Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Suriye’de son dönemde yaşanan önemli gelişmeler  01 Mart 2003 tezkeresini yeniden gündeme getirdi. 01 Mart tezkeresinin yankıları devam etmekte ve ‘‘Tezkere geçmeli miydi? geç­memeli miydi?’’ tartışması bugün bile  hâlâ yapılmaktadır.

 

Açık kaynaklara yansıyan haberlere göre, önceki hafta Latin Amerika gezisi dönüşünde gazetecilerin soruları cevaplayan Cumhurbaşkanı Erdoğan,  1 Mart tezkere döneminde yaşananları hatırlatarak “ Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım. 1 Mart tezkeresinde Türkiye Irak’ta olsaydı, Irak’ın durumu böyle olmazdı. Çıkacak netice Türkiye’yi masaya getirecekti” diye konuştu. Türkiye’nin ABD öncülüğündeki koalisyon güçleriyle birlikte kuzeyden Irak’a girmesini öngören 1 Mart tezkeresinin Meclis’te reddedilmesiyle büyük hata yapıldığını vurguladı. “1 Mart tezkeresi geçseydi ve Türkiye Irak’ta olsaydı, Irak böyle olmazdı” yorumunu yaptıktan sonra, “Irak’ta düşülen hataya Suriye’de düşmek istemiyorum” diyerek önemli bir mesaj verdi.

Şimdi 2003 yılına dönerek, anılan yıllarda Irak’taki gelişmeleri hafızamızda tazeleyelim.

 ABD’nin Irak’ı İşgali

 Dönemin AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, 9 Mart 2003 tarihinde yapılan Siirt milletvekili yenileme seçimi ile parlamen­toya girmesinden sonra, AKP Kayseri Milletvekili Abdullah Gül başkanlığındaki 58. Cumhuriyet Hükümeti, 11 Mart’ta istifa etti. Erdoğan baş­kanlığındaki 59. Cumhuriyet Hükümeti (2. AKP Hükümeti) de 14 Mart 2003’te kuruldu.

Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki yeni hükümet henüz daha kurulmadan ve güvenoyu alarak işe başlamadan çok önce, Irak krizi patlak vermiş ve 1 Mart tezkeresi reddedilmişti. Daha sonra uzun süre tartışma konusu olan 1 Mart tezkeresinin reddi konusu, bu konusu krizi kucağında bulan yeni hükümeti bir hayli meşgul etmişti.

Kriz, ilgili tarafların inatçı tutumu yüzünden aşılamamış, sonuçta ABD koalisyon ortakları ile birlikte 3 Mart 2003 ta­rihinde Irak’a karşı saldırıya geçmişti. ABD’nin saldırı gerekçesi, Irak’ın elindeki kimyasal silahlar, 11 Eylül 2001 olayının intika­mının alınması ve Saddam Hüseyin’i devirerek Irak’a sözde de­mokrasinin getirilmek istenmesiydi. ABD, tüm dünyanın ‘demokrasi şampiyonu’ olarak sözde de­mokrasi ihraç edeceği vaadiyle ve ellerinde mevcut kimyasal si­lah aldatmacasıyla Irak’a savaş açtı.

3 Mart 2003 günü başlayan II. Körfez savaşı yapılan tahmin­lerin aksine kısa sürdü. Harekâttan önce Saddam ve yönetimi­nin ABD’ye verdikleri gözdağı ve bu yöndeki sözleri boş çıktı. 20 Mart 2003 tarihi itibariyle Bağdat düştü, Saddam kaçtı. Öteden beri toprak bütünlüğünden yana olduğumuz Irak, kuzeyde Kürt­ler, ortada Sünniler, güneyde Şiiler olmak üzere fiili olarak üçe bölündü. Binlerce müslüman arap kadınının namusu zedelendi, yüzbinlerce insan öldü, iki milyon çocuk yetim ve öksüz kaldı.

Bizim açımızdan ise, artık ABD’nin kontrolü altında giren ve bizi doğrudan ilgilendiren Kuzey Irak topraklarında, öteden beri varlığını sürdüren -Kandil dahil- terör yuvaları pekiştirildi, terör kamplarına iyice yerleşildi, bölgede meydana gelen istikrarsız or­tamdan yararlanan PKK yeniden palazlandı. Ortaya çıkan boşlu­ğu iyi değerlendirerek ve bunu fırsat bilerek ABD’nin gözetimi ve himayesinde yeniden derlenip toparlanmaya başladı.

Nitekim 2003 yılının ikinci yarısına gelindiğinde, terör ve şid­detin kaldığı yerden olanca hızıyla yeniden başlayacağı yönünde emareler görülmeye başlandı. Bir süredir bölgede duran kanın ye­niden akmaya başlayacağının sinyalleri bölücü örgüt tarafından verilmeye başlandı.

01 Mart Tezkeresi ve Yankıları

ABD’nin Irak’ı işgalinin bizi yakından ilgilendiren önemli si­yasi meselesi 1 Mart Tezkeresi  olayı olmuştur. 1 Mart 2003 tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarihi günlerinden biri­ni yaşıyordu. Hükümet tarafından Türk Askerinin Kuzey Irak’a gönderilmesi için hazırlanan tezkere ile Irak’a girilecekti. ABD’nin plânı belliydi. ABD liderliğindeki koalisyon güçleri de Türk topraklarını kullanarak kuzeyden Irak’a girecek, güneyden de Basra Körfezi ve Kuveyt toprakları kullanılarak, Irak çift taraflı bir kuşatmaya maruz bırakılacak, sıkışan Saddam direnemeye­cek ve işi çabucak bitirilebilecekti. Tüm hazırlıklarını buna göre yapmışlardı.

Bilindiği üzere, ABD Irak’a yapacağı harekât için daha önce o dönemde Abdullah Gül’ün başkanlığındaki hükümet ile anlaşmaya varıl­mış, ABD ordu birliklerinin konuşlanacağı yerler ile liman ve hava alanlarındaki hazırlıklar yapılmış, hatta araziler bile kira­lanmıştı.

Mart 2003 ayına gelindiğinde, Meclis’te iki parti vardı; AKP’nin sandalye sayısı 361, CHP’ninki 178’di.

Oylamaya 533 milletvekili katıldı. 264 kabul oyuna karşılık, 250 ret oyu çıktı. Anayasa’nın 96. Maddesinde öngörülen 268 salt çoğunluk sağlanamadığı için tezkere dört oy farkla reddedildi.

Savaş gemilerini İskenderun Limanı’nda tezkerenin geçmesi için bekleten ABD büyük bir hâyâl kırıklığı yaşadı. Bu hâyâl kı­rıklığını, Türkiye defterinin bir köşesine—sonradan acısını çıkart­mak üzere—not etti. Bu sonuç yapılan oylamada 95-100 civarında fire ver­diği tahmin edilen çoğunluktaki ve tek başına iktidardaki AKP’de de şaşkınlığa sebep oldu.

1 Mart tezkeresinin reddedilerek meclisten geçmemesi ülke­de büyük yankılar uyandırdı. Kamuoyu ikiye bölündü, ekran­larda ve gazete köşelerinde gelir-gider, kayıp-kazanç tabloları hazırlandı.

Türkiye ABD’yi ‘Yarı Yolda Bıraktı’

Koalisyon güçlerine Türk topraklarını, Türk askerine de Irak’ın kapısını açacak tezkerenin reddedilmesi, okyanus ötesin­de adeta deprem etkisi yarattı.

Dönemin ABD Başkanı George W. Bush, 1 Mart tezkeresinin TBMM’de reddedilmesine kadar uzanan süreci ve o dönemde ya­şananlara ilişkin düşüncelerini yıllar sonra yazdığı “Decision Po­ints’’ adlı kitabında şöyle anlatacaktı:

‘’Türklere, topraklarını kullanmamıza izin vermesi için aylardır baskı yapıyorduk, böylece 4’üncü Piyade Tümeni’nden 15 bin as­keri kuzeyden Irak’a sokabilecektik. Ekonomik ve askeri yardım­da bulunma, Türkiye’ye Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) kilit programlarına erişim sağlaması için yardım etme ve Türkiye’nin AB’ye katılımına güçlü desteğimizi sürdürme sözü vermiştik. Bir noktada, izni alacağız gibi görünüyordu. (Dönemin Başbakanı)  Abdullah Gül’ün kabinesi, talebimizi onaylamıştı. Ancak TBMM 1 Mart’ta tezkereye ilişkin nihai oylamayı yaptığında, tezkere az farkla kabul edilmedi. Hâyâl  kırıklığına ve hüsrana uğramış­tım. Şimdiye kadar yaptığımız en önemli taleplerimizden birinde, NATO müttefikimiz Türkiye, Amerika’yı yarı yolda bırakmıştır.’’

Şaşkınlığa uğrayan sadece Bush değildi. Dönemin ABD Sa­vunma Bakanı Donald Rumsfeld de “Bilinen ve Bilinmeyen’’ isimli kitabında 1 Mart tezkeresinin reddedilmesiyle ilgili şunları ya­zacaktı:

‘’Amerikan yönetimi emindi. Ancak TBMM, jilet farkıyla ABD’nin geçiş talebini onaylamamıştı. Bölgedeki kilit bir NATO müttefikin­den destek alınamaması, operasyonel açıdan ciddi terslik olma­sının yanında, siyasi bir utançtı.’’

 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi, Türkiye’de de uzun süre tartışıldı. Tezkerenin reddedilmesi savaş karşıtlarını memnun ederken, bir kesim ise Türkiye’nin tarihi bir fırsatı kaçırdığını sa­vunuyordu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, aradan 13 yıl geçtikten sonra konuyla ilgili önceki hafta gazetecilerin konuyla ilgili sorusuna karşılık şu açıklamayı yaptı.

Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım. Karşı olanlar bunu söylemediler. O zaman Bush benden bir ricada bulundu. Ama maalesef kendi arkadaşlarımızın yanlışıyla baş başa kaldık. 1 Mart tezkeresi geçseydi bu Türkiye’yi masaya getirecekti. Ufku görmek çok önemli. Şimdi Suriye’de de bu iş ancak bir yere kadar böyle gider. Türkiye olarak hassasiyetlerimizi korumak zorundayız. Bu hava sahası aynı zamanda NATO hava sahasıdır. Onlar da gerekli adımları atmak durumundalar. Bunlar aynı zamanda herkes için test niteliği taşıyor. Her türlü ihtimale karşı hazır durumdayız. Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemize yönelik tehditlere karşı her türlü yetkiye sahiptir.”

1 Mart Tezkeresinin Esası

Türkiye’nin ABD öncülüğündeki koalisyon güçleriyle birlikte kuzeyden Irak’a girmesini öngören 1 Mart tezkeresinin politik-askeri önemi, her şeyden önce o tarihlerde Türk kamuoyuna iyi anlatılmamış, halk aydınlatılmamış ve yeterince bilgilendirilmemiştir.

Türk kamuoyu tarafından o dönemde öyle sanılıyordu ki, Tür­kiye ABD’nin yanında ve koalisyon ortakları ile birlikte savaşa gi­recek, Irak’ın bir bölümünü işgal edecek ve Saddam’ın devrilme­sine ortak olacak ve Irak’a demokrasinin gelmesini sağlayacaktı. Savaşın izleri bununla da kalmayacak, ABD askerleri savaş baha­nesiyle Türk topraklarını işgal edecek, bölgeye getireceği 65 bin civarındaki askeri ile Güneydoğu Anadolu’muzun belli yörelerin­de çöreklenecek, buralarda uzun yıllar kalacak ve kolay kolay bir daha da çıkmayacaktı. Halkın nezdinde böyle bir algı oluşmuştu. Hâlbuki durum bundan farklıydı. İşin doğrusu şu şekildeydi.

Türkiye her şeyden önce savaşa, fiili çatışmaya falan girmeyecekti. ABD ve koalisyon ortakları tarafında yer almayacaktı. Sadece kendi mil­li güvenliği, bekası ve kendi menfaatleri doğrultusunda Kuzey Irak’ta sınırdan itibaren, 4-5 Tugay seviyesinde, 20- 25 bin asker ile, 15-20 km. ilerleyerek—batıdan doğuya PKK kamplarını da içi­ne alacak şekilde—en doğuda İran sınırına kadar, önceden plân­lanmış belli hatta kadar ilerleyecek, bu hatta duracak ve bölgenin emniyetini alarak belli üs bölgeleri oluşturacaktı. Bu durum bize avantaj sağlayacaktı. Zaten Özel Kuvvetlerimiz oradaydı, onlar da takviye edilecekti. Sınır boyunca, özellikle geçişe müsait alanlar­da güvenli bölgeler tesis edilecek ve uzunca bir süre orada ka­lınacaktı. Böylece, hem geçişler kontrol altında olacak, hem de PKK Terör Örgütünün bölgedeki etkinliği önemli ölçüde kırıla­caktı.

Her ne kadar 1 Mart tezkeresinin reddiyle ABD askerlerinin Türk toprakları üzerinden Irak’a girmeleri ve Güneydoğu Anado­lu’da üslenmeleri engellenmiş ise de, bu kez de, ABD ve koalisyon askerleri Türk hava sahasını ve Adana’da konuşlu İncirlik hava üssünü serbestçe kullandılar. Çünkü oylanan tezkerenin içeriğinde Türk hava sahasının kullanılması ile ilgili tahdit edici bir madde yoktu. Söz konusu üsten havalanan uçaklar kuzeyden Irak’ın yoğun hava bombardımanına iştirak ediyorlardı.

Esasen tezkerenin reddi bir işe yaramamıştır. Yine yabancı kuvvetler bu kez hava sahamızı kullanarak icra ettikleri harekâta istedikleri desteği rahatlıkla sağlamışlardır. Tezkereye karşı çı­kanların, İncirlik Üssünü ve özellikle I. Körfez Savaşından sonra bölgeye tarafımızdan davet edilen Çekiç Gücün varlığını nasıl iç­lerine sindirdikleri ve hazmettikleri de ayrıca merak ve tartışma konusudur.

Bunun yanında, tezkereye karşı çıkanların gözden kaçırdıkla­rı bir nokta daha var. Tezkerenin reddedilmesi durumunda Tür­kiye’nin bölgede izleyeceği politik ve askeri durum değerlendi­rilmesi yapılmamış, böyle bir durum karşısında bölgedeki yeni muhatabımız ABD’ye karşı izlenecek politik ve askeri tedbir ve öngörüler ortaya konulmamıştır. Tezkerenin geçmemesi görü­şünde olanlar tarafından, sadece tezkerenin reddedilmesi gerek­tiği yönünde kuru fikirler ortaya atılmış ve savunulmuştur.

01 Mart tezkeresinin kabul veya reddi arasındaki fark

Tezkerenin geçmesi durumunda Türkiye’nin izleyeceği yol, alacağı tedbirler askeri ve siyasi olarak önceden ayrıntılı bir bi­çimde plânlanmıştır. Ancak aksi durumda, yani tezkerenin geç­memesi durumunda, Türkiye’nin izleyeceği politika ve alacağı askeri tedbirler belirsizdir ve böyle bir plânlama yapılmamıştır. Bu yapılmadığı için 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi Türkiye’ye pahalıya mal olmuştur. Bir başka ifadeyle bu işin faturası ağır olmuştur. Bu faturanın neden olduğu olayları şöyle sıralamak mümkündür.

  1. Tezkerenin TBMM’den geçmemesi, Kuzey Irak’ta belli bir hatta kadar ilerlemesi plânlanan ve en üst düzey alarm seviyesin­de hazırlık yaparak Kuzey Irak sınır hattında günlerce bekleyen birliklerimizde hâyâl kırıklığının yaşanmasına neden olmuştur. Bu durum, İç Güvenlik Bölgesinde ki birliklerin moral ve motivasyonlarını olumsuz yönde etkilemiştir.
  2. PKK Terör Örgütü mevcut durumdan geniş ölçüde lehine olacak şekilde yararlanmış, bölgedeki boşluktan istifade ile böl­gede cirit atmaya başlamış, silah sayısını önemli ölçüde artırmış, tam da istedikleri ortama sahip olmaları morallerinin yükselme­sine neden olmuş, yeniden derlenip toparlanarak 1999’da terö­rist başının yakalanmasıyla bölgede kısmen sağlanan sükûnetli ortam bozularak yeniden çatışma ortamına geçilmiştir. Hâlbuki Türk askeri Kuzey Irak’ta olsaydı, daha önceki yıllarda defalar­ca girip-çıktığı ve avucunun içi gibi bildiği bölge PKK’ya teslim edilmezdi.
  3. ABD’nin PKK’ya bilinen sempatik tutumu daha da artmış, öyle ki yaptıkları silah yardımı yanında, Kuzey Irak’a gönderdik­leri bazı elemanları sayesinde PKK’ya eğitim desteği verdikleri bile tespit edilmiştir. Böylelikle, bölgede terör, şiddet ve çatışma ortamı yeniden başlamış, PKK bu kez yoğun olarak uzaktan kumanda ile patlat­tıkları mayınlar sayesinde kendini göstermiş, çok sayıda cana mal olan mayın ve bombalama eylemleri ile birlikte, güvenlik güçleri terörle mücadeleye sil baştan yeniden başlamışlardır.
  4. Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasıyla birlikte Erbil’de, Süleymaniye’de ve bölgenin daha birçok yerinde yapılan sevinç gösterileri ve nümayişler esnasında ne yazık ki Türk Bayrağı da ya­kılmıştır. Türkiye’ye karşı kin ve nefret tohumları yeniden yeşer­tilerek etrafa zehir saçılmaya devam edilmiş ve bölücülük had safhaya ulaşmıştır.
  5. Daha önce Türk Askeri karşısında el-pençe divan duran Mesut Barzani ve ona bağlı unsurlar, ABD’den cesaret alarak bu sefer Türkiye’ye kafa tutmaya ve küstahça açıkla­malar yapmaya başlamış, ‘‘Türkiye Kerkük’e karışırsa, biz de Di­yarbakır’a karışırız’’ deme cesaretini göstermiş ve bu durum ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesine kadar devam etmiştir.Bu arada yine bilindiği gibi 4 Temmuz 2003 tarihinde Süleymaniye’de me­şum bir olay yaşanmıştır. Bu bölgede konuşlandırılmış Özel Kuv­vetlerimizin üs olarak kullandıkları binaya ABD askerleri tarafın­dan Barzani’nin peşmergeleri ile işbirliği ve koordinasyon içinde baskın düzenlenmiş, 11 askerimizin kafasına çuval geçirilerek 60 saate yakın bir süre esir alınmıştır. Bu durum, kamuoyunda geniş yankı uyandırmış, sırf 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi nedeniyle ABD askerleri tarafından yapılan bir nevi intikam alma ve cezalandırma şeklinde algılar oluşmasına neden olmuştur. Ne yazık ki, Türkiye bu durumun yarattığı ezikliğe askeri ve siyasi olarak istenilen ve gereken biçimde cevap verememiştir.
  6. Bölgede bulunan Türkmenler tecavüz ve saldırılara maruz kalmış, binlerce Türkmen hunharca şehit edilmiştir. Irak’ın işga­linin ardından 10 Nisan 2003 tarihinde Kerkük, 11 Nisan 2003 tarihinde de Musul’da tapu kayıtlarının tutulduğu devlet dairele­rinin peşmergelerce basılarak büyük ölçüde Türkmenlere ait olan kayıtların tamamı yakılmıştır.
  7. II. Körfez savaşından sonra 2004 yılından itibaren Kuzey Irak’taki boşluktan yararlanan PKK eylemlerini artırarak bugünlere gelinmiştir
  8. ABD’nin Irak’ı işgali Türk ekonomisine olumsuz yönde yansımış, terörle sürdürülen mücadele maliyetinin iki kat artmasına neden olmuştur.

 

Pek tabiidir ki, 01 Mart tezkeresinin reddinin olumsuz sonuçları bunlarla sınırlı kal­mamıştır. Yukarda sıralanan olumsuzluklar sadece bilinen ve ba­riz olumsuzluklardır. Bunun yanında, kamuoyunca bilinmeyen siyasi ve askeri daha birçok durum Türkiye’nin aleyhine olarak gelişme göster­miştir.

 

Peki, şayet tezkere geçip Türk askeri Kuzey Irak’a girseydi ne olurdu?

  1. Her şeyden önce yukarda sıralanan olumsuzlukların hiçbiri yaşanmazdı. Terör, şiddet ve çatışma ortamı kesinlikle 2004 yılın­dan itibaren giderek tırmanan bir özellik gösteremez, hâlihazır ulaştığı seviyeye gelemezdi.
  2. Türkiye kendi güvenliği ve bekası ile ilgili konularda daha etkili tedbirler alırdı. Kuzey Irak’ta bulunan terör yuvaları ve kamplar kontrolümüz altında bulunacağından teröristlerin ser­bestçe bölgede dolaşmaları engellenir ve PKK yeniden palazla­namazdı.
  3. Türkiye’nin Orta Doğu’daki hâkimiyeti artar, bölge ülkeleri üzerinde müteakiben uygulayacağı politikaların belirlenmesinde etkin rol üstlenir ve söz sahibi olurdu.
  4. Barzani ve peşmergeler, Türkiye’ye karşı bu derecede has­mane tutum gösteremez, politika izleyemez ve küstahça açıkla­malarda bulunamazdı. Bölgedeki Türkmen nüfusa vaki saldırı ve tecavüzlere mani olunurdu.
  5. ABD askerleri sanılan ve iddia edilenlerin aksine Türkiye sınır­ları içerisinde uzun yıllar kalamazdı. Zaten Güneydoğu’da üs­lenmelerinin asıl nedeni harekâtın kuzeyden lojistik desteğini sağlamaktı. Bu maksatla Silopi, Cizre, Nusaybin ve Kızıltepe böl­gelerinde tesis edecekleri lojistik üsler geçiciydi. Harekât amacına ulaştığında çekileceklerdi.
  6. En önemlisi de, Süleymaniye’de yaşanan ve Türk toplumunu derinden yaralayan çuval olayı yaşanmazdı.

 

1 Mart tezkeresi sürecinde Abdullah Gül’ün başkanlığındaki 1. AKP hükümeti tarafından yapılan en büyük hata, henüz tezke­renin akıbetinin ne olacağı belli olmadan, ABD ile yapılan anlaş­malar ve tezkerenin geçeceği yönünde verilen ümitlerdir.

 

Hâlbuki hükümet tarafından söz konusu tezkerenin reddedil­mesi ihtimalinin de olabileceği göz önünde bulundurularak, bu konuda ihtiyatlı bir siyasi irade ortaya konulmalıydı. ABD ordu birliklerinin temsilcileri tezkere geçmeden Türkiye’ye davet edilme­meli, İskenderun körfezinde günlerce bekletilmemeli,  konuşlanacağı yerler ile liman ve hava alanlarındaki hazır­lıklara ve arazilerin kiralanmasına izin verilmemeliydi.

 

Tezkere sürecinde, ABD’ye karşı bu konuda istikrarlı bir irade gösterilseydi, iki ülke arasındaki ilişkilerde derin çatlaklar mey­dana gelmezdi.

 

Tüm bunlar gösteriyor ki, sadece dört oyla reddedilen tezke­renin Türk siyasi, askeri ve diplomasi hayatında önemi büyük­tür. Türkiye o tarihte tarihi bir fırsattan daha yararlanamamıştır. Mecliste yeterli çoğunluğa sahip iktidar partisi içerisinde tezke­reye verilen ret oylarının tamamı Güneydoğu Anadolu milletve­killerinden gelmiştir. Neden böyle olmuştur? Cevabı çok basittir. Şayet tezkere geçseydi PKK’nın bölgedeki etkinliği azalacak, yok olacak, PKK belki de silinip gidecekti.

 

Diğer taraftan, Silahlı Kuvvetlerin tezkere karşısındaki tutu­mu da çok eleştiri görmüş, günlerce konuşulmuş ve tartışılmıştır. ABD’nin güvenlikten sorumlu yetkili makamları, tezkerenin geç­memesinin baş sorumlusu olarak Silahlı Kuvvetleri göstermişler, sorumluluğu bu kuruma yüklemişlerdir. Tezkerenin acı faturası adeta Silahlı Kuvvetlere kesilmiştir.

 

Sonuç

 

Türkiye gerek I. ve gerekse II. Körfez Savaşın­dan sonra, bölgede doğru politikalar üretip yürütemediğinden her iki savaşın sonunda kendi beka ve milli güvenliği bakımından zararlı çıkmıştır.

 

Birinci Körfez savaşı sonunda o tarihte işbaşında bulunan Turgut Özal hükümeti zamanında ABD talebi uygun karşılandı ve Çekiç Güç Türkiye’ye davet edildi. Böylece Kuzey Irak’ta bir Kürt Bölgesi oluşumu gerçekleştirildi. 36. paralelin kuzeyi Kürtler için güvenli bir bölge olarak ilân edildi. O zamana kadar dağlarda yaşayan Barzani ve peşmergeleri bu fırsattan istifade ederek Ku­zey Irak’ta devlet olma istidadı göstermeye başladı. Yani ABD’nin teşvik ve desteği ile bölgede bir Kürt devletinin kurmanın temelleri ilk kez I. Körfez Savaşı sonunda atıldı.

 

İkinci Körfez Savaşı esnasında ise 1 Mart tezkeresi reddedi­lerek bu kez Kuzey Irak bölgesinin Türkiye’ye yakın bölümü tamamen bölücü örgütün kont­rol ve denetimine terk edildi. Terör ve şiddete davetiye çıkarıldı. Tezkerenin reddi PKK tarafından çok güzel kullanıldı ve istismar edildi. Örgüt buradan aldığı güç ve cesaret ile 2004 yılından iti­baren  kanlı eylemlerine yeniden başladı.

Türkiye, stratejik seviyede Irak ve Kuzeyi ile ilgili atması ge­reken doğru adımları ters istikamette attı. Bir yandan yıllarca “Irak’ın toprak bütünlüğünden yanayız’’ dedi, öte taraftan kendi iradesi ile Çekiç Gücü ülkesine yerleştirerek Irak’ın bölünmesine ve Kuzey Irak’ta Kürt Devletinin oluşumuna davetiye çıkardı. II. Körfez savaşı sırasında da 1 Mart tezkeresini reddederek kendi milli menfaatlerini tehlikeye atacak ve zarar görecek şekilde uy­gulamalarda bulundu.

 

Şimdi Türkiye yukarda açıklanan ve 13 sene önce Irak’ta yaşanan olay ve gelişmelerden ders çıkararak, Kuzey Irak gibi bir ‘’Kuzey Suriye’’ oluşturulmasına seyirci kalmamalı, engel olmalı ve izin vermemelidir. Önümüzde yakın vadede Türkiye’nin güvenliği,  bekası  ve toprak bütünlüğü için askeri seçenek de dahil her türlü önlemi alınmalıdır.