi, insan hakları, hukuk devleti gibi alanlarda Batı standartlarından uzaklaşması ve AB ile bağlarının kopmasına yol açar.

AB Dışişleri Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton’ın sözcüsü Maja Kocijancic, idam cezasının düşünülemez olduğunu şöyle açıklamıştır: “İdam cezası bulunan ülkeyi AB üyeliğine kabul etmemiz mümkün değil.” TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Mustafa Şentop “Yasadan sonra suç işlenirse idam cezası uygulanır. Temel prensip kanunlar geriye işlemez. Yasa çıktıktan sonra ikinci bir darbe girişimi olursa uygulanır “ görüşündedir.

Türkiye’de ölüm cezası 1984 yılından bu yana fiilen ve 2004’ten sonra da hukuken uygulanmamaktadır.

Ölüm cezası önce 2001’de savaş tehdidi ve terör suçları dışındaki suçlar için, 3 Ağustos 2002’de “Savaş ve çok yakın savaş tehdidi hallerinde işlenmiş suçlar hariç” şartı ile kaldırılmıştır. 14 Temmuz 2004 tarihli 5218 sayılı Yasa ile Türk Ceza Kanunu’ndan ölüm cezaları ile ilgili maddeler çıkarılmıştır. 

Türkiye’de 1920 yılında Meclisin kuruluşundan 1984 yılında kaldırılmasına kadar büyük çoğunluğu ayaklanma, cumhurbaşkanına suikast girişimi, 1960 darbesi, 71 muhtırası ve 1980 ihtilali olmak üzere 15’i kadın hükümlü olmak üzere 712 kişiye TBMM tarafından onaylanan ölüm cezası verilmiştir. Bu rakama İstiklal Mahkemeleri’nin idam kararları dâhil değildir.

2002 yılındaki Yasa ile fiilen uygulanmamış olan tüm idam kararları ömür boyu hapse çevrilmiştir. Bunlar arasında Öcalan’ın 29 Haziran 1999’da çarptırıldığı, 25 Kasım 1999’da Yargıtay tarafından onanan ölüm cezası da vardır.

ABD’de 50 eyaletten 31’inde idam cezası uygulanmaktadır. USA Death Penalty Information Center verilerine göre 1977-2015 yılları arasında 7.870 kişi idam edilmiş, 2016 yılı sonuna kadar 15 idamın 2017’de 14, 2018’de 8, 2019’da ise 7 idamın infazı için karar alınmıştır. Avrupa’da idam cezası uygulayan tek ülke Belarus’tur.  

Günümüzde 58 ülkede halen ölüm cezası bulunmaktadır. 98 ülke ölüm cezasını hukuken, 7’si savaş suçları ve istisnai durumlar dışında, 35’i ise fiilen  kaldırmıştır.  Uluslararası Af Örgütü 140 ülkeyi hukuken ya da fiilen idam karşıtı, 58 ülkeyi idam taraftarı olarak sınıflandırmaktadır. 

İdam cezasının geriye dönüşü yoktur.

Eğer 27 Mayıs 1960 öncesinde idam cezası kaldırılmış olsaydı, rahmetli Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilmemiş olacaktı. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 27 Mayıs Darbesi’nin ardından idam edilenlerin 55’nci yılında idamları kınamıştır.

İsmail Şenyüz, Menderes’i infaza götürülürken arkadan gösteren  fotoğrafı çeken kişidir. Bu fotoğraf hakkında komşusu olan hanımın şu eleştirisini aktarmıştır: “Kıyamamış yüzünden çekmeye arkasından çekmiş demiş.” Şenyüz vefattan sonra neden fotoğraf yayınlanmadığını şöyle açıklamıştır: “Halkın acıma duygusunu galeyana getirmemek için yayınlamadılar.”

Halk istiyor diye idam cezası gelirse, Türkiye AB üyesi olamaz. Türk halkı AB vizelerinin kalkmasını, Türkiye’nin AB üyesi olmasını da istemektedir. 1960 yılından sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri iki istisna dışında AB üyeliğini savunmaktadır. Ama hiçbir AB üyesi ülkede idam cezası yoktur.

Bu sebeple Ahmet Hakan’ın ifadesiyle siyasilere “boşuna gaz verilmesin.” SBF’den arkadaşım, eski başbakan Mesut Yılmaz idam gelirse 7 maddede ne olacağını Ahmet Hakan’a açıklamıştır: Sözleşme ihlal edilir, Avrupa Konseyi üyeliği biter, suçluları iade sözleşmesi ihlal edilir, müzakereler dondurulur, Avrupa iade etmez, evrensel hukuktan kopulur, Beyaz Rusya’nın gerisine düşeriz.

Vatandaş “asın asın” diyerek siyasilere baskı yapıyor ama kimin asılacağı sorusuna  cevap vermiyor. Eğer bir yanlış kararla kişi idam edilir ve sonra idam kararının yanlışlığı ortaya çıkarsa, idam edileni geri getirmek mümkün değildir. Bu konuda Akif Beki’nin “Ya sapık diye asılsaydı” başlıklı yazısını idam isteyenler mutlaka okumalıdır. Çünkü meydanlarda seslerini yükseltenler, bilgi sahibi olmadan fikir sahibidirler. Bu tür popülist söylemler ülkeye zarar verir. Abdülkadir Selvi 3 Kasım 2016 tarihli yazısında “Öcalan için kesinleşmiş cezası nedeniyle eskiye yürüyemeyecek”  demektedir.

Türkiye’de Avrupa’da yabancı düşmanlığı ile oy avcılığı yapanları ve minare konusunda halk oylaması isteyenleri neden eleştiriyoruz?

Başbakan Yıldırım’ın “Kardeşim senin çizgine mizgine biz bakmayız. Kırmızı çizgiyi millet çizer bizde millet. Senin çizginin ne hükmü var? Senin çizginin üzerine bir çizgi de biz çizeriz. Bırakın bu işleri” açıklaması Türk halkının hoşuna gidebilir ama Türkiye bu gezegende tek başına bir ülke değildir. Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker’in  idam konusunda 25 Temmuz 2016 tarihinde  “İdam cezasının olduğu bir ülkenin AB’de yeri olamaz” dediğini  unutmayalım.

Referandum sonrası Alman Bild gazetesine konuşan Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, Türkiye’nin AB’den daha da uzaklaşmamasının kendi yararına olacağını savunmuştur. “AB’ye katılım konusundaki herhangi bir karar yakın zamanda gündemde olmayacak” diyen Gabriel, şu an için üyelik beklentisinde olunmasının gerçekçi olmayacağını, ancak hangi yöne gideceğine ilişkin kararın Türkiye’ye ait olduğunu açıklamıştır: “Sağlanan finansmanın üçte ikisinden fazlası, turistlerin üçte ikisi AB’den gelmektedir. AB ile ticari ilişkileri başlı başına canlı tutmak ve geliştirmek, hem Türkiye hem de Avrupa’nın menfaatinedir.”

Eğer idam cezası TBMM’den geçer ve yasalaşırsa, Türkiye’de eksen tartışmaları gündeme gelir. 2023 vizyonu  tartışılırken, son yıllarda izlenen dış politika sebebiyle Türkiye’nin dış politikasında  eksen kayması var mı sorusu gündeme gelmiştir. TÜSİAD’ın  Görüş Dergisi Ağustos 2010 tarihli sayısında  dış politikadaki eksen kayması tartışmalarını ele almış ve  Sarkaç Doğuya Kayıyor: Türkiye Sürüklüyor mu, Sürükleniyor mu? kapak sloganıyla çıkmıştır.

Eğer Türkiye’de eksen kayması olursa, Avrupa Konseyi ile ilişkiler kopabilir, AB üyelik süreci donar ve AB üyeliği hayal olur.  Arzu edilmez ama eğer eksenin kayması söz konusu olursa, bu eksen hiçbir zaman  Şanghay İşbirliği Kuruluşu, Avrasya Ekonomik (Gümrük) Birliği ya da bir akademisyen siyasetçi milletvekilinin  önerdiği gibi Altay Birliği (?) olmamalıdır.

AB’nin 2014-2020 bütçe döneminde Türkiye’nin üyeliğini dikkate alan bir bütçe planlaması yapmamış olması,  Avrupalıların Türkiye’yi bu dönemde üye olarak görmediğini ortaya koymaktadır. Bunun sebebi Türkiye’nin Avrupalılığı konusunda süregelen tartışmalardır. Türkiye’nin AB üyeliği uluslararası hukuk açısından bir ahdi yükümlülük olmasına rağmen bazı Avrupalı siyasetçiler tarafından Türkiye’ye önerilen ayrıcalıklı (imtiyazlı) ortaklık, uluslararası hukukta geçerli olan ahde vefa (pacta sunt servanda) kuralını yok saymakla eş anlamlıdır. Türkiye, AB ile gümrük birliğini gerçekleştirdiği için bir anlamda ayrıcalıklı ortak statüsündedir. AB’ye sonradan katılan ülkeler arasında Yunanistan dışında hiçbir ülke önce gümrük birliğine girerek üye olmamıştır.

Türkiye’nin gelecek yıllarda küresel ve bölgesel imkânları nasıl değerlendirebileceği, ne türden stratejiler belirleyeceği çok önemlidir. Bu sorulara cevaplar aranırken, dünyada mevcut ve muhtemel geniş ve dar kapsamlı birleşme hareketlerini iyi izlemek gerekir. Bu kapsamda ABD ile AB arasında gerçekleştirilmesi öngörülen Transatlantik Ticaret Anlaşması göz ardı edilmemelidir. Bu bakımdan Türkiye’nin küreselleşen dünyadaki yerini sağlıklı bir şekilde belirlemek, kısa ve uzun vadeli durum değerlendirmelerinde bulunmak, çağdaş bir ülke olmak için  büyük önem taşımaktadır.

Türkiye, dünya ekonomisi ile bütünleşme çabası içinde olan gelişme yolundaki ülkeler arasındadır. Avrupa kıtasında olmayan ülkelerden farkı, Batı’nın siyasi ve ekonomik kuruluşlarının tamamına yakınına üye, diğerleriyle çok yakın ilişki içinde bulunmasıdır. Önemli fark, coğrafi konumu ile ilgilidir. Türkiye bulunduğu bölgede Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Ekonomik İşbirliği Kuruluşu ve İslam Konferansı Kuruluşu’na üyedir, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile yakın ilişkiler içindedir. Türkiye’nin değişen dünya şartlarına uyum sağlaması ve dünya ekonomisiyle bütünleşebilmesi için orta ve uzun vadeli stratejilere ihtiyacı vardır.

Türkiye için zaman zaman “Batıya giden gemide Doğuya koşan ülke” benzetmesi yapılmıştır ama bunun doğru olmadığı Türkiye’nin üye olduğu Avrupalı ekonomik, askeri ve siyasi kuruluşlar tarafından ispatlanmıştır. Türkiye’nin dışında hiçbir Müslüman ülke AB dışındaki tüm Avrupalı kuruluşlara üye değildir. Türkler Batı’ya yönelmiş bir millettir, Orta Asya’dan çıktıktan sonra daima Batı’ya doğru göç etmiştir.

Lucius Annaeus Seneca “Hangi kapıya yöneldiğini bilmeyen hiçbir zaman uygun esen rüzgarı bulamaz” (ignoranti quem portum petat nullus suus ventus est) derken haklıdır.  Çünkü, yöneldiğiniz kapıyı bilmezseniz, hiçbir zaman uygun esen rüzgarı yakalayamazsınız. Ama bazen kapıyı bulmanız yeterli olmayabilir. Çünkü rüzgâr eğer tersten eserse, sizi uygun olan kapıya değil istemediğiniz bir kapıya yönlendirebilir. 

Türkiye; laik ve demokratik ilkeleri benimsemiş, Batı dünyası ile ortak sınıra sahip ve ona komşu,  AB ülkeleri ile tarihi ilişkileri bulunan, dünya üzerinde mevcut 57 İslam ülkesi arasında ekonomik, politik, sosyal, kültürel ve sportif alanlarda en gelişmişler arasında yer alan, hayat tarzı olarak kendi kültürel değerlerini koruyarak Batı’yı seçmiş bir ülkedir. Buna rağmen bazı AB üyesi ülkeler ile bu ülkelerdeki siyasetçilerin Türkiye’ye karşı olmalarının altında Türklerin Müslüman olmaları yatmaktadır.

Türkiye ile AB arasında müzakerelerin açıldığı 2005 yılında Avusturyalıların direnişini kıran İşçi Patisi milletvekili ve  dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Jack Straw 2013 yılında yayınlanan kitabının 18’nci bölümünü Avrupa Birliği ve Türkiye’ye ayırmıştır. Hasta Adam Karşılık Veriyor: Avrupa ve Türkiye başlıklı bölümde Straw müzakere sürecinin başlamasından bu yana Angela Merkel ile Nicolas Sarkozy gibi Avrupalı siyasetçilerin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıktığını hatırlatarak bu iki siyasetçinin Türkiye’nin üyeliğini arzulamamasını, Türkiye’nin Müslüman bir ülke olmasına bağlamıştır  (Straw, 2013,  Chapter 18). AB’de bazı  ülkeler  ve  liderleri, Türkiye’ye  karşı Bobon kriterleri (Bo: Bizden Olanlar, Bon: Bizden Olmayanlar)  uygulamaktadır. Bu çifte standart  devam ettiği sürece tarafların birbirlerini anlama zorluğu devam edecektir.

Uluslararası ekonomik ve siyasi ilişkilerde ülkelerin birbirlerini nasıl algıladıkları önemlidir. Bu algı, tarafların birbirlerine karşı tarihsel imaj ve kültürel birikimlerin etkisinden geçerek oluşur. Algılar bazen peşin yargılardan etkilenir ama algıların varlığı maddi gerçekliğin küçümsenmesi anlamına gelmez. Maddi gerçekliğe anlam kazandıran, o gerçekliğe taraflarca atfedilen önemdir. Günümüzün küresel dünyasında algılar statik olmayıp hızla değişebilmektedir. Tarafların eylemleri algıları doğurur. Bu sebeple eylem değişince algı da değişebilir.

Türkiye’nin AB üyeliği hedefinden bir sapma söz konusu değildir. Çünkü, 2001, 2003 ve 2008 yıllarında güncellenerek Bakanlar Kurulu kararıyla Resmi Gazete’de yayınlanan AB üyeliği hedefine yönelik Türkiye Ulusal Programı’nın giriş bölümündeki hedefte bir değişiklik olmamıştır. Dokuzuncu Cumhurbaşkanı merhum Süleyman Demirel’in Aydın Doğan’a 7 Şubat 2015 tarihinde yazmış olduğu mektupta önemle üzerinde durduğu husus, “Türkiye, ne olursa olsun, Avrupa Birliği çıpasına sarılmalıdır. Bundan vazgeçmek olmazdır.

Müzakereler tamamlansa bile Türkiye’nin bir gün AB üyesi olma ihtimali, AB kamuoyunun Türkiye’ye bakış açısını değiştirmesine ve de Türkiye’ye karşı uygulamış olduğu çifte standartları terk etmesine bağlıdır. AB Devlet ve Hükümet Başkanları 17 Aralık 2004 tarihinde şu kararı almışlardır: Eğer Türkiye AB’ye üye olmaz ise, Türkiye’nin, AB kurumlarına demirlenmesi (is fully anchored in the European structures) söz konusudur. Demirlemek şu demektir: “Avrupa Birliği’ne eğer üye olamayacaksanız, AB’den fazla uzaklara da gitmeyin.” Bu durumu Türkiye kabul edemez.

Avrupa Birliği üyeliği Türkiye için önemlidir. Avrupa Birliği’nde müzakerelerin popülist yaklaşımlara kurban edilmesi durumunda ilişkilerde bir düzelme olmaz. Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun NTV kanalında “Avrupa’dan çıkalım” dedikten sonra 11’nci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 25’nci Kalite Kongresi’nin açılışında “Esas hedef, AB’nin 27-28 üye ülkesinden biri olmak değildir; mesele o seviyede bir ülke olmaktır. Bunu Avrupa’yı tatmin etmek, Avrupa’ya taviz vermek anlamında görürseniz yanılırsınız” açıklamasını, bu kapsamda değerlendirmek gerekir.

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun 28 Ocak 2015,  AB Bakanı Volkan Bozkır’ın 18 Mayıs 2016 tarihinde AB bizim için stratejik bir hedeftir” ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 9 Ocak 2017 tarihindeki “Türkiye’nin olmadığı Avrupa eksiktir” açıklamaları, AB ile iplerin henüz kopma noktasına gelmediğini göstermektedir. Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin 20 Mart 2017 tarihindeki açıklamasını da bu kapsamda değerlendirmek gerekir: “Türkiye’nin yolculuğu, Avrupalı dostları ile birlikte medeniyet yolculuğudur.”

Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek Marmara Grubu Vakfı tarafından 5 Nisan 2017 tarihinde İstanbul’da düzenlenen 20’nci Avrasya Ekonomi Zirvesi’nin açılışında yaptığı konuşmada, “Gümrük Birliğinin güncelleşmesi gerekiyor. Bunlar sayesinde Türkiye AB ticaret hacmi 150 milyardan 300 milyara çıkabilir. AB Komisyonu da oy birliği ile bu süreci oylamıştı. Tarihi de belirmeme söz konusuydu”  açıklaması göz ardı edilemez.

Mehmet Şimşek daha önce de AB bizim için önemli bir çıpa, Batı’dan bir kopuş görmüyorum”  tespitinde bulunmuştu. Diğer Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli de “Avrupa, bizim en büyük ekonomik ortaklarımızdan biridir. Bu ticaretten her iki taraf da çıkar sağlıyor. İki tarafın menfaatini yükseltecek şekilde ilişkilerimiz devam edecektir” demiştir. 

Türkiye’nin çağdaş dünyayla bütünleşmesi için cesur adımlar atan rahmetli Turgut Özal Avrupa Birliği üyeliğimizi 1987 yılında “Uzun ince bir yol” şeklinde değerlendirmiştir ama Cumhurbaşkanı Erdoğan 6 Nisan 2017’de Balıkesir’deki açılış töreninde yaptığı konuşmada “Avrupa öyle bir hale geldi ki bitti, tükendi. Ama bedelini çok ağır ödeyecekler” demiştir. 1999 yılında New York’taki Türk Günü Yürüyüşü’nde beraber yürüdüğümüz dönemin Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış‘ın 24 Nisan 2012 tarihli basın toplantısındaki açıklamaları geçerliliğini  günümüzde de koruduğu Bağış’ın açıklaması aynen şöyledir:

“Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Avrupa Birliği üyeliğini ‘Cumhuriyetimizin ilanından sonraki en önemli çağdaşlaşma projesi’ olarak ilan ederken, Türkiye’nin bu yoldan geri dönüşü olmadığını belirtmiştir. AB süreci, Türk dış politikasının temel ilkeleri açısından da bakıldığında, bu ilkelerin hayata geçirilmesi noktasında dış politikamızın lokomotifidir. AB perspektifini Türkiye’den ve Türk dış politikasından çekip aldığınız takdirde Türkiye treninin ilerlemesi söz konusu olamaz.

Reform ve değişim perspektifi olmayan bir dış politika anlayışı geçmişte de görüldüğü gibi boşluğa düşmeye, ülkesini geriletmeye mahkûmdur. O yüzden bu süreç her zaman Türkiye için bir devlet politikası olmuş, ülkemizin olmazsa olmaz politikalarından biri olarak önemini korumuştur, korumaya da devam edecektir.

Bu süreci önemli kılan en kritik noktalardan biri de şudur. Türk milleti her zaman bu sürecin arkasında durmuş ve hiçbir şekilde Türkiye’nin farklı bir istikamete yönelmesine izin vermemiştir. İşte onun için Türkiye’de AB üyeliği konusu bir tercih veya tartışma sebebi olarak görülmemiş, aksine bunu bir devlet politikası olarak belirleyerek, üyelik için ne gerekiyorsa o yapılmıştır, yapılmaktadır.

AB perspektifi olmadan Türk dış politikasının hedeflerine ulaşması söz konusu olamaz.

Türk dış politikasının ilgi alanı genişlerken, Türkiye’nin etki ve nüfuz alanı daha geniş bir coğrafyaya yayılırken Avrupa Birliği süreci de bunun sürükleyici bir unsurudur. Şurası da çok açıktır ki Avrupa Birliği, muasır medeniyetler seviyesinin bugünkü koşullarda en doğru adreslerinin başında gelmektedir. Bu sürecin sonunda istisnasız her ülke demokratik standartlarını yükseltmiş, daha yüksek standartlarda bir refah ve kalkınma düzeyi yakalamış, dilini, kültürünü, bayrağını daha geniş bir coğrafyada etkin kılmıştır.

Avrupa Birliği ileri demokrasi demektir. Avrupa Birliği daha adil bir düzen demektir. Avrupa Birliği daha şeffaf, daha kalkınmış bir toplum demektir.

Demokrasiyle ilgili her manşet aslında Hükümetimizin reform sürecindeki kararlılığın bir ifadesi olduğu gibi aynı zamanda Avrupa Birliği ile ilgili atılmış bir manşettir. Hukuk normlarımızın çağa uygun hale getirilmesi noktasındaki her haber,  aslında AK Parti Hükümetinin bu yöndeki irade beyanı olduğu gibi aynı zamanda Avrupa Birliği sürecinin de bir yansıması olarak kamuoyumuzun dikkatine getirilmektedir.

Demokrasiyle ilgili, insan haklarıyla ilgili, ekonomiyle ilgili, sosyal meselelerle ilgili her bir gelişme esasen Avrupa Birliği süreciyle de doğrudan ilgilidir.

İşte bu yüzden Türk milleti her zaman bu sürecin arkasında durmuş ve hiçbir şekilde Türkiye’nin farklı bir istikamete yönelmesine izin vermemiştir. İşte onun için Türkiye’de AB üyeliği konusu bir tercih veya tartışma sebebi olarak görülmemiş, aksine bunu bir devlet politikası olarak belirleyerek, üyelik için ne gerekiyorsa o yapılmıştır, yapılmaktadır.

Avrupa Birliği’ne tam üyelik, 1959’dan bu yana Türkiye için bir devlet politikası olmuş, bütün Hükümetlerin Türkiye’yi ulaştırmak istediği bir hedef olma niteliğini korumuştur. Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk, gelecek nesillerimize Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarma hedefini miras bırakırken, açıkça bugünkü Avrupa Birliği’ni işaret etmiştir. O günkü adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na ilk başvurumuzu yapan Başbakan Adnan Menderes, o gün Türkiye’nin Avrupa’ya ilk adımını attığını söylemiştir.

Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerinin hukuki temeli olan Ankara Anlaşmasına 1963 yılında imza atan İsmet İnönü, Avrupa Birliği’ni, “Beşeriyet tarihi boyunca insan zekâsının vücuda getirdiği en cesur eser” olarak tanımlamıştır. Türkiye’nin çağdaş dünyayla bütünleşmesi için cesur adımlar atan rahmetli Turgut Özal Avrupa Birliği üyeliğimizi “Uzun ince bir yol” şeklinde ifade etmiştir. Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Avrupa Birliği üyeliğini “Cumhuriyetimizin ilanından sonraki en önemli çağdaşlaşma projesi” olarak ilan ederken, Türkiye’nin bu yoldan geri dönüşü olmadığını belirtmiştir.  Avrupa Birliği sürecinin Türkiye için bir devlet politikası niteliğinde olmasının altında Türkiye’nin dünyanın en çağdaş ülkeleri arasında yerini alması, milletimizin, hak ettiği bu evrensel standartlara bir an önce kavuşabilmesi yatmaktadır.

Katılım müzakerelerini yürüten Türkiye’nin, müzakerelere başlamadan önceki Türkiye’den çok daha demokratik, zengin ve saygın bir ülke konumuna yükselmesini asla bir tesadüf olarak nitelendiremeyiz. Avrupa Birliği üyelik hedefi doğrultusunda gerçekleştirdiğimiz reformlar Türkiye’yi daha güvenilir ve öngörülebilir bir ülke haline getirmiş, ülkemiz bu sayede bir cazibe merkezi olmaya başlamıştır.

Başbakan Erdoğan 12 Ağustos 2010 tarihinde Ankara’daki büyükelçilere vermiş olduğu iftar yemeğinde “Türkiye’nin dış politika ekseni değişmemiştirdemiştir. Eksen şimdilik değişmemiştir ama önümüzdeki 50 yıl içinde dünyada, bölgemizde ve Avrupa’da büyük değişikler olacaktır. 

Bu gerçeği görerek Türkiye yeni bir strateji belirlemek zorundadır. 63 yıl önce NATO kurulduğunda hiç kimse; 1989 yılında Sovyetler Birliği’nin çökeceğini, Avrupa’nın iki bloklu yapısının ortadan kalkacağını, Varşova Paktı’nın 1 Temmuz 1991’de dağılacağını, Savaş sonrası Avrupa’sının iki kutuplu yapısının askeri bakımdan tarihe karışacağını, Polonya, Çek ve Slovak Cumhuriyetleri, Slovenya,  Macaristan,  Estonya,  Letonya,  Litvanya, Romanya ve Bulgaristan gibi eski sosyalist ülkelerin Türkiye’den önce Avrupa Birliği üyesi olacaklarını tahmin etmiyordu.    

Tüm olumsuzluklara rağmen Türkiye Batı dünyasından kopmamalıdır. Avrasya ile ilişkiler geliştirilmeli, fakat Rusya’nın egemen olduğu kuruluşlara girme çabalarına son vermelidir. Rusya ile olan uçak krizinden sonra Batı dünyası ve AB ile ilişkiler daha çok önem kazanmıştır. Bu kapsamda değerlendirildiğinde, Türkiye’de son tartışmaların ışığında bir çelişkili durum ortaya çıkmıştır: Hem AB’ye üye olmak ve hem de idam istemek. Bu yaman çelişki hiçbir medeni ülkede yoktur. İdam geri gelirse,  Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerini yeniden gözden geçirmesi gerekir.

Avrupa Birliği üyeliği, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923 yılında ilanından sonraki en önemli çağdaşlaşma projesidir. Büyük Önder Atatürk 29 Ekim 1923 tarihinde Fransız yazar Maurice Pernot’ya verdiği demeçte tercihini yapmıştır: “Kabul etmelisiniz ki, doğuda yaşamayı seçmeye mecbur olduğunuz için, ırkımızın beşiği ile ilgili olması nedeniyle mümkün olduğu kadar yakın batıyı bir yerleşim yeri seçtik. Fakat vücutlarımız doğuda ise fikirlerimiz batıya doğru yönelik kalmıştır. Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye’de asri binaenaleyh batılı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edipte Batıya yönelmemiş millet hangisidir?”

Bu konuda söze son noktayı AK Parti Grup Başkanvekili Prof. Dr. Naci Bostancı koymuştur: “İnsanların kafasını karıştırmaya gerek yok!” Türkiye, Batı dünyası ile ilişkilerini kesmeden aşağıdaki fotoğraf karesinde yer alamaz ve de almamalıdır.

şanghay işbirliği örgütü ile ilgili görsel sonucu