Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

EMPERYALİSTLERİN VE SÖMÜRGECİLERİN STRATEJİSİ: “BÖL-PARÇALA-YÖNET”                     

Toplumların içindeki etnik, kültürel, mezhepsel ve dini farklılıkları birbirine karşı kışkırtarak, o toplumun tabi olduğu devleti bölmek tarihte örneklerine sıkça rastladığımız bir emperyalist projedir. Bu, çeşitli devlet, bölge veya millete hükmetmek amacıyla yapılan bir bölme girişimidir

Böldükten sonra da tarafların içine sızarak onları kendi çıkarına göre yönlendirip yönetmek, ünlü “kontrollü gerilim” stratejisinin temel prensibidir. Bu stratejinin uygulanmasında tarafların hangisi kazanırsa kazansın asıl kazanan, tarafları kontrol edendir.

19. yüzyılda sömürge imparatorluklarının kuruluşunda, daha iyi bir idare için Asya ve Afrika’nın komşu topluluklarını birbirine düşman etme çalışmalarında bu strateji uygulanmıştır. Aynı şekilde II. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’nın bölünmüş halde bırakılması da bu politikaya örnek gösterilebilir. Günümüzde ise ABD’den Condoleezza RİCE, Böl ve Yönet politikasıyla ilgili olan Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) Orta Doğu’da “Fas`tan Çin sınırına kadar 22 ülkenin siyasi ve ekonomik coğrafyasının değiştirilmesi” olarak tanıtmıştır. Traiano BOCCALİNİ (İtalyan yazar), La Bilancia Politica’da siyasette ortak bir ilke olarak “divide et impera[1]” diye söz ediyor. Bu tekniğin kullanımı, egemenliğe ve kurallarına kolektif olarak karşı çıkabilecek olan, farklı çıkarların gruplarını, nüfuslarını veya gruplarını kontrol etmek içindir.[2]

ORTADOĞU BÖLGESİ İNCELEMESİ

Osmanlı Devleti’nin yıkılışının ardından Ortadoğu’da kurulan devletlere ait sınırlar tarihi, coğrafi, demografik, kültürel, sosyo-ekonomik gerçekliğe aykırı olarak emperyalist devletlerin dayatmalarıyla çizilmiştir. Ortadoğu’nun batılı devletler tarafından “cetvelle çizilerek” etki alanlarına bölünüp; bu etki alanlarında yeni siyasi yapıların kurulma süreci, I. Dünya Savaşı’na ve hatta daha öncesine dayanmaktadır. Bu bağlamda Avrupa’nın “Hasta Adam” olarak nitelendirdiği Osmanlı Devleti’ne ait toprakların paylaşımı ve bölüşümü sorunu, yani en geniş ifadesiyle “Şark Meselesi”, net bir biçimde 1916 tarihinde İngiltere’yi temsilen Mark SYKES ve Fransa’yı temsilen François Georges-PİCOT tarafından gizli olarak imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ile ortaya koyulmuştur.

Sykes-Picot Anlaşması, Kut’ül Ammare Kuşatması sonrasında İngiliz kuvvetlerinin Osmanlı Devleti’nin 6’ncı Ordusu karşısında yenilmesinden 17 gün sonra, 16 Mayıs 1916 tarihinde İngiltere ve Fransa arasında imzalanan, Rusya ve İtalya tarafından onaylanan, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması durumunda imparatorluğun Orta Doğu’daki topraklarının paylaşılmasını öngören ve iki devletin karşılıklı olarak kabul edilen etki ve ilgi alanlarını[3] tanımlayan gizli bir anlaşmadır. Bu antlaşma gerçekleşmemiştir ama 10 Ağustos 1920 Sevr (Sevres) Anlaşması’nın temelini ve başlangıcını oluşturur.

Rusya’nın onayı ile imzalanan bu antlaşmaya göre; Rusya’ya, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis ile Güneydoğu Anadolu’nun bir kısmı veriliyordu. İngiliz ve Fransız kontrolündeki ülkeler ise Sykes-Picot hattı ile bölünmüştür. Dolayısıyla 16 Mayıs 1916 tarihli anlaşma Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu’daki topraklarını İngiliz ve Fransız etki alanları olarak ayrılıyordu.

İngiltere’ye Güney İsrail ve Filistin, Ürdün ve Güney Irak’ın kontrolünü ve Akdeniz’e erişim sağlamak için Hayfa ve Akka limanlarını içeren ek küçük bir alan tahsis edilmiştir. Fransa, Türkiye’nin güneydoğusu, Irak’ın kuzeyi, Suriye ve Lübnan’ı denetimi altına alıyordu.

Dikkaş1

                       Sykes-Picot Anlaşması Haritası

Fransa ile İngiltere’nin elde ettiği topraklarda Arap devletleri konfederasyonu veya Fransız ve İngiliz denetiminde tek bir Arap devleti kurulacaktı. Sonuçta işin özü İngiltere şimdiki Irak’ın, Fransa ise Suriye’nin kontrolünü ele alıyordu.

1917’deki Rus devriminden sonra Rusya antlaşmadan ve paylaşımdan vazgeçmiş, Lev TROÇKİ gizli olan bu anlaşmanın bir kopyasını 24 Kasım 1917’de İzvestiya gazetesinde yayınlayarak dünya kamuoyuna Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına ilişkin gizli paylaşımları açıklamıştır.

Sykes-Picot Anlaşması’nın sahada tatbiki açısından önemli gelişmelerden biri, İngiltere ve Fransa, İtalya ve bir derece da Almanya’nın başını çektiği Ortadoğu ve Osmanlı Devleti üzerindeki planlarına hizmet eden Arap Ayaklanmasıdır[4]. Arap Ayaklanması, Arap kabilelerinin Türklere karşı, İngilizler başta olmak üzere batılı devletlerce kışkırtılmasıyla çıkartılan ayaklanmalar bütününü ifade etmektedir ki bu ayaklanmalar önce İtalyanların gizli faaliyetleri ile Kuzey Afrika (Libya, Tunus, Cezayir) bilahare Ortadoğu’nun Osmanlı’dan kopuş sürecine zemin hazırlamıştır. Antlaşma ile 400 yıllık Osmanlı egemenliğindeki Filistin 1917 yılında İngilizler tarafından işgal edilmiş ve öte yandan Filistin topraklarında bir İsrail devleti kurulmasında önemli bir adım atılmıştır.

İşte burada insanları birbirine düşürüp huzuru bozan, sonra da adeta bir ‘kurtarıcı’ gibi gelen İngilizlerin temel dış politika prensibi: Böl, parçala, yönet stratejisinin uygulamasına şahit oluyoruz.

Fransızların Suriye’de uyguladıkları “böl-parçala-yönet” politikası ise, etnik ve dinî ve hatta mezhebî farklılıkları hedef almaktaydı ve bu politikaya uygun olarak Maruniler ve Dürziler gibi kullanabilecekleri temel topluluklardan birisinin de Nusayriler olması onlara bu popülariteyi sağlayan temel etken olmuştur.

Neticede İngiltere’nin Irak’ta manda yönetimi 1920’den, Irak’ın bağımsız olduğu 1932’ye kadar sürdü. Fransa’nın Suriye ve Lübnan’daki manda yönetimi ise, 1923’ten 1946’ya kadar devam etti.

Globalleşme ve dünya ülkeleri üzerinde hâkim olan demokratik işleyiş ve uluslararası barış örgütlerinin baskısı neticesinde sömürgecilik yöntem ve usül değiştirerek adını Neokolonyalizm veya yeni sömürgecilik olarak tanımlamıştır. Bir nebze emperyalizm, “saman altından su yürütme” taktiğini kullanmıştır.

Neokolonyalizm, gelişmekte olan bir ülkeyi etkilemek için önceki sömürgecilik ile doğrudan askeri kontrol veya dolaylı siyasi kontrol yöntemleri yerine kapitalizmi, küreselleşmeyi ve kültür emperyalizmini kullanma pratiğidir.

Bu noktadan hareketle 1946’lardan itibaren İngilizler Irak, Fransızlar ise Suriye üzerinde bu yeni taktikle hegemonyalarını sürdürerek ülke zenginliklerinden yararlanmaya devam etmişlerdir.

Fakat ABD’nin, II’nci Dünya Savaşından sonra, özellikle 1947 yıllarından başlamak üzere, ırk ve kültür olarak kendisi ile özdeş İngiltere’nin Anglosakson sistem yapısı içinde küresel dünya coğrafyası üzerinde aktif olarak rol almaya başlamasıyla birlikte dünya gücü hüviyetiyle emperyalizmin ağababası rolünü üstlendiğini görüyoruz. Dolayısıyla ABD bu rolü gereği dünyanın her köşesinde olduğu gibi Ortadoğu’da da başat faktör olarak karşımıza çıkıyor.

ABD’nin Ortadoğu’ya ilgisi, bir yandan ülkesinde çok etkili olan siyonizmin ve dolayısıyla İsrail devletinin varlığını sürdürmesine ve genişlemesine yardımcı olmak, diğer taraftan ülkesinin ihtiyacını karşılamakta yetersiz kalan petrol ve diğer enerji kaynaklarını bölge ülkelerinden onlara güvenlik garantisi sunarak karşılamak. Ve nihayetinde dünya gücü olarak diğer ülkeler üzerinde ağırlık ve prestijini sürdürmek.

Böylelikle ABD, İngiltere ve Fransa’nın Ortadoğu’daki hakimiyetleri üzerine çökerek dümeni kendi eline almıştır. Aslında yine de başta İngiltere olmak üzere Fransa’yı tamamen dışlamamıştır. Onların bölge ile ilgili politikalarına halel getirmeden danışıklı-döğüşlü ve koordineli olarak bölge ve bölge ülkelerinin zenginliklerini paylaşmakta ve ülkelerin kaderini tayin etmektedir.

Bakın Fransız Picot’yla birlikte Ortadoğu’nun bugünkü halinin mimarı olarak gösterilen “Sykes- Picot Anlaşması”nı hazırlayan İngiliz Sir Mark SYKES’ın 81 yaşındaki torunu Oxford Üniversitesi mezunu ve tarihçi Mark Richard SYKES dedesiyle ilgili Gazete Habertürk’ten Nalan KOÇAK ile yaptığı röportajda şu açıklamalarda bulunmuştur:

            – Dedem Arapların bağımsızlığı için çalışmadı. Tek düşündüğü İngilizlerin çıkarıydı.

            – Arabistanlı Lawrence’dan nefret ederdi, ona hiç güvenmezdi. Arap bağımsızlığını asıl isteyen, dedemin nefret ettiği bir başka isim Gertrude BELL (İngiliz kadın casus)’di.

            -Müttefikler Osmanlı’yı petrol için parçaladı. Bu tür çıkarların sadece ekonomi değil savaş gücü açısından da önemi büyüktü. Mesela savaştan önce, savaş gemilerimizin yakıtını kömürden petrole çevirmiştik. Petrole ihtiyaç 19. yüzyılın sonundan beri var.

            – O deklarasyonu pişiren sadece Sir Sykes değildi. İlginç isimler var; mesela Emir ABDULLAH (Ürdün Kralı), Lord Rothschild, Chaim WEİZMANN (İsrail Devleti’nin ilk başkanı), Nahum SOKOLOV (dönemin önde gelen siyonistlerinden) …

            – Dedem, deklarasyona Filistinlilere de eşit hak verilmesi gerektiği maddesini ekletti. Fakat malum, İsrailliler uymadı.

            – Atatürk Müthiş Bir Adamdı. Sykes ve Georges PİCOT Osmanlı imparatorluğu yıkıldıktan sonra bağımsız bir Türk devletinin kurulacağını tahmin ediyorlardı. Öngöremedikleri şey, bu devletin laik bir cumhuriyet olacağıydı. Bence bu Ortadoğu’da bir mucize. Özellikle de diğerleriyle kıyasladığınızda.

TORUN Sykes, röportajdan sonra özellikle şu açıklamalarına yer verilmesini rica ediyor:

“Atatürk’ü büyük bir devlet adamı olarak gördüğümün lütfen altını çizin. O sadece iyi bir siyasetçi değil harika bir askerdi de. Malum biz İngilizleri hem Gelibolu’da hem Kurtuluş Savaşı’nda yendi.”[5]

Sinsi sömürgeci paylaşımların en çarpıcı örneği olan Sykes-Picot anlaşması emperyalist güçlerin kendi iradelerini dayattıkları, sınırlar çizdikleri ve yerel liderlikleri yerleştirdikleri, bölge halklarıyla ‘böl, parçala ve yönet’ oynadıkları ve kendi kazançları için diğerlerini harcadıkları bir anlaşmaydı.

Sykes-Picot anlaşması Osmanlı İmparatorluğu’na karşı destekleri karşısında İngilizlerin Araplara verdikleri özgürlük sözleriyle doğrudan çatışıyordu.

Anlaşma aynı zamanda ABD Başkanı Woodrow WİLSON’un Osmanlı hakimiyeti altında yaşayan halkların kendi kaderini belirlemesi gerektiği yönündeki görüşüyle de zıt düşmüştür.

Wilson’un dış politika danışmanı Edward HOUSE anlaşma hakkında İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur BALFOUR’dan bilgi aldıktan sonra şunları yazmıştı: “Bu son derece kötü bir anlaşma. Bunu Balfour’a da söyledim. Gelecekte savaşların üreyeceği bir bölge yaratıyorlar.

Diğer yandan antlaşma sınırları çizilirken Orta Doğu’nun miras aldığı düzende çeşitli ülkelerin sınırlarının etnisite, kabile, din ya da dil gözetmeksizin çizildiği görülüyor.

Fakat Suriye örneğinde de olduğu gibi çok sayıda azınlık grubu içinde barındıran ülkeler güçlü tek bir lider ya da güçlü bir merkezi hükümet olmadan yıkılmaya yatkın oluyordu.[6]

Nitekim Sykes-Picot projesinin merkezindeki Suriye ve Irak devletlerinin toprak bütünlüğü artık ortadan kalkmıştır.

KUZEY VE DOĞU SURİYE ÖZERK YÖNETİMİ

PYD tam adı ile Demokratik Birlik Partisi, 2003 yılında Kürtler tarafından Suriye’nin kuzeyinde kurulmuş bir siyasi partidir. PYD, 2004 yılında Halk Koruma Birlikleri (YPG)’ni kurmuştur. Daha sonra PYD  2019 yılında Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi (Rojava – Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu)’ni  ilan etmiştir.

Suriye İç Savaşı sırasında, Suriye’deki Kürtler, 2011 yılında Suriye Kürt Ulusal Konseyi (KNC) adı altında Irak’a bağlı Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Erbil kentinde imzalanan anlaşmayla tek bir çatıda toplanmıştır.

Önceleri KNC ile anlaşma sağlanamayınca bağımsız olarak hareket etme kararı alan PYD, Beşar Esad rejiminin Kürt bölgelerinden çekilmesi sonrasında KNC ile uzlaşmaya gitti. 12 Temmuz 2012’de PYD ve Suriye Kürt Ulusal Konseyi uzlaşmasıyla 12 Temmuz 2012 tarihinde Erbil’de Kürt Yüksek Komitesi’nin kuruluşu ilan edildi.

Aynı yıl Kürt Yüksek Komitesi’nin yönetiminde Suriye’deki Kürt alanlarını yönetmek için PYD ve KNC’nin katılımıyla YPG kuruldu (YPG’nin aslında 2004 yılında kurulduğu iddia edilmektedir).

PYD ve kürt kantonları siyasi partileri tarafından 16 Mart 2016 tarihinde de facto statüsünde “Kuzey Suriye Federasyonu” ilan edildi.

Yönetimin silahlı kuvvetleri Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’dir.

Kuzey Suriye Federasyonu Bölgesi, Cizre, Deyrizor, Rakka, Fırat, Menbic, Afrin-Şehba ve Tabka olmak üzere 7 kantondan meydana geliyor, kantonlarda şehir ve beldelerden oluşuyor. Bölge Büyük Kürdistan’ın dört parçasından biri olarak belirtilir. İsviçre’de ve birçok Avrupa ülkesinde temsilcilikleri vardır.

20 Ekim 2021’de ise Katalonya Parlamentosu Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni resmen tanıdı ve Katalonya Parlamentosu, Rojava Özerk Yönetimi’ni resmen tanıyan ilk Parlamento oldu.

Arap ve Türkmen Aşiretleri Birliği, 2016 yılında yaptığı yazılı açıklamada, Suriye’nin kuzeyinde herhangi bir federasyonu kabul etmediklerini duyurmuştur.

Irak Bölgesel Kürt Yönetimi başkanı Mesud BARZANİ 2019 yılında Kuzey Suriye Federasyonu oluşumuna destek verdiklerini duyurmuştur.

Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Bölgesi (Rojava) Fırat Nehri ile iç içe olması sebebiyle bölge verimli topraklara sahiptir. Suriye’nin petrol yataklarının yüzde 90’ı bu bölgede bulunmaktadır. Yönetim ve ABD merkezli Delta Crescent Energy LLC adlı şirket arasında imzalanan anlaşmaya göre petrol çıkarılmaktadır.[7]

Mevcut durumda bölgedeki kuyulardan günde ortalama 150 bin varil petrol üretilir. SDG’nin kontrolündeki Rakka ve Deyrizor’da ise El Omer, El Temek ve Koniko sahaları günde 400 bin varil petrol üretebilecek kapasiteye sahiptir. Bazı araştırmaların sonuçlarına göre, SFG’nin kontrol ettiği bölgelerdeki petrolün günlük geliri (varili 30 dolardan) 10 milyon dolardır.[8]

Kamışlı’da Rojava Üniversitesi faaliyet göstermektedir. Üniversite’de tıp, mühendislik, kimya, tarımcılık gibi 11 adet fakülte bulunmaktadır.

ABD himayesinde Suriye ve Irak coğrafyasında bizde varız diyen ve Sykes-Picot’nun mirası üzerine Kürdistan devleti kurma hayalindeki Kürtler şimdi ses yükseltiyor (PYD/YPG ile Irak’ın kuzeyindeki Kürtler).

ABD başından beri Kürtleri bölgede batılı koalisyon güçlerinin IŞİD’e karşı mücadelesinde en etkili müttefikleri olarak görmektedir.

Türkiye ABD’nin bölge planının bir parçası olarak 29 Ekim 2014 Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Kobani’ye gönderdiği takviye peşmergelerin (ve PKK unsurlarını!!!) ülkemizde önce Şanlıurfa GAP Havaalanına oradan Kobaniye geçişlerine, diğer taraftan karadan ulaşan peşmergelerin Silopi, Nusaybin, Kızıltepe, Viranşehir ve Suruç güzergahını kullanarak Kobani’ye ulaşmasına yardım ve destek sağlamıştır. Karadan geçen peşmerge konvoylarında uzun menzilli toplar, katyuşa füzeleri, uçak savarlar, havan topları, zırhlı araçlar, mühimmat ve ambulansların olduğu gözlemlenmiştir.

Burada şu soru akla geliyor: IŞİD ile mücadelenin Türk ordusu dururken peşmerge kılıfı altında PKK ile yapılmasının amacı ne olabilir? Dışardan getirilen bu gruplarla Suriye’nin demografik yapısının değiştirilmesi ve şekillendirilmesi mi amaçlandı? Bu kapsamda Suriye’deki Kürt nüfusu Irak ve Türkiye’nin Güney doğusundaki Kürt nüfus bölgeleriyle birleştirip BOP kapsamında “Kürdistan” devletinin kurulması mı hedeflendi?

Olaylara devamlı orta ve uzun vade gelecek penceresinden ufuk ötesini görecek şekilde bakmalıyız. Analitik ve yaratıcı düşünce ile proaktif sorgulamalar yapmalıyız. ABD, İngiltere ve AB ülkelerinin milli çıkarlarına hizmet etmemeliyiz. Tarih eğer ders alırsak tekerrür etmez. Sevr’de bize kabul ettiremediklerini şimdi çeşitli oyun ve ruhumuzu okşayıcı sözlerle şirin gözüküp kabul ettirmeye çalışıyorlar. 16 Aralık 2024 tarihinde ABD’nin 20 Ocak 2024’de yönetimi devralacak yeni başkanı Trump Suriye konusunda ülkemize ve Cumhurbaşkanımıza methiyeler yağdırıyor. Bir yandan da ABD resmi yetkilileri, Washington’un Suriye’yi ya da SDG’yi bu zorluklarla tek başına bırakmayız şeklinde destek mesajları veriyorlar. Trump 20 Ocak 2024 tarihinde yapılacak Başkanlık devir-teslim törenine SDG lideri Mazlum KOBANİ’yi davet ediyor. Öte yandan Fransa Pariste Notre Dame Katedralinin tadilatı sonrası açılışına Trump’la birlikte Irak Kürdistan Bölgesi Başkanı Müslüman bir zat Neçirvan BARZANİ’yi davet edip ağırlıyor. Buna perhiz bu ne lahana turşusu?!

Böl-Parçala ve Yönet stratejisi emperyalizmin bütünü kolay lokma haline getirip kolaylıkla yutma projesinin eylemidir. Bu bakımdan ülkemiz iktidarının da de bu sinsi sömürge projesinin farkında olarak karşı plan ve strateji belirlemesi elzemdir. Asıl beka sorunumuz budur. Bu konuda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip ERDOĞAN 14 Aralık 2024’de yaptığı bir konuşmada: “Böl, parçala, yönet” planlarıyla yıllarca coğrafyamızın iliğini sömürenlerin aynı senaryoyu tekrar sahnelemesine fırsat vermeyeceğiz” ifadelerinin kullanmıştır. Hükümetimizin söylem ve eylem birlikteliği içinde kararlı politikalar ile muhalefet ve aydınlarımızın da bu konudaki uyarı ve fikirlerini dikkate alarak hareket etmesi gerekir.

İSTİHBARAT ANALİZİ

Stratejik İstihbarat Analizi haber/bilginin analizidir ve herhangi bir konuda belirsizliği azaltmayı hedefler. Stratejik İstihbarat Analizi ile stratejik seviyedeki konular, olaylar ve problemler ile ilgili “Ne oluyor? Ne olacak?” gibi sorulara cevap arar.

İşte bu noktada, problem sorusu şudur. Peki şimdi ve gelecekte “Suriye’de durum NE OLACAK?”

Bilimsel analiz teknik ve metotları kullanılarak problemin/sorunun cari, temel istihbarat bilgi ve değerlendirmeleri üzerinden analiz edilmesi gerekir.

Bu yöntemlerden “Akıl Yürütme Zinciri” ve “Bilinen Bilinmeyenler ve Varsayımlar” teknikleri kullanılarak yapılan analizlerde ortaya çıkan şudur:            

            – Suriye’nin bölünmesi yönündeki demografik ve coğrafi zemin hazırlanmıştır.

            – Büyük Ortadoğu Projesinin aşamalarının önündeki engeller bir bir aşılmaktadır. Bu kapsamda şu an en çetrefilli husus görünürde IŞİD ile mücadelede ABD’nin partneri olarak dikte edilen “PYD/YPG” nin “olmak ya da olmamak” konumudur. IŞİD ve PKK sopası   ile Türkiye’nin baskı altına alınması senaryoları ile karşılaşmamız kuvvetle muhtemeldir. Büyük resmi artık görün…Biz kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz. Taviz vermeyelim. Başka ülkelerin bu konudaki yardımlarına lüzum yoktur. Dikkatli ve bağımsız bir politika izleyelim. Bu millet her şeye katlanır ve yediden yetmişe yedi düvel ile mücadele etmeye hazırdır.

            – Abdullah ÖCALAN ve PKK terör örgütü ve uzantılarına ASLA merhamet göstermeyelim. Bu mücadelenin içinde yer almış bir emekli subay olarak beni bu konuda kimse ikna edemez. Hakeza şehit ve gazi ailelerini asla…… O yüzden şehit asker evlatları vermiş bir subay olarak ben “HAKKIMI helal etmiyorum”. Devletime mi? Asla. Bu yalan ve tezgahlara kanıp ta yine Bölücü başı ve PKK ve siyasi uzantılarından medet umanlara pek tabii ki… 1999 yılında bölücü başı yakalanıp Türkiye’ye getirildiğinde yalvar yakar “Ben Türkiye’ye hizmet etmeye hazırım. Beni kullanın” gibi sözler söylediğinde peki neden o zaman bölücü başının bu teklifi değerlendirmediniz? Şimdi PKK bitmiş. Onca şehit verilmiş. E soruyorum size; Peki Apo ne yapacak? Kime söz geçirecek? Kandil ve Suriye’deki PYD, YPG onu mu dinleyecek, yoksa ABD’yi mi? İşin psikolojik boyutunu düşünün. Şehit ve gazi ailelerine bu durumu nasıl anlatacaksınız? Mehmetçiğimizin moral çöküntüsünü nasıl tamir edeceksiniz? Milli, dini ve manevi değerlerimizi yok sayamazsınız…

Suriye bağlamında ise yakın ve orta vadede şunlarla karşılaşacağımız kuvvetle muhtemeldir:

             – Suriye’de geçici hükümetin görev süresinin bitimi olan 1 Mart 2025 tarihinden sonra kurulacak hükümet ile öncelikle devletin isminin “Suriye Arap Cumhuriyeti” olacağı,

            – Suriye’de anayasa taslağının bir komisyon tarafından hazırlanarak halk oylamasına sunulmasını ve onaylanmasını müteakip (en az 2-3 yıl) yürürlüğe gireceği,

            –  Ülkenin Federal Parlamenter Cumhuriyet yapısı ile yönetileceği, ancak cumhuriyet rejiminin İslam dininin Sünni yorumuna dayalı melez bir sistem olacağı,

            – Ülke toprakları tek bir devlet görünümünde olsa dahi Sünni Arap, Alevi Arap (Nusayri), Kürt, Türkmen ve Dürzi olmak üzere temel olarak beş eyalete ayrılacağı, 

            – ABD’nin zihin altında yatan “Büyük Kürdistan” projesinden vazgeçmeyeceği, bu kapsamda Suriye’de SDG (PYD ve YPG) varlığının sonlandırılmasına müsaade etmeyeceği, hatta bu yapının yeni kurulacak Suriye Arap Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetlerinin “Sınır Muhafız Gücünü” oluşturacağı,

            – Siyasi genel seçimlerin yapılana kadar (3 sene) ülkenin bir mutabakat hükümeti ile yönetileceği bilahare Suriye Hükümetinin kurulacağı,

            –   Cumhurbaşkanı ve Başbakanın Parlamento içinden seçileceği,

            –  Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar ve diğer bürokratların dağılımının ülke etnik yapısındaki unsurların nüfus oranına göre olacağı (Arap, Türkmen, Nusayri, Dürzi, Ermeni, Hristiyan ve Kürtler),

Dikkaş2

            Kaynak: Mepa News.

            –  Ülkenin, idari olarak 14 İlden (vilayetten) oluşacağı,

            – İl Valilerinin, yerel seçimle belirlenen “il genel meclisi” üyeleri arasından seçileceği, belediyelerin ise, valilikler bünyesinde bir “daire başkanlığı” olarak faaliyet göstereceği, sadece Şam’da müstakil belediye başkanlığı olacağı, Şam Büyükşehir Belediye Başkanının, Başbakan tarafından Parlamento’nun uygun görüşü alınarak atanacağı,

            -Ülkenin BM nezdinde garantör devleti olarak ABD’nin tanınacağı, değerlendirilmektedir.

SONUÇ OLARAK

İsrail’de Başbakan Binyamin NETANYAHU’nun talimatıyla yaklaşık 15 yıl önce kurulan ve Prof. Jacob NAGEL başkanlığındaki Nagel Komisyonu, Tel Aviv yönetimine geçen hafta çarpıcı bir rapor hazırladı. Raporda özellikle Türkiye’nin bölgedeki artan etkisi ve Osmanlı sonrası dönemdeki nüfuzunu yeniden kazanmaya yönelik çabalarının Tel Aviv yönetimi için doğrudan bir tehdit oluşturabileceği vurgulanıyor. Ek olarak rapor, İsrail’in savunma ve askeri kapasitesini artırarak, bu gelişmelere karşı hazırlıklı olması gerektiğine işaret ediyor. Raporda, Türkiye’nin dış politikadaki aktif adımlarının İsrail’in güvenliğini tehdit eden unsurlar arasında yer aldığı belirtilirken, Türkiye ile İsrail arasında doğrudan bir askeri çatışma ihtimaline dikkat çekiliyor. Komite, Netanyahu hükümetine kapsamlı bir savunma planı geliştirme çağrısında bulunuyor.[9]

Öte yandan 20 Ocak 2025 tarihinde ABD başkanlığına resmen başlayacak olan Trump son günlerde Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanına övgüler dolu sözler de içeren demeçler veriyor. Bu ilk söylendiğinde kulağa ve akla olumlu gelecek mesajlar. Fakat bir de şöyle bir özlü söz var: “Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü?”. Buradan lafı şuraya getirmek istiyorum. Trump’ın konuşmalarının tamamını okuyup analiz etmek lazım. Bizim ruhumuzu okşayan, bizim faydamıza olan sözlerini cımbızlayarak alıp kamuoyumuza aktarmak kendimiz aldatmak ve onun ötesinde Trump’ın çok iyi becerdiği algı yönetimi tuzağına düşmek demektir.

Bakın Trump’ın Aralık ayında ve 7 Ocak 2025 tarihinde Florida’daki malikanesinde yaptığı konuşmalarında, şu sözlerine dikkat edin:

            – Başkan Erdoğan iyi anlaştığım biri. Çok güçlü bir ordu kurdu. Erdoğan akıllı ve çok güçlü bir adam.

            – Geçmişte Erdoğan’dan belirli kişilere karşı harekete geçmemesini rica ettiğimde beni dinlemedi. Fakat “lütfen yapma” dedim o da yapmadı. (Burada Trump, “Türkiye bizim sözümüzü dinledi Kürtlerle -PYD, YPG- uğraşmayı durdurdu” demek istiyor. Müteakip olarak ABD Trump’ın politikalarının bir parçası olarak bölgeden asker çekti)

            – Bu övgü dolu konuşmalarının peşi sıra bakın satır aralarında Trump ne diyor?

                        * Türkler ve Kürtler doğal düşmanlardır (—–Natural enemies—–)

                        * Türkler ve Kürtler birbirlerinden nefret ederler (—Hates each others—-),

Peki şimdi Trump’ın o sevecen görünümü size samimi geliyor mu? Son günlerde başlatılan Abdullah ÖCALAN görüşmeleri ile ilgili ne diyelim? Ne için bu süreç başlatıldı? Kamuoyu detayı biliyor mu? Türk-Kürt kardeşliği sadece Kandilin silah bırakmasına indirgenemez. Ha Bölücübaşı Öcalan YPG’ye de mesaj verecekmiş. Bana göre işin içinde ABD yoksa kim dinler Öcalanı. Öte yandan Fransa, İngiltere ve Almanya’yı bir telaş aldı gidiyor. Türkiye’ye karşı Kürtler ve özellikle PKK bizim en güçlü kozumuzdu. Başlatılan bu girişim ve süreç kapsamında bundan mahrum kalabiliriz diye düşünüyorlar kuvvetle ihtimal.

Velhasıl gelin kendi göbeğimizi kendimiz keselim. Oyuna gelip başkalarının milli çıkarlarına hizmet etmeyelim. Türk-Kürt zaten kardeş. Küçük sorunlar vardır elbet. O da çözülür. Bakın devletin her kademesinde çeşitli statülerde ayrım olmadan birlikte çalışılıyor. İç cepheyi sağlam tutalım. Asıl olan iç cephedir. Siyasi çıkar ve hesaplarla hareket etmeyelim. Devletin âli menfaatleri neyse o konuda bir olalım, iri olalım, hep birlikte Türkiye olalım.

Türkiye bulunduğu coğrafyanın kendisine bahşettiği güzelliklerin ve faydaların farkında olmalıdır. Öte yandan bu değeri korumak için de güçlü bir orduyu hazır tutmalıdır. “Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye”dir.

Hiç uzaklara gitmeden, Irak ve Suriye’de olduğu gibi ışık hızı ile hiçbir direnç göstermeden ülkelerini teslim eden milletler örneği bizim kulaklarımıza küpe olmalıdır. Ordumuz ve onun kumanda heyeti hayat ve onur mücadelesinde milletin amaçlarının tek dayanak noktasıdır. “Bir ordunun kıymeti zabitan ve kumanda heyetinin kıymetiyle ölçülür”, Mustafa Kemal ATATÜRK. Bu yüzden subay ve astsubaylarımızı çok iyi ve titizlikle (Belli siyasi ve dini grupların tesirinden uzak) seçmeli ve onları devletin her türlü imkanlarını esirgemeden yetiştirmeliyiz. Belki yıllar içinde ordularınıza sadece bir defa ihtiyaç duyarsınız, belki de hiç. Fakat unutmayın ki ordunuza ihtiyaç duyduğunuz o an, var olmakla yok olmak arasındaki bir beka çizgisidir. Atatürk’ün bir sözü ile noktalayayım: “Memleketimiz şu iki şeyin memleketidir: Biri çiftçi diğeri asker. Biz çok iyi çiftçi ve asker yetiştiren bir milletiz. İyi çiftçi yetiştirdik, çünkü topraklarımız çoktur. İyi asker yetiştirdik, çünkü o topraklara kasteden düşmanlar fazladır… bundan sonra da daha iyi çiftçi ve asker olacağız. Lakin bundan sonra asker oluşumuz artık eskisi gibi başkalarının hırsı, şanı, şöhreti ve keyfi için değil; yalnız ve yalnız bu aziz topraklarımızı korumak içindir. (1923, Tarsus)[10]

08 Ocak 2025 / ANKARA

Murat DİKKAŞ

Strj.İsth. Analiz Uzm.

Kaynakça:

[1] Kelime kökeni Latince’dir. Böl ve yönet anlamına gelmektedir. Bu politika; rakiplerini bölerek ya da onları bölünmüş vaziyette tutarak zayıf durumda bırakmak isteyen devletlerin izledikleri yoldur. Devlet, bölge veya millete hükmetmek amacıyla yapılan bir bölmeden bahsedilir. İlk kez Niccolò Machiavelli’nin 1532 yılında yayınlanan Prens adlı kitabında, Medici Prensine iktidarını nasıl kullanacağını anlattığı bölümde kullanmış olduğu iddia edilir.

[2] https://uliwiki.org/index.php/Divide_et_%C4%B0mpera

[3] Etki Alanı: Bir ülkenin milli güç unsurları ile direkt ve etkili bir şekilde müdahale edebileceği, içinde yabancı ülkeleri de ihtiva eden alandır. Bu alan dâhilinde bulunan hedef ülkeler nezdinde ekonomik, askeri, sosyal/kültürel, bilimsel/teknolojik ve siyasi konularda tam anlamıyla kontrol tesis edilebilir.

İlgi alanı: Etki alanının dışında kalan, fakat başka bir ülke tarafından el atıldığında, hükümran ülkenin stratejik hak ve menfaatlerini tehlikeye düşürebilecek bir sahadır.

[4] Arap ayaklanmasında Ortadoğu’da faaliyet gösteren, İngiliz haber alma teşkilatının bel kemiği, merkez şefi Bayan Getrude Bell, Shakespeare ve o bölgede casusluk faaliyetleri yürüten ünlü Thomas Edward Lawrence’dır. Lawrence’in karşısına Almanlar en iyi elemanlarından olan Wassmus ile Otto Von Niedermayer’ı koz olarak sürmüşlerdir. Bu üç casus Ortadoğu’daki mücadelelerinde neredeyse efsaneleştirilmişlerdir. Bu konuya ilişkin, 1962 yapımlı Lawrence of Arabia-Arabistanlı Lawrence- filmini izlemenizi tavsiye ederim.

[5]Koçak Nalan, Sykes-Picot Anlaşması’nın mimarı Mark Sykes’in torunundan ezber bozan açıklamalar, 15.01.2018, https://www.haberturk.com/sykes-picot-anlasmasinin-mimari-mark-sykes-in-torunundan-ezber-bozan-aciklamalar-1796523

[6] https://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/05/160516_sykes_picot_100_yil

[7] “Suriye petrolünün kaçta kaçı DSG’nin kontrolünde?”. www.rudaw.net. 28 Eylül 2020 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 22 Kasım 2024.

[8] “Prof. Dr. Caşın: ABD’li şirketin YPG/PKK ile yaptığı petrol anlaşması uluslararası hukuka aykırı”. Anadolu Ajansı. 29 Eylül 2020 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 3 Aralık 2024.

[9] Murat Emre Eygün, 07/01/2025, https://www.savunmatr.com/israilden-turkiye-ile-savasa-hazirlanmaliyiz-raporu/

[10] ATATÜRK’ün Söylev ve Demeçleri, ATATÜRK Araştırma Merkezi, C. II, Ankara, 1997, s. 135.