Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Güney komşumuz Suriye’de 27 Kasım 2024’de başlayıp 8 Aralık’ta muhaliflerin Şam’a girmesiyle sonuçlanan gelişmeler dünya gündemine bomba gibi düştü. Suriye’de son 54 yılı Esad ailesinin yönetiminde geçen 61 yıllık Baas rejiminin 12 günde devrilmesihaklı olarak kamuoyunda büyük bir sürpriz etkisi yarattı.

İktidardaki son 13 yılı iç çatışma ve ayaklanmalarla geçen Beşar Esad iktidarının çöküşü ve ülke yönetiminin muhalif grupların eline geçmesi Türkiye için de tarihi bir olaydır ve her türlü ideolojik saplantıdan uzak, dikkatli ve soğukkanlı bir değerlendirmeyi hak etmektedir. Bu değerlendirmede isimler, yerler ve tarihlerden ziyade uluslararası sistem, devletler, ittifaklar, husumetler ve olaylar üzerinde durmakta fayda vardır.

Başlangıçta Suriye’de olup bitenin aslında sürpriz olmadığını; aksine küresel hegemonun “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” kapsamında başlattığı “Arap Baharı” denilen kanlı sürecin beklenen bir aşaması olduğunun altını çizelim.

BAAS rejimi ve Esadlar’ın yönetimi asla masum değildir.

Baas Rejiminin anti-demokratik, zalim ve belli çıkar gruplarına dayanan korporatist[1] bir yönetim modeli olduğunu öncelikle vurgulayalım. Bu yüzden halkın çoğunluğunun taleplerini karşılamak bir yana, bu taleplerin dile getirilmesine dahi izin vermemiş ve bu yüzden kendisine geniş bir toplumsal taban oluşturamamıştır. Baas Rejimi bir azınlık yönetimi olarak algılandığından, iç zafiyetini perdelemek için Arap milliyetçiliğinin bayraktarlığına soyunmuş ve irredantist[2] bir dış politika izlemiştir.

“Diriliş” anlamına gelen Baas’ın ideolojisinin temel ilkelerinden biri de Arap milliyetçiliği ve birliği, yani Pan-Arabizm’dir. Bu ilke parti belgelerinde “ebedi bir mesaja sahip tek bir Arap ulusu” sloganıyla vurgulanmaktadır. Baas Partisi’nin tüzüğü Arap anavatanını “Üzerinde Arapların yaşadığı yeryüzü parçası olup; Toros dağları, Zağros Dağları, Basra Körfezi, Arap Denizi, Habeş Dağları, Sahra Çölü, Atlantik Okyanusu ve Akdeniz arasında kalan bölge” olarak tanımlamaktadır. Dikkat edelim; Baasçılar sadece Hatay’ı değil Çukurova’yı da Arap yurdu saymaktadırlar.

Bir de Suriyeli milliyetçilerin “Büyük Suriye (Greater Syria)” denilen bir hayali vardır. “Büyük Suriye” denilen bölge günümüz Suriyesi’ne ilave olarak Lübnan, İsrail, Ürdün, Irak, Kıbrıs ve Hatay’ı kapsamaktadır. Yani bu toprakların hepsinin kendilerine ait olduğunu iddia etmektedirler.[3] Belli ki “Gross Deutschland”ın Ortadoğu’ya uyarlanmış bir kopyası olan “Büyük Suriye” teorisi, eski Osmanlı vilayeti Suriye’nin Irak ve Kıbrıs’la birleştirilmesini öngörmektedir.[4]

Daha birkaç yıl önce Suriye Halk Meclisi’nin Hatay’ın anavatana katılışının 82’nci yılında yayınladığı skandal bildiride, “Hatay’ın Türkiye’den geri alınması için mümkün olan her şeyin yapılacağını” tüm dünyaya ilan ettiğini unutmuyoruz.

Adı Baas rejimiyle özdeşleşen ve 30 yıl süreyle Suriye’yi demir yumrukla yöneten Hafız Esad, hem iç hem de dış politikada hasımlarını birbiriyle çatıştırarak zayıflatan, acımasız hamlelerini vurmak için uygun zamanı sabırla bekleyen, fırsatçı ve Makyavelist bir diktatördü. Bu cümleden olmak üzere, Türkiye’nin galebe çalan gücünü dengelemek düşüncesiyle, 50 yıldır başımıza bela olan bölücü terör örgütünü kucağında besleyerek büyüten Hafız Esad’dır.

Baas yönetiminin son lideri Beşar Esad ülkesinde ortaya çıkan kaos ve çatışma ortamını siyasal açıdan yönetememiş, devletin orantısız güç kullanarak yaptığı müdahalelerde yüzbinlerce sivil yaşamını yitirmiş ve milyonlarca Suriyeli ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır. Suriye halkı içerde ve dışarıda büyük acı ve sefalete sürüklenmiştir.

“Muhaliflerin” hızlı başarısı uluslararası bir mutabakat ve planın sonucudur.

Şam dahil ülkenin bütün büyük şehirlerini 12 günde ele geçirerek Beşar Esad yönetimini deviren muhalefetin başat aktörü Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ)’dır. Cihatçı selefi bir örgüt olan HTŞ, Irak El Kaide’si IŞİD’den ayrılarak iki kez adını değiştirmiş ve BM kayıtlarına terör örgütü olarak geçmiş bir yapıdır. ABD ve Türkiye de HTŞ’yi terör örgütü olarak kabul etmiştir.

Ancak örgütün sonradan her nasılsa ABD ve İngiliz istihbarat örgütleri tarafından ele alınarak yeniden teşkilatlandırılmış ve eğitilmiş olduğunu öğreniyoruz. Nitekim birkaç gün önce HTŞ lideri Golani (Colani) CNN International kanalına çıkartılarak kendisine gayet ılımlı bir imaj çizilmiştir. Şam’ı ele geçirdikten sonra Emevi Camiinde namaz kılan Golani Esad rejimi, Hizbullah ve İran hariç kimseye düşman olmadıklarını; İsrail dâhil tüm komşularıyla iyi geçineceklerini deklare ederek, kendileri için çizilen çizgiyi ilan etmiştir.

Rusya, İran ve Lübnan Hizbullah’ı Esad rejimini ayakta tutan güçlerdi. Bunların arasında en büyük destek Suriye’de askeri üsleri de bulunan Rusya’dan gelmekteydi. Ancak Rusya Ukrayna Savaşı’nda askeri ve ekonomik açıdan yıpranmış, Şam yönetimine sağlanan destek de giderek maliyetli bir hal almıştır. Dolayısıyla Rusya Suriye’den onurlu bir çıkış aramaktaydı. Bu fırsat Donald Trump’ın yeniden ABD Başkanı seçilmesiyle Rusya’nın ayağına gelmiştir.

Trump henüz görevi devralmamış olmasına rağmen, Biden yönetimine Suriye olaylarına karışılmaması yönünde bir ültimatom vermekten çekinmedi. Şimdi anlaşılıyor ki, Trump Ukrayna Savaşı’nı bitirme karşılığında, Şam’a olan desteğini çekmesi konusunda Putin’i ikna etmiştir. Nitekim muhaliflerin Şam’a yürüyüşü sürerken, Trump yaptığı açıklamada Rusya’nın Esad’ı desteklemeyeceğini ağzından kaçırmıştır. Trump’ın Ukrayna lideri Zelensky ile bir ay önce uzun bir telefon görüşmesi yapması ve birkaç gün önce de alelacele Paris’te buluşması boşuna değildir.

Muhaliflerin Suriye’deki Rus üsleri konusunda hiçbir beyanatta bulunmamış olmaları da bu kapsamda dikkate şayandır. Nitekim Rusya makamları Suriye’deki tüm muhalif gruplarla iletişim halinde olduklarını ilan ederek, aradaki mutabakatın işaretini vermiştir.

Rusya’nın denklemden çıkması İran’ın Suriye angajmanlarını da olumsuz etkilemiştir. İran Suriye’deki askeri desteğini daha çok Hizbullah kanalıyla realize etmekteydi. İsrail’in Lübnan’da Hizbullah’a karşı başlattığı harekâtın zamanlaması tamamen Suriye gelişmeleri ile bağlantılıdır. İsrail saldırılarına hedef olan Hizbullah kendi başının çaresine bakmak zorunda kalmış ve böylece Şam yönetimi silahlı muhalifler karşısında tüm dış desteklerini kaybetmiştir. Çok muhtemeldir ki, Beşar Esad’ın dış destekçileri kendisine yönetimi muhaliflere terk etmekten başka çaresi olmadığını söylemişler ve onu ikna etmişlerdir. İşte bu noktada HTŞ öncülüğündeki muhaliflerin ileri harekâtını başlatmak üzere birileri tarafından düğmeye basılmıştır.

Muhaliflerin başarısı askeri bir zaferden ziyade siyasi bir başarıdır.

Suriyeli muhaliflerin kısa sürede ülkenin büyük bölümünü kontrol altına alıp yönetimi ele geçirmeleri bazı çevrelerde büyük bir askeri zafer olarak tanımlanmıştır. Suriye’de Baas rejimi muhaliflerinin her yerde havaya ateş ederek kutlama yapmaları anlaşılır bir şeydir; ancak profesyonel bir analizle olup biteni bir askeri zafer olarak alkışlamak gerçekçi değildir.

Basında yer alan haber ve görüntülerden çok açık olarak anlaşıldığı kadarıyla, HTŞ öncülüğündeki silahlı muhalefet hemen hiçbir ciddi askeri askeri direnişle karşılaşmadan Şam’a kadar ilerlemiştir. Suriye ordusundan bir direniş olmayacağını önceden biliyor olmalılar ki, bu harekât sivil tip pikap araçlara bindirilmiş hafif silahlı düzensiz milislerin adeta elini kolunu sallayarak ilerlemesi şeklinde gerçekleşmiştir. Muhalif güçlerin ağır silah desteği, zırhlı araçları ve hava gücü neredeyse yok düzeyindedir. Esad’a bağlı ordunun iyi kötü bir kara ateş desteği ve hava gücü olmasına rağmen, ilerlemeye müdahalede bulunmamışlardır. Rusların Hmeymim Hava üssünden de muhalifleri durdurmak ya da yavaşlatmak yönünde bir hareket yapılmamıştır.

Dolayısıyla elde edilen başarı askeri olmaktan ziyade siyasi bir başarıdır. Zira HTŞ’nin uluslararası sponsor ve ortakları başarı için uzun ve detaylı bir hazırlık yapmışlardır. Bunu söylerken muhaliflerin başarısını önemsizleştirmek gibi bir niyetimiz yoktur. Çünkü büyük askeri düşünür SunTzu “ En iyi komutan savaşmadan savaşı kazanan komutandır.” der.

Suriye olayının kazananları ve kaybedenleri vardır.

Suriye’de yaşanan rejim değişikliğinin görünürdeki en büyük kazananı İsrail’dir. Ama İsrail’in kazancı Baas rejiminin sona ermiş olmasından kaynaklanmamaktadır. Suriye Baas yönetimi Filistin davasında ve Arap-İsrail anlaşmazlığında Arap milliyetçiliğinin görünürde bayraktarlığını yapmasına rağmen, gerçekte İsrail’e somut anlamda önemli bir sorun çıkarmamıştır.

Hafız Esad’ın 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndakendisine rakip gördüğü komutanlara ve Ürdün birliklerine kasten hava desteği sağlamadığı söylenir. Aynı Hafız Esad’ın Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) kurum ve kadrolarını Suriye topraklarından kovduğunu da hatırlıyoruz. İsrail stratejik önemdeki Golan Tepelerini 1967’de Baas döneminde işgal etmiş ve bu işgali halen devam ettirmektedir. İsrail hava ve füze birlikleri yıllardır istedikleri zaman Suriye içindeki hedefleri vurmuşlar, Baas yönetimi bunlara en azından orantılı bir karşılık verememiştir.

Suriye’deki yeni gelişme İsrail’e uzun vadeli planlarını yaşama geçirme konusunda değerli fırsatlar yaratmıştır. Birincisi, artık İsrail’in kuzeyinde kendisine kısa ve orta vadede tehdit teşkil edecek bir Suriye kalmamıştır. Suriye şu anda paramparça ve geleceği belirsiz bir coğrafya halindedir.

HTŞ’nin yönetimi ele geçirmesiyle birlikte, İsrail Golan’da yeni bölgeleri işgal etmiş ve basında yer alan haberlere göre kara birliklerini Şam’a 25 km mesafeye kadar ilerletmiştir. Hatta Netanyahu Golan’ın sonsuza kadar İsrail’in bir parçası olarak kalacağını hiç çekinmeden açıklamıştır. Suriye sınırları içindeki bütün hava ve deniz üsleri, cephane depoları, kışlalar, fabrikalar vb. askeri altyapı tesisleri günlerdir İsrail uçakları tarafından vurulmaktadır. Bundan maksat Suriye’nin yeni rejimini askeri açıdan sıfır düzeyine indirmektir. Hatta bazı nüfus ve tapu dairelerinin de hedef alındığı yönünde haberler gelmektedir ki, bu tür saldırılarla devletin hafızası ve demografik kayıtların yok edilmek istendiği çok açıktır. Belli ki Netanyahu yönetimi “Vadedilmiş Topraklar” istikametinde harekete geçtiğini saklamaya gerek duymamaktadır.

İkinci husus, Suriye olaylarının İsrail’in Ortadoğu’da sıcak çatışmaları yaymak ve kaostan yeni bir düzen çıkarmak hedefine hizmet edeceği varsayımıdır. Uluslararası sistem konusunda pek maharetli olan ABD Dışişleri eski Bakanı Kissinger daha 1970’lerde Ortadoğu’da sınırların yapay olduğundan ve değiştirilmesi gereğinden bahsediyordu. Ortadoğu’da sınırların yeniden çizilmesi demek şudur: İsrail’in güvenliğini tahkim etmek ve bölgedeki doğal kaynakların güçlü ulus devletlerin kontrolünde olmasına engel olmak.

Hatırlanacak olursa, İsrail Başbakanı Netanyahu, Gazze’ye başlattıkları saldırının tüm Ortadoğu’yu değiştireceğini açıkça beyan etmekte beis görmemişti. İsrail’in güvenliğini tahkim etme hedefinin içinde bölgede kendisine dost bağımsız bir Kürt devleti kurmak vardır. Parçalara ayrılmış bir Suriye’nin böylesi bir gelişmeye yol açma olasılığı göz ardı edilmemelidir.

Üçüncü olarak da, Suriye’de Baas rejiminin düşürülmesiyle İran ve Hizbullah bölgedeki en önemli müttefiklerini kaybetmişlerdir. Bu durum doğal olarak İsrail’in arzu ettiği bir gelişmedir.

ABD de Suriye’de olayların kendisi ve müttefiki İsrail’in istediği şekilde gelişmesinden kazançlı çıkmıştır. Suriye olayları İsrail’in güvenliği için bir mıntıka temizliği niteliğindedir. ABD, HTŞ gibi cihatçı bir örgütü destekleyerek İslami çevrelerde de nüfuz ve itibarını yükseltmiştir. Baas rejiminin düşmesiyle birlikte Rusya’nın Doğu Akdeniz’deki etkisinin azalması da ABD’nin çıkarlarına uygundur. Esad’ın devrilmesi ABD yönetimlerinin Suriye’de IŞİD’le mücadeledeki en önemli müttefikleri olarak niteledikleri PYD/YPG yapılanmasına daha yakın destek sağlama olanağı sağlamaktadır. Bu arada ABD’nin IŞİD’le mücadeleden bahsederken, IŞİD’den ayrılarak isim değiştiren HTŞ’yi iktidara taşıması da kendi içinde yaman bir çelişkidir.

ABD’nin yeni Başkanı Trump’ın ilk döneminde olduğu gibi, ekonomik açıdan maliyetli ancak çok fazla stratejik kazanım sağlamayan askeri faaliyetlerden çekilme yönündeki taahhütleri devam etmektedir. Bu kapsamda ABD’nin Suriye’den çekilmesi de söz konusu olabilir; ancak İsrail’in bu olasılığı engelleyip ABD askeri unsurlarının PYD/YPG’yi desteklemek üzere bölgede kalmasını sağlayacağı değerlendirilmektedir.

Diğer bir kazanan, elbette yarım asırdan fazla bir süredir kapalı bir rejimde ve baskı altında yaşayan ve uzun bir iç çatışmanın acıları ve yoksulluğu sırtına yüklenmiş Suriye halkıdır. Ancak rejim değişiminin halk için nasıl bir anlam taşıyacağını HTŞ ve müttefiklerinin benimseyeceği yönetim modeli belirleyecektir.

Suriye olaylarının en büyük kaybedenleri Esad, Rusya, İran ve Hizbullah’dır. Babasından sonra iktidara gelirken kendisine büyük umutlar bağlanan Beşar Esad dış destekçilerine güvenerek halkın taleplerini göz ardı etmiş ve böylelikle toplumsal muhalefetin radikalleşmesine yol açmıştır. Suriye’yi uluslararası toplumla entegre olmuş, müreffeh bir ülke olarak yönetmek ve gerektiğinde görevinden onuruyla ayrılmak varken, ülkesini savaş suçlusu bir kaçak olarak terk etmiştir.

Rusya ise yıllardır desteğiyle ayakta tuttuğu bölgesel bir müttefikini istemeyerek de olsa yalnız bırakan küresel güç durumuna düşmüştür. Şüphesiz Rusya’nın bu tavrı ABD ve Suriyeli muhaliflerle yapılan bir pazarlığın sonucudur. Nitekim Putin’in sözcüsü basının bu konudaki sorusuna “hayır” dememiştir. Bu pazarlık sonucunda Rusya’nın Suriye’deki Tartus Deniz Üssü ve Hmeymim Hava Üssünü elde bulundurmaya devam edebileceği anlaşılmaktadır. HTŞ yetkilileri de Rusya’nın önemli bir devlet olduğunu ve Rusya ile ilişkiyi devam ettireceklerini açıklamışlardır. Aslında Rusya’nın Suriye’deki varlığı yeni rejimin tamamen ABD ve İsrail’in kontrolüne girmesine engel olması bakımından da etkili olabilir.

İran ve Hizbullah Suriye’deki gelişmenin kesin kaybedenleridir. Ancak Rusya ve Irak bağlantısı kesildikten ve İsrail’in İran içlerinde ve Hizbullah üzerinde yoğun operasyonlar uygulamasından sonra İran ya da Hizbullah’ın Esad yönetimine daha fazla destek olması zaten beklenemezdi.

Suriye’deki gelişmelerin Türkiye açısından farklı sonuçları olacaktır.Türkiye 13 yıllık iç çatışma döneminde Esad karşıtı muhalefetin yanında yer aldığı için kazanan tarafta olduğu varsayılmaktadır. Yeni gelişmeler sonucunda Fırat’ın batısında PKK/PYD tehdidi kalmamıştır.Türkmenlerin güvenliği tahkim edilmiştir. Türkiye için Suriye’nin yeni yönetimi ile yakın ilişki kurma ve ülkenin yeniden imar ve inşasında başat ülke olma fırsatı doğmuştur. Önümüzdeki gelişmelere göre ülkemizdeki milyonlarca Suriyeli sığınmacının bir kısmının ülkelerine dönmeleri ve orada Türkiye’ye yakın bir iklim oluşması mümkün hale gelmiştir.

Ancak madalyonun arka yüzünde Türkiye için çok ciddi bazı risk ve tehdit unsurları da yer almaktadır. Bunların en önemlisi, sınırlarımızın güneyinde ABD koruması altındaki PKK/PYD yapılanmasının Fırat’ın doğusunda kalıcı hale getirilmesi ve kurumsallaşması ihtimalidir. Bu yapılanmanın devletleşmesi ve Irak sınırı boyunca uzatılan bir kuşakla İsrail’e irtibatlanması –ki böyle emareler vardır- güvenliğimiz açısından asla kabul edilemez.

İkinci risk, değiştiğini söyleyen HTŞ’nin aslına rücu ederek, demokratik ve kapsayıcı bir yönetim yerine radikal bir diktatörlük tesis etmesidir. Dini motifli radikal örgütlerin ümmet temelinde küresel söylemler kullanmasına rağmen, perde arkasında aşırı milliyetçi bir ajandalarının olduğunu yaşadıklarımızdan biliyoruz.

Örneğin 1979’da kurulan İran rejiminin yönetim kadroları büyük oranda Fars milliyetçisidir.  Çok kültürlü Afganistan’da yeniden iktidara gelen Taliban milliyetçi bir Peştun örgütüdür.  Benzer şekilde HTŞ’nin de temelde bir Arap örgütü olduğu çok açıktır.

Söylendiğine göre,“Heyet Tahrir eş-Şam” isminde kastedilen Şam, Suriye’nin başkenti olan şehirden çok daha geniş bir coğrafyayı kapsamaktadır. Buradaki Şam 16. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin Şam eyaletidir ki, günümüzde sınırlarımız içinde kalan Antep, Birecik, Antakya, Tarsus ve Adana sancaklarını da kapsar. Dolayısıyla yeni Suriye yönetiminin Arap milliyetçisi ve yayılmacı bir karakter kazanması ve rejimini komşularına ihraç etmeye kalkması, Türkiye dâhil bölge ülkelerinin başını çok ağrıtır.

Böyle bir gelişme Suriye içinde daha şiddetli bir iç savaşı tetikleyebilir ve Türkiye bu çatışmalardan hem olumsuz etkilenir hem de taraf olmak durumunda kalabilir. En önemlisi Esad karşıtı Suriyelilerin bir bölümü ülkelerine dönerken, yeni rejimin karşıtlarından oluşan yeni bir sığınmacı akınıyla karşı karşıya kalabiliriz.

Bu tablodan nasıl bir Suriye çıkacağı belirsizliğini korumaktadır.

Tarihi ve kültürel yakınlığımız yanında, 911 km kara sınırını paylaştığımız Suriye’nin geleceği ülkemizi doğrudan ilgilendiren yaşamsal bir konudur. Suriye’de yaşanan olumsuzlukların ülkemize nasıl sirayet ettiğini; ulusal güvenlik, ekonomi ve sosyal yapımıza ne gibi zararlar verdiğini yaşayarak deneyimledik. O halde Suriye’de bundan sonra olacak gelişmeleri çok yakından izlemek ve ülkenin geleceğiyle ilgili çalışmalarda uluslararası hukuk çerçevesinde bizzat yer alıp yapıcı bir rol oynamak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hakkı ve ödevidir.

Gelinen noktada Suriye’nin yeni egemenlerinin ilerlemek için önlerinde iki yol vardır. Bunlardan birincisi ülkede süratle insan hak ve özgürlüklerine dayalı, tüm kesimleri kucaklayan çoğulcu, demokratik bir hukuk devleti inşa ederek, yıllardır süren çatışmanın yaralarını sarıp ülkeyi uluslararası toplumun da desteğiyle tekrar ayağa kaldırmaktır. Bu yolun sonu aydınlıktır. İkincisi ise katı dini esaslara dayalı, cihatçı, rövanşist, Arap milliyetçisi ve totaliter bir yönetim oluşturmaktır. Bu yolun sonu ise kesinlikle karanlıktır. Suriye’nin bu yollardan hangisine sokulacağını HTŞ ve müttefiki muhalif grupların tercihi belirleyecektir. Ancak HTŞ’nin dış destekçisi ülkelerin de bu süreçte rol oynayacaklarını tahmin etmek bir kehanet değildir.

Suriye’de büyük etnik grup olarak Araplar, Türkmenler, Kürtler, Süryaniler, Ermeniler ve Çerkezler; inanç grupları olarak da Sünniler, Nusayriler, Hıristiyanlar, Şiiler (İsmaili ve Onikiciler), Dürziler ve Yezidiler vardır. Yaşanan ayrışma ve çatışmalardan anlaşıldığı kadarıyla, geçen yüz yılı aşkın sürede bu gruplar ortak bir kimlik oluşturamamışlardır. Bu yüzden çöken Suriye’de her grup kendisine bir şeyler kapma yarışı içinde hareket etmektedir. Oysa Suriye coğrafyası birden fazla devleti ayakta tutacak ekonomik, askeri ve sosyal donatılara sahip değildir.

Suriye için en geçerli olacak çözüm, ülkenin toprak bütünlüğünü koruyan, bireysel hak ve özgürlükleri teminat altına alan, eşit yurttaşlık temelinde etnik ve dini toplulukların kültürel yaşam ve gelişimlerini destekleyen demokratik ve laik bir hukuk devleti düzeni inşa etmektir. Böylece demokrasiyi esas alan çağdaş bir cumhuriyet yapılanması ile Suriye toplumunun önüne parlak bir gelecek ve yeni ufuklar açmak mümkündür.Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923’de kurmuş olduğu model en uygun örnek olarak önlerinde durmaktadır.

Tam tersine Suriye’de bir etnik ya da dini grubun tartışılmaz hâkimiyeti altında yeni bir baskı rejimi oluşturmak Suriye’nin makûs talihini değiştirmeyecek ve böyle bir yönetimin Baas döneminden farkı olmayacaktır. Bu bakımdan en kötü senaryo HTŞ ve müttefiki grupların katı bir şeriat rejimi dayatarak hak ve özgürlükleri kısıtlamaları ve karşıt grupların da buna tepki koymaları sonucunda ülkenin bu güne kadar olduğundan daha şiddetli bir iç savaşın içine sürüklenmesidir. Böylesi bir gelişmenin Suriye’nin terör üreten ve yasa dışı faaliyetlerin merkezi olan bir coğrafya haline gelmesine yol açması olasıdır. HTŞ’nin ılımlı mesajlarına rağmen ilan ettiği geçici hükümette kendi adamları dışında kimsenin yer almaması ve bazı HTŞ’li yetkililerin dini esaslı bir rejim oluşturacakları yönündeki açık beyanatları iyimser havayı maalesef dağıtmaktadır.

HTŞ ve onunla hareket eden grupların Afganistan örneğinden ders çıkarmaları gerekir. Taliban 1996 yılında ABD, Suudi Arabistan ve Pakistan’ın desteğiyle iktidara gelmesine rağmen; aynı ABD ve müttefikleri Taliban yönetiminin ülkeyi terör örgütlerinin üssü haline getirdiği gerekçesiyle Afganistan’ı 2001 sonunda işgal etmişti. Hiç arzu edilmez; ancak böyle bir durumla karşılaşılması halinde Suriye diye bir ülkenin ortadan kalkıp, topraklarının İsrail başta olmak üzere kapanın elinde kalacağını tahmin etmek zor değildir.

Kürtler, Türkmenler, Nusayriler ve Dürzilerin farklı dönemlerde Suriye coğrafyasında ağır baskı ve zulme uğradıkları bir vakıa olmakla beraber, bunların her birinin ayrı bir devlet olma hayali Suriye’nin felaketi olur.

Nusayri ve Dürziler geniş coğrafyalarda nüfus çoğunluğuna sahip değildir. Nusayriler Lazkiye, Banyas ve Tartus bölgesinin ağırlıkla kırsal bölgelerinde, Dürziler ise güneyde Golan, Dera ve Süveyda bölgelerinde yaşarlar. Türkmenler çoğunlukla Halep ve ilçelerinde yerleşiktir. Halen Suriye topraklarının üçte birini ABD desteğiyle ve haksız bir şekilde işgal altında bulunduran Kürtler ise asıl olarak Kamışlı-Haseke arasında kalan bölgede yaşamaktadır. Kürtlerin kendi yerleşim yerlerine çekilerek güvenliklerinin sağlanması ve bölücü terör baronlarının tahakkümünden kurtarılmaları Suriye’nin iç barışına katkı sağlayacaktır.

Suriye’nin yeni çoğulcu yapısında bütün grupların kendisine yer bulması elbette zorunludur. Ancak buradan konsosyonel (ortaklaşmacı) bir yönetim şeklini kast etmiyoruz. Zira bu model Lübnan’da denenmiş ve başarılı olmamıştır. Suriye’nin sosyolojisine en uygun demokrasi modelini kendileri bulacaklardır. Burada can alıcı nokta Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması ve yeni bir iç çatışmayı önleyecek anayasal düzenleme ve güvencelerin sağlanmasıdır. Federatif bir yapının öngörülmesi halinde nüfusları 2 milyonun üstünde olan Türkmenlerin de haklarının teslim edilmesi zorunludur.

Suriye’de yaşanan gelişmelerin bölgesel ve küresel düzeyde etkileri olacaktır.

Suriye’deki gelişmeler emperyal devletlerin dış politika davranışlarında “etik” diye bir kavram olmadığını, bunların çıkarlarına göre çekinmeden saf değiştirebildiklerini ve bu yüzden bir ülkedeki dış destekli iktidar gücünün yanıltıcı ve kırılgan olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır.Esad yönetiminin başına gelenler totaliter yöntemlerle sonsuza kadar iktidarda kalmanın olanaksız olduğunu da göstermiştir.

Suriye’deki silahlı muhalefetin başarısı devlet dışı aktörlerin siyaset, savaş ve uluslararası ilişkilerde elini oldukça güçlendirmiştir. Terörist ve özgürlük savaşçısı arasındaki çizgi iyice silikleşmiş ve şiddetin bir politika aygıtı olarak algılanmasının önü alabildiğine açılmıştır. Bu durum devlet dışı aktörlerin hassas teknoloji ve silah sistemlerine erişimiyle birlikte insanlığın başını bir hayli ağrıtacaktır.

Suriye’de rejimin devrilmesiyle birlikte taşlar yerinden iyice oynamış olduğundan, BOP kaldığı yerden hızlanarak devam ettirilmeye çalışılacaktır. Suriye’deki karışıklığın zamanla Lübnan’a da sıçraması ve geçmişte yaşanan sekter çatışmaların yeniden körüklenmesi olasıdır. Bütün bunlar Gazze katliamı, Yemen ve Irak’taki sorunlarla birleştirildiğinde Ortadoğu’da mevcut siyasal sınırların tehdit altında olduğunu net olarak görüyoruz.

BOP açısından bir sonraki hedefin İran olabileceği yönünde çok inandırıcı analiz ve değerlendirmeler yapılmaktadır. Kendince güçlü bir devlet geleneğine sahip olan İran’ın bu hamleden kurtulmak için neler yapacağını göreceğiz.

Türkiye olarak bize düşen bir değil on adım sonrasını görerek, üzerimizde oynanmak istenen oyunları boşa çıkarmaktır. Kendi çıkarlarımızı önceleyerek çağdaş hukuk, demokrasi ve barışın yanında olmak ve komşularımızın istikrarına katkıda bulunmak zorundayız; çünkü komşularımızın istikrarı bizim istikrar ve güvenliğimiz demektir.

Son cümle olarak; Suriye’deki durumun nereye evrileceği konusunda iyimser tahminlerde bulunmak için henüz erken olduğunu tekrar vurgulayalım. Öncelikle Suriye’nin silahların gölgesinde intikam ve baskı ile mi yoksa özgürlükçü bir anayasal düzende hoşgörü ile mi yönetileceğini görmek gerekiyor. Biri Suriye’yi Ortaçağ karanlığına diğeri aydınlık bir geleceğe götürecektir.     

 

 

[1] Korporatizm: Toplumun tarım, emek, askeri, iş, bilim veya lonca dernekleri gibi şirket grupları tarafından ortak çıkarlar temelinde örgütlenmesini savunmak.

[2] İrredantist:  Yabancı ülke topraklarındaki soydaşları gerekçe ederek yayılma siyaseti yürüten.

[3] David Roberts, TheBa’thandtheCreation of Modern Syria, New York, St. Martin’sPress, 1987, s.12.

[4] John F. Devlin, TheBa’thParty, A HistoryFromItsOriginto 1966, Stanford, Hoover InstitutionPress, 1976, s.3.