Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

BİR KATLİAMIN ANATOMİSİ

13 Mart 2016 Ankara – Kızılay Güvenpark Saldırısı

-1-

O gece

Son beş ay içinde Ankara’da meydana gelen 3’üncü saldırıydı. Yıllarca ülkemize acılar yaşatmış PKK’nın ise doğrudan sivil vatandaşlarımızı hedef alan bir saldırısıydı Ankara’nın merkezinde.

Olay yerinde ve o gece hastanelerde 35 vatandaşımız şehit oldu. O gün bacakları ampute olan bir gencimiz ise 8 gün dayanabildi.  Ve bir de annesinin karnında henüz doğmamış 6 aylık bir bebek…

Ailelerin çoğu kayıpları hakkında bilgilendirilmedi. Birçoğu umudunu muhafaza ederek korkuyla güzel bir haber bekledi ama saatlerce sonra acı gerçeği öğrendi çoğu. Hayatını kaybedenlerin isimlerini Valilik açıkladı sonra. Arkasından resmi demeçler, kınamalar, ağızlar dolusu lanet okumalar… Kızılay’ı beyaz brandalarla gizleyip, canlarımızı siyah ceset torbalarında verdiler.

Sonrasında neler oldu?

Ondan sonraki birkaç gün içerisinde, yaşamakla yaşamamak arasında gidip gelinen o günlerde siyasetçisi, memuru hep aynı şeyi söyledi: “Allah’ın takdiri, isyan etmeyin, sabırlı olun vs.”…

Allah’a isyan etmediler zaten.

Teröre, işbirlikçisine, görmezden gelene, bilinen ve bağıra bağıra gelen bu saldırıyı engellemeyenlere, buna sebep olanlaraydı bu isyan…

Aileler bir şekilde 5233 sayılı Terörden Doğan Zararların Karşılanmasına dair bir kanun olduğunu, olaydan sonra 60 gün içerisinde Valiliğe başvurulması gerektiğini öğrendiler. Diğerleri biliyorlar mı acaba diye İl Müdürlüğüne gittiler. Aldıkları cevap; “Liste elimizde yok, savcılık vermedi.”

Oysa olayın ertesi sabahı isimleri Valilik kendi açıklamıştı. Olay yeri tespit tutanağında da vardı. İletişim bilgilerini de Adli Tıp edinmişti zaten cenazeleri teslim ederken. Ulaşmışlardır diye düşündüler. Sonra Valiliğin ve İl Müdürlüğünün elinde olmayan hayatını kaybedenlerin yakınlarının listesine eriştiler. Hepsine tek tek ulaştılar.  Yarısından fazlasının haberi bile yoktu bu haklardan. Hiçbir devlet görevlisi de bilgi vermemiş. Son birkaç gün içinde hepsinin dilekçe vermesini sağlamaya çalıştılar.

Bu süreç içerisinde birkaç kurum ve kuruluş hariç kimse destek olmadı. Ne bir sağlık, ne bir sosyal, ne de bir psikolojik destek alabildiler devletten.

Yani devlet bu ailelere hiç gitmedi. Devletin değişik birimlerinde olan belgeleri ayrı ayrı toplamalarını istediler. Üstelik o kurumdan öteki kuruma dolaştırıp durdular. Dilekçelerden sonra beklemeye başladılar. Valilik, 14 Mart sabahı kendisinin açıklamasına rağmen, Adli Tıp’tan cenazelerini alırken ‘saldırıda hayatını kaybettiğini belirten raporlar’ verildiği halde, olay yeri tutanağı ve krokisinde hayatını kaybedenlerin tek tek isimleri belirlenmiş olmasına rağmen ‘hayatlarını bu olayda kaybetmiş olduklarına dair’ kararı vermek için 15 Temmuz oluncaya kadar 6 ay bekledi. Sonra karar verdiler. Lakin süresi dolduğu için başvurusu ret edilenler oldu.

Yaralıları ve durumlarını ise hiç öğrenemedik 15 ay sonra iddianame ortaya çıkana kadar. Onların büyük bir kısmı da habersizdi haklarından. Hala kendi tedavisini kendi imkânlarıyla yürütmeye çalışan yaralıların olduğunu öğrendik.

Bir başka Terör örgütünün sebep olduğu 15 Temmuz hadisesinden sonra aynı dönemde başvurularını yaptılar. Hiç sorgu sual edilmeden özel kanunlar çıkarılarak onlara krallar gibi muamele edilirken, bu aileler bir kenarda bekletildi. SGK onlar için sayfa sayfa bildiriler yayınlayıp her türlü iş ve işlemleri derhal sonuçlandırırken bu aileler oradan oraya koşturuldu. Hatta evrakları kayboldu.

En acısı da bu oldu.

Çok mağdur durumda kalmış aileler olmasına rağmen bu canlara 30 bin lira değer biçildi. Yanlış anlaşılmasın. Ailelerin böyle bir talepleri yok. Zira hiçbir şey kayıplarının yokluğunu dolduramaz. Sadece, ne kadar ayrıştırıldığımızı anlatmak için bu rakamı zikrediyorum. Devlet olanca gücüyle onlara seferber olurken bu aileleri hiç görmedi, ilgilenmedi. Şehit bile saymadı.

Güvenpark’ta yitirdiklerini anacakları bir anıt bile dikilmedi.

Ayrıştırıldılar. Hala da öyle…

Oysa bu insanlar Türkiye idi.

Bir yerlere değil sadece bir yere aittiler; Türkiye’ye…

Hani o koca koca laflarla edilen “Mozaik” var ya!

İşte o ‘Mozaik’ onlardı.

Her görüşten, her yaştan, her ilden, her meslekten, her kıyafetten, her mezhepten…

Paramparça ettiler…

Yanlarında olan insanlar haricinde Devlet onların “Kimse”si olmadı.

Oralı bile olmadı, görmezden geldi. İteledi bir kenara.

Unuttu, unutturdu…

Sınırlar, denizler ötesindekilerin adını zikredip gözyaşı dökenler, 36 canın birini bile anmadılar, gözyaşı dökmediler.

Ama arkada bir sürü soru kaldı…

13mart cicek

-2-

Aslında ne olmuştu?

Neden olmuştu?

Bunun sorumluları kimdi?

Çözüm süreci denen o saçma sapan dönemden sonra Türkiye’mizin birçok yerinde gerçekleşen saldırılar… Her saldırı sonrası edilen kallavi laflar, kınamalar, gittikçe ayrışan toplum ve beklenen, zikredilen KAOS…

Hayatını kaybeden askerlerimiz, polislerimiz ve sivil vatandaşlarımız… Zarar gören ve hayatı boyunca bunun izlerini taşıyacak insanlarımız… Ve arkada kalanlar, unutulanlar…

Ama ben bugün Başkent Ankara’yı yazmak istiyorum.

Olamayanlara inat Ankara olmak istiyorum.

Ankara

Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti, Mustafa Kemal’in emaneti Ankara. Yüz bulan, şımaran, şımartılan terör örgütlerinin 5 ay içinde 3 kez vurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti… Gri, kasvetli ama mağrur güzel insanların yaşadığı şehir.

10 Ekim 2015 günü vuruldu ilk önce. Barış mitingi için, münferiden veya bağlı oldukları sivil toplum kuruluşları ve partiler nezdinde gar önünde toplanan insanlar.

Üzerlerine patlayıcı dolu yelekleri giyen 2 terörist gar önünde, miting için hazırlanan insanların arasına daldılar. Arka arkaya 2 patlama gerçekleşti, ki daha sonra IŞİD militanı oldukları açıklandı.  Tam 107 vatandaşımız can verdi.

İlk orada gördük toplumun ne kadar ayrıştırıldığını.  Bir kısım insanlar yüreğinden bu acıyı hissederken maalesef bir kısmı “onlar zaten şucuydu, bucuydu”, hatta “iyi oldu” gibi kelimelerle zihniyetlerini belli ettiler.

4 ay sonra…

17 Şubat 2016 tarihinde Merasim Sokakta, akşamüzeri, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarını taşıyacak servis araçlarının yanında bir bombalı araç patladı.  Tam 29 insanımızı kaybettik.  Aralarında rütbeli askeri personel olduğu gibi sivil görevliler de vardı.

Arkasından yetkili isimler ekranlara çıkarak her türlü tedbirin alınacağını, Ankara özelinde çok daha farklı tedbirlerin yürürlüğe konacağını söylediler.  Tedirginlikle bekledik ama her ne hikmetse bu tedbirlerin alınmadığını, bir türlü yürürlüğe konmadığını Ankara olarak bizzat yaşadık.

3 hafta sonra…

Türkiye Cumhuriyeti’ne meydan okurcasına Başkent Ankara’nın tam göbeğinde, Kızılay’da Güvenpark otobüs duraklarının önünde bir bombalı araç daha patladı.

Pazar Günüydü…

İnsanlar sevdikleriyle, dostlarıyla, aileleriyle gezmeye çıkmışlardı o gün. Birçok genç çarpıtılmış Eğitim Sistemimizin bir ürünü olan kurslardan çıkmışlardı. Bir kısım genç ise geleceklerini belirleyecek olan üniversite sınavına girmiş, sınav sonrası rahatlamak için oradaydılar.  Lakin, neredeyse yazdan kalma güzel bir bahar günü, saat 18.45 sıralarında bir alev topunun içinde kaldılar.

Sonra gökyüzü üç gün ağladı…

36 can yitirildi, 36 sivil vatandaş hayatını kaybetti. Ve anne karnında bir bebek…

Derhal yayın yasakları koydular, bölgeyi beyaz brandalarla çevirdiler, olayın izlerini 24 saat geçmeden yok ettiler.  Ve ondan sonra ne hatırladılar, ne konuştular, ne yazdılar, ne de geldiler…

-3-

Sorular, sorular, sorular…

Ülkenin büyük gazeteleri ilk andan itibaren internet sitelerinde olayla ilgili haberleri geçmeye başladılar.  Özellikle biri, aynı gece yarısı, olaydan tam 8 saat sonra kendi haber sitesinde 7 muhabirin imza attığı bir haber paylaştı.  Bu haberde eylemi yapan bayan teröristin bütün bilgilerini verdiler.  Nereli olduğu, nerede okuduğu, ne zaman örgüte katıldığı… Sadece ismini zikretmediler.

Ancak soruşturma makamı iddianamede Seher Çağla Demir’in kimlik tespitinin Adli Tıp Kurumu’nun verdiği rapor doğrultusunda ve PKK terör örgütünün bir yapılanması olan TAK isimli örgütün internet sitesinde üslenerek teröristin ismini açıklamasından yola çıkılarak DNA testi uygulandığını ve tespit edildiğini iddia etmişti.

O zaman, muhabirler olaydan sonra bu bilgileri nasıl, nereden ve kimlerden elde etmiştir ve sadece 8 saat içinde haber yapabilmişlerdir?

Öyle ya; kimlik tespiti için yola çıktıkları ATK raporunun tarihi 15 Mart 2016, Örgütün internet açıklamasının tarihi ise 17 Mart 2016.  DNA testi yapılan ailenin Balıkesir’den getirilmesi ise olayın yaşandığı gece.  Olay yerinde bulunan o kadar delil ve vücut parçası içinde bir parmaktan bu bilgiye bu kadar kısa zamanda ulaşılması ise pek mümkün görünmüyor.

Birileri büyük bir yalan mı söylüyor?

Bütün bunları zaten bilen ve engellemeyen birileri mi var?

Teröristin yüz tanıma sistemine kayıtlı olduğu ve olay öncesinde yüzlerce kameranın olduğu Güvenpark’ta keşif yaptığı haberlerini de dikkate aldığımızda ihmal ve kusurun ötesinde bir ihanetin olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım.

Bazı tanıkların ifade ettiği gibi patlamanın öncesinde Kızılay AVM’nin önünde 2 ambulans ve 1 itfaiyenin beklediği, Ankara’nın başka yerinde görevli bir kısım temizlik görevlisinin o gün olay öncesinde herhangi bir açıklama yapılmaksızın Güvenpark bölgesine götürüldüğü iddiaları…

Ve hatta olay öncesinde Necatibey civarlarında cenaze araçlarının, kamyonların bekletildiği, Yapı Kredi Bankası önünde 7-8 koyu renk takım elbiseli şahsın olduğu ve patlamanın olduğu noktaya yoğunlaştıkları gibi söylentilerin de detaylı bir şekilde araştırılması gerekmez miydi?

Ama araştırılmadı. Üstelik ilk duruşmalara bu konularda tanıklık yapacak şahıslar da katılmalarına rağmen sonraki duruşmalarda tanıklıklarını göremedik, dava dosyasına bile girmediler, kaybolup gittiler.

Kızılay gibi bir bölgede yüzlerce kamera olmasına rağmen her ne hikmetse sadece metro girişinde bulunan kamera haricinde kayıt bulunamaması da ilginç değil midir?

Yayın yasağını hiçe sayarcasına sonraki günlerde çıkan haberlerde aracın nereden alındığı, Ankara’ya hangi tarihlerde gelindiği, hangi güzergâhlarda dolaştığı, hatta bir benzinliğin kamera görüntüleri, patlayıcının getirilmesine ilişkin görüntüler, düzeneğin nerede oluşturulduğu, nerede barındıkları, 3. bir şahsın varlığı, nasıl Ankara’nın dışına kaçtığı, patlayıcıların gömüldüğü yer neredeyse saat saat dakika dakika internet haber sitelerinde yer aldı. Sanki “bakın nasıl hızlı çalışıyoruz, nasıl hızla ortaya çıkarıyoruz” dermiş gibi…

Olan olduktan sonra, yiten insanları ne geri getirebilir ki?..

Bütün bu gizli kalması gereken bilgilere sahip olan soruşturma makamları bunları muhabirlere verirken, hayatını kaybedenlerin iletişim bilgilerinin gizlenmesi sizce de garip değil mi?

Bütün bunlar, bu eylemin beklendiğini, hatta teröristin bile bilindiğini ancak engellenmediğini göstermiyor mu?

Yoksa…

Bu patlama istenen yerde mi gerçekleşmedi?

Alınmayan Tedbirler

Yetkililerce 17 Şubat’taki saldırıyı müteakip alınacağı söylenen ancak 3 hafta boyunca bizim göremediğimiz tedbirler 15 Mart sabahından itibaren birkaç gün içinde derhal alındı.

10 Ekim 2015 tarihindeki gar saldırısı sonrası görevden alınan Emniyet Müdürü’nün yerine 5 aydır herhangi bir atama yapılmamıştı. Yani güzel Ankara’mız 15 Mart 2016 tarihine kadar vekalete kurban edilmişti.

Yeni atanan Emniyet Müdürünün 17, 18 ve 19 Mart günlerinde Ankara’da yaptığı denetimde sahte plakalı araçlarla 3 gün boyunca özellikle merkezi yerler olmak üzere tamamında denetime çıktığını ve bu üç gün boyunca hiçbir asayiş noktasında durdurulmadığı gibi hiçbir Mobese kamerasından da tespit edilemediğini kendisinin “Basın Açıklaması”ndan öğrendik.  Arkasından, birkaç gün içinde bütün bu tedbirlerin en etkin şekilde alınabildiğini de gördük. Ve o günden bugüne kadar Başkent Ankara’mızda böyle bir olay yaşamadık.

Ankara’da yakın zamanda iki büyük saldırı gerçekleşmiş olmasına rağmen,  ağızlar dolusu laflarla “Tedbir alınacak” diyenler hiçbir tedbir almamışlardı demek ki.

Ama neden?

-4-

Dava ve İddianame

Yaklaşık 15 ay sonra olayla ilgili iddianame hazırlanarak dava açıldı.

Ancak tespit edilen terör örgütü liderleri ve mensupları ile olay sonrası yapılan soruşturmada tespit edilen ve tutuklanan şahıslar dışında Ankara’da yaşanan bu güvenlik zafiyetinin sorumlularının hiçbir şekilde soruşturulmadığını gördük.

Duruşmalarda mahkeme heyetine bugüne kadar yapılan tüm duruşmalarda da defaten bu talep dile getirilmiş, dilekçeler verilmiş olmasına rağmen hiçbir işlem yapılmadı.

Ortada bu kadar açık bir ihmal, kusur ve hatta ihanet varken birileri korundu mu? 15 Temmuz’da ihanet edenler bu ihmal, kusur ve hatta ihanetin neresindedir? Defaten talepler yapılmasına rağmen olayın bu boyutu hep görmezden gelindi.

Yakalanan birkaç sanığın cezalandırılmasıyla, bu sanıkların ve sanık avukatlarının Mahkeme Heyetinin gözlerinin içine baka baka mağdur aileleriyle dalga geçmesine ses çıkarılmadan, taleplerimiz dikkate alınmadan, kendi avukatlarımızla göz irtibatı dahi kuramadığımız inşa halindeki salonlarda, ihmal ve kusurları bulunanlara hiç değinmeden, tabiri caizse yangından mal kaçırırcasına bitirildi dava. Yakalanamayanların dosyasını ayırarak…

Lakin, halk sevgili medyamızın da sayesinde Güvenpark Saldırısı Davasının en yüksek cezalar verilerek tüm suçluların cezalandırılarak bittiğini sanmaktadır. İlginçtir ki olayın asıl sorumluları hala dışarıdadır ve sadece piyonlar cezalandırılmıştır. Olayın planlayıcısı olan ve olaydan hemen sonra ihmaller zinciri sayesinde kaçan şahıs dahi İçişleri Bakanlığının arananlar listesine 34 ay sonra girebilmiştir. Üstelik İstanbul Sultanbeyli Saldırısının faili de olmasına rağmen.

Kimdir bu Hacı?

İddianamede çok ilginç olan bir şey daha vardı. O da halen açık kimliği tespit edilememiş olan Yüksekovalı Hacı lakaplı şahıstır. Ve tespit edilmesi için bir gayret de sarf edilmemiştir, edilmemektedir. Sanık listesinde bile yer almamaktadır. Ne yargılanıyor, ne aranıyor, ne de kim olduğu biliniyor.

Olay sonrası yakalanan iki sanığın verdiği ifadelerde 2013 yılında Türkiye’nin çeşitli büyük illerine patlayıcı niteliği olan ve patlayıcılarda kullanılan sıvı kimyasal maddelerin gömüldüğü bilgisine ulaşılmıştı ya hani. İşte bu gömme işleminin organizatörüdür biraz önce bahsettiğimiz Hacı lakaplı şahıs. İfadesi alınan bu iki sanık ile birlikte gömmüştü bu maddeleri. Üstelik bu sanıklar tarafından verilen detaylı eşkâl tarifi ve diğer bilgiler de olmasına rağmen… Hala açık kimliği tespit edilemedi.

İddianamede yazıyordu her şey. Hacı isimli şahısla birlikte bu iki sanığın gömülen yerlerin ve güzergâhların video kayıtlarını aldığı, bir flash disk içerisinde yine bu Hacı isimli şahsa verdiği de yazıyordu iddianamenin içeriğinde.

Lakin Hacı’ya teslim edilen bu Flash diskin yakalandığını, yer alan görüntülerde Hacı’nın görüntüsünün olmadığını da öğreniyoruz inceleme raporundan. Hacı isimli şahsa teslim edildiği ifade edilen flash disk bulunuyor ama her ne hikmetse Hacı isimli şahıs yakalanamıyor. Açık kimliği bile teşhis edilemiyor.

Sır oluyor HACI…

Kimin sırrı acaba?

Bu görüntülerin tekrar incelenmesini, varsa ekleme ve silmelerin, yapıldıysa kimler tarafından yapıldığının da tespit edilmesine ilişkin yazılı talepler cevapsız bırakıldı hep.

Sanki gizemli bir el Hacı’ya kol kanat gerdi.

 

Çözüm sürecinin “Barış Elçileri”

Hacı derken, gömülen patlayıcılar derken, tespit edilemiyor derken…

İster istemez hafızamız bizi biraz daha eskiye götürüp Oslo görüşmelerini hatırlatıyor.

Hani PKK terör örgütünün üst düzey yöneticileri olan Mustafa Karasu, Zübeyir Aydar ve Sabri Ok ile MİT görevlilerinin yaptığı ve yalanlanmayan görüşmeye gidiyor hafızamız.

Ve o görüşmede MİT görevlisi Hanımefendinin ifadeleri geliyor aklımıza; “biliyoruz, biz patlayıcıları nerelere gömdüğünüzü de biliyoruz” …

İşte o MİT görevlilerinin bahsettiği o gömülen patlayıcılar canlarımızı bizden kopardı…

İşte o MİT görevlilerinin “Çözüm Süreci” denen ihanet sarmalında karşı karşıya oturup pazarlık yaptıkları Mustafa Karasu, Zübeyir Aydar ve Sabri Ok yüzlerce insanımızın katili olarak iddianamelerde yer alıyor.

Peki…

Canlarımızın katili sadece onlar mı?