Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE KRİZ YÖNETİMİ VE ULUSLARARASI MÜDAHALE

Bir ülkenin körleşmesi,

düşünce adamlarının ortadan kaybolması

ya da iyi düşünürlerin yetişmemesi ile alakalıdır.

Ünlü Amerikalı aktör Robert MİTCHUM “Hayatınızın yüzde doksanı uykuda geçer, önemli olan geri kalanında yeterince uyanık olmaktır” demişti. Eğer yaşamınızda etrafınızdaki tehditler kadar, fırsatların da farkında değilseniz hayatınız şu an olduğu gibi durgun bir sudaki saman çöpü gibi rüzgâra tabi demektir. Başınıza gelenlere ‘kader’ deyip, geçersiniz, ne istediğinizi bilmediğinizden hayatınız boyunca istemediğiniz şeylerle yaşarsınız. Kişisel olarak, durum farkındalığının beş seviyesi vardır; tedbirsiz durum, gevşek farkındalık, odaklı farkındalık, yüksek alarm ve koma. Farkındalığın birinci seviyesinde tıpkı yüzde doksan gibi örneğin evde yalnız iken sadece TV’deki diziye odaklanmışsınızdır. İkinci seviyede mutfakta bir ses duygunuz, oraya da kulak veriyorsunuz. Üçüncüde mutfakta bir hırsız olduğunu anlamış ve tehdidin farkına varmışsınızdır. Dördüncüde artık onunla yüz yüzesiniz ve size saldırdı. Beşinci de ise olan oldu, polisi arıyorsunuz. Önemli olan sık sık ikinci seviyede olma dikkati göstermektir. Uluslararası ilişkilerde de krizleri fark etmek böyledir. Hiçbir kriz aniden ortaya çıkmaz, öncesinde seviye seviye yaklaşır. Ama mesele algılamak kadar nasıl algıladığınızdır. Örneğin bir ülkenin silahlanmasının size karşı olduğunu anlayamayacak iyimserlikte olabilirsiniz. Ya da İsrail’in kendi meselesini ülke çıkarlarınızı hiçe sayarak, sübjektif bir kapsamda tehdit olarak algılayabilirsiniz. Algılama ve bilgi toplamadan sonra akıl yürütmenin üçüncü halkası, sezgilerine güvenmektir. Bazı kişiler normal olarak anlaşılması zor tehlike sinyallerini ya da fırsatları daha kurnazca algılar. Konumuz uluslararası ilişkilerde kriz yönetimine hazır olmak çünkü etrafımızda pek çok avcı ve kötü huylu devlet var. Zaten devletlerin davranışları ile insan doğası oldukça benzerdir.

Büyük güçler, yükselen güçler daha büyük bir tehdit olmadan onları yok etmek ya da parçalamak ister. Savaştan kaçınanlar ise çıkarlarını barışçı yollardan birleştirecek yollar ararlar. Bu yüzden, devletlerin farklı dış politika stratejileri vardır; statükocu, revizyonist, emperyalist (yayılmacı), yalnızlık, tarafsızlık, bağlantısızlık ya da prestij peşinde olabilirler. Bu tercihler uluslararası düzende ilgili ülkenin gücü, ittifakları, çıkarları ve olası tehditlere göre belirlenir. Bazen ülkeler, örneğin Çin ve Yunanistan, uluslararası düzende uygun bir fırsat ortamı çıkana kadar güç toplar, saklanır. Bir ülkenin ulusal kabiliyetleri geliştikçe liderleri genellikle ülke çıkarlarını daha geniş bir şekilde tanımlamaya başlar; sadece sınırlarının güvenliği değil daha ötesine de ulaşmaya odaklanır. Bu kapsamda; dışarıdaki pazarlara girmeye çalışır, ülke dışındaki hammaddeleri ve ulaştırma rotalarını kullanmak ister, uzaktaki vatandaşlarını korumak için tedbir alır, dini veya ideolojik inançlarını yayar ve kendi bölgesinde ve dünyada kendi düşündüğünün doğru olduğunu kabul eder. Bunun karşılığında etrafındaki ülkeler artık kendi sınırlarının, uluslararası kurumların ve itibarının tehlikede olduğunu hissetmeye başlar. Gelişme, genişleme isteğini cesaretlendirir, güvensizlik yaratır ve daha fazla güç isteği doğurur. Geçmişte İngiltere, Fransa, Almanya, Japonya, ABD ve Rusya bu yolu izlediler; dışarıya doğru genişleme, yeni istekler ve emperyalizm. Çıkarların çatışması nadiren barışçı yollarla çözülür. Devletler, kendi stratejileri çerçevesinde diğer devletleri zayıflatmak, iç işlerine karışmak, toprak bütünlüğünü parçalamak için örtülü müdahaleler yanında doğrudan müdahaleleri de tercih edebilirler. Tarihsel olarak; “toprak kazanımı” ve “böl ve yönet” şeklinde izlediğimiz güç politikaları bugün toplum mühendisliği ile devrimsel yeni yöntemler edinmektedir.

Uluslararası politikada bilgilerin sınırlı olması, bilgiye ulaşmanın ve bu arada geçen zamanın maliyeti ile bunları yaparken gizliliğin korunmaya çalışılması gibi hususlar karar alma sürecinde objektif rasyonelliğin sağlanmasının önündeki engeller olarak ortaya çıkmaktadır. Karar vericilerin tüm alternatifleri dikkate alarak, rasyonellik içinde en tatmin edici alternatifi seçmesi gerekmektedir. İktidarların başlıca görevi, ulusal güvenlik çerçevesinde; devletin hayati ve diğer çıkarlarının korunması ve kollanmasıdır. Ulusal güvenlik sistemi güvenlik ortamının izlenmesinden çıkarların ve fırsatların tespitine, gerekli istihbaratın üretilmesinden durumun değerlendirilmesine, uygun politikaların ve vasıtaların seçiminden kriz yönetimi içerisinde uygun politikaların uygulamasına kadar gerekli fonksiyonları sağlayacak süreç ve unsurları bünyesine entegre etmiş olmalıdır. Bütün bunlar, barış döneminden itibaren etkili bir kriz yönetim sisteminin çekirdek personeli ve tesisleri ile çalışır durumda olmasını ve gerektiğinde takviye edilerek cari krizlere etkin bir şekilde müdahalesini gerektirir. Bunu yaparken, uluslararası kamuoyu nezdinde suçlu konuma düşmemeye, belirli bir meşruiyet sağlamaya çalışırlar. İçinde bulunduğumuz Westfalia yani devlet merkezli dünya düzeni 1945 yılında kabul edilen Birleşmiş Milletler Şartnamesi ile korunmaktadır. Ancak, Batılı devletler, yeni müdahalelerine zemin hazırlamak için Liberal Düzen konseptini ortaya atmışlardır. Bu makalede bir devlet adamının uluslararası ilişkileri algılama ve durum farkındalığından başlayarak, devletin kriz yönetim sistemi ve uluslararası müdahalelere nasıl hazırlanması gerektiğinden bahsedecek, konuyu ABD’nin dış müdahale yöntemlerine ve Türkiye’ye yönelik müdahalelerine getireceğiz.

Uluslararası İlişkilerde Kriz ve Kriz Yönetimi

Uluslararası ilişkilerde ‘kriz’ terimi, genel olarak, “ulusal değerleri tehdit eden, hızla karşılık verilmesi gereken ve buna bağlı olarak da karar vericilerin dikkatlerini en yüksek seviyede tutmaları gereken durumu” ifade etmek için kullanılır. Kriz yönetiminin nihai hedefi, çıkar çatışmasından galip çıkmaktır. Kriz yönetiminden esas ulusal çıkar ve hedeflerin savaşa gerek kalmadan korunmasıdır. Amaç, ya önleyici tedbirler ile krizin daha fazla tırmanmasına mâni olmak ya da alınan kontrollü tedbirlerle silahlı çatışma riskini içerecek şekilde krizi tırmandırmaktır. Kriz yönetimi sürecinde; ya kriz veya gerginlik kontrol altına alınarak normale dönülür, ya da kriz tırmandırılarak savaşın veya çatışmanın yönetimine dönüşür.

Kriz yönetim sürecinin temel aşamalarını; önce bilgi toplayarak durumu analiz etmek, durum farkındalığı (situation awareness) yaratmak, buradan hareketle ulaşılacak (siyasi, askeri vb.) hedefleri ve seçenekleri tespit etmek, seçeneklerin içinden en uygun olanı (karar) uygulamak ve bu döngüyü devam ettirmektir. Tüm bunların zaman baskısı altında yapıldığı da unutulmamalıdır.

Kriz yönetiminin genel olarak üç aşamadan oluştuğu kabul edilir (Tablo).

Birinci aşama kriz öncesi aşama, krizi seçme aşaması veya kriz sinyali verme aşaması olarak ifade edilebilir. Bu aşamada bir şekilde ortaya çıkan kriz karşısında istihbarat faaliyetleri yoğunlaştırılırken; krizin engelleneceği veya tırmandırılacağı görüşmeler için çağrı yapılması, üçüncü tarafların bilgilendirilmesi, ilişkilerin gözden geçirilmesi gibi tedbirler veya önlemler üzerinde durulur.

İkinci aşama, krizin tırmanmasını önleyememe, durduramama veya krizi tırmandırma aşamasıdır. Alınan önlemlere rağmen kriz tırmanmıştır ve psikolojik eylem planlarından, ekonomik ilişkilerin askıya alınmasına ve savaş hazırlıklarına kadar kademe kademe değişen tedbirler söz konusudur.

Üçüncü aşama ise krizin veya gerginliğin yatışması aşamasıdır. Bu aşama; ya savaşa varmadan taraflar arasında bir anlaşma ile sonuçlanır ya da kriz tırmanarak; diplomatik, ekonomik ve askeri tedbirlerin kademeli ve şiddeti gittikçe artan bir şekilde nihayetinde sınırlı veya topyekûn açık bir savaş neticesinde, tarafların birinin diğerinin dayattığı bir çözüme yanaşması veya uzlaşıya varılması ile sonuçlanır. Bu üç aşamaya genellikle tarafların yeni durum ile ilgili çalışmaları yaptığı kriz sonrası aşamasını da ilave edebiliriz.            

Tablo: Krizi Yönetmek

SAFHA ALT SAFHA(DÖNEM) ANA FAALİYET ALT FAALİYETLER
KRİZ ÖNCESİ SAFHA UZAK KRİZ ÖNGÖRÜ /PLANLAMA /ÖNLEM –     Hazırlıklı olmak (Algılama/Teşhis)–     İnisiyatifi ele geçirme gayretleri–     Kriz Yönetim Teşkilatının azaltılmış personel ile çalışmaya başlaması–     Emarelerin tespiti–     Durum değerlendirmesi
YAKIN KRİZ
KRİZ SAFHASI BAŞLANGIÇ UYGULAMA /TEPKİSEL TEDBİR –      İnisiyatifin elde bulundurulması–      Planlama esaslarına göre gerçeklik süzgecinden geçirilen tedbirlerin kararlılıkla uygulamaya konulması–      Krizi sürekli sorgulama ve cari olaylara karşı tedbirlerin geliştirilmesi–      Bilgilendirme ve yönlendirme (ikna)–      Kriz Yönetim Teşkilatının çoğaltılmış personel ile çalışması
TIRMANMA
GERİLEME
KRİZ SONRASI SAFHA YAKIN KRİZ PLANLARIN GÖZDEN GEÇİRİLMESİ / ÖNLEM –      Planlama esaslarına göre kriz sonrası tedbirlerin sürekli sorgulamadan geçilmesi ve kararlılıkla uygulamaya konulması–      İnisiyatifin elde bulundurulması–      Bilgilendirme ve yönlendirme (İkna)–       Kriz Yönetim Teşkilatının çoğaltılmış personel ile çalışmaya devam etmesi
UZAK KRİZ

Kaynak: Yavuz Kadirdağ, Krizi Yönetmek, Harp Akademileri Dergisi, (İstanbul, Eylül 2002), s.14.

Kriz yönetiminde önemli olan husus, meydana gelen olayda krizin geleceğini sezmek ve önleyici tedbirler konusunda süratle karar alarak bu tedbirleri yürürlüğe koymak, krizi büyümeden önlemek veya krizi ulusal çıkarlar doğrultusunda kabul edilebilir bir risk seviyesine kadar kontrollü olarak tırmandırmak suretiyle karşı tarafa isteklerimizi kabul ettirmektir. Devleti yönetenler, ulusal çıkarları temin ve muhafazaya yönelik politikalarını; askeri gücün caydırıcılığına dayanmış ancak, askeri yöntemler dışında ele geçirmeye yönelik bir “ala carte” menü kullanarak uygulamak zorundadır. Bunun için devlet; ulusal çıkarların ve bunlara yönelik risklerin devamlılığını göz önüne alarak döngüsel bir kriz yönetimi anlayışı ile istihbarat fonksiyonlarını bilgi-eylem mekanizması içinde yapısal bir güç haline getirmelidir.

Kriz yönetiminde başarının faktörlerini şunlar oluşturur: 

(1) Krizi önceden sezmek,

(2) Önleyici tedbirler konusunda süratle karar alarak yürürlüğe koymak,

(3) Krizi büyümeden önlemek veya

(4) Krizi ulusal çıkarlar doğrultusunda kabul edilebilir bir risk seviyesine kadar kontrollü olarak tırmandırmak suretiyle isteklerimizi kabul ettirmek.

Burada önceden fark edebilme, gerçekleşen bir olayın veya durumun karar vericiler tarafından önceden bilinebilme derecesidir.

Uluslararası Politika ve Müdahale

Uluslararası meşruiyet için müdahalenin; BM Şartnamesi, Cenevre Sözleşmesi, bunların protokolleri ve devletler arası silahlı çatışmalar ile ilgili diğer uluslararası anlaşmalara uygun olarak icra edilmesi gereklidir. Bu kapsamda; daha fazla destek ve daha az şüphe için çokuluslu müdahaleler tercih edilir. Krizler daha çok siyasi ve acil durum kapsamında olduğundan askeri olmayan yöntemler askeri operasyonlardan önce gelir.

Müdahalelere karar verilirken müdahale şekline uygun olarak aşağıdaki kriterler kullanılabilir:

– Bağımsız ulus-devletin iç güvenliği ile ilgili kuvvet kullanma hakkı vardır ama halkına karşı savaşıyor durumuna düşerse egemenliğini tehlikeye atar.

– Müdahale eden, sadece kendi çıkarı için değil evrensel adalet için savaşmalıdır.

– Kullanılan vasıtalar orantılı olmalı, aşırıya kaçılmamalıdır.

– Askeri kuvvet son seçenek olarak kullanılmalıdır.

Müdahalenin gerekçesinin uygun olması (The Jus ad Pacem) için şu kriterler aranır:

(1) Ciddi ve kitlesel insan hakları ihlalleri,

(2) Savaş tehlikesi veya terörist faaliyetler,

(3) İhlallere müdahalenin uygun kolektif uluslararası kuruluşlar tarafından onaylanması ve insani niyet ile yapılıyor olması.

Müdahalelere karar verilirken önemli bir karar noktası da zamanlama yani ne zaman müdahale edileceğidir.

Müdahale & İç İşlerine Karışma?

BM Şartnamesi’nin 2/4. maddesi savaşın veya kuvvet kullanımının hangi durum ve şartlarda bir seçenek olacağını ortaya koymaktadır. Söz konusu maddede; önce bütün ülkelerin uluslararası sorunlarını barışçı vasıtalar ile çözmesi gerektiğine vurgu yapıldıktan sonra şu ifadeye yer verilmektedir; “Bütün ülkeler; uluslararası ilişkilerinde toprak bütünlüklerine veya siyasi egemenliklerine karşı kuvvet kullanımı veya BM amaçlarına uygun olmayan bir yöntem ile tehdit edildiklerinde kendilerini koruma hakkına sahiptirler.” Madde 2/4’ün madde 51’de yer alan iki istisnası bulunmaktadır:

(1) Madde 51 ile korunan bireylerin doğal hakları ve silahlı bir taarruza karşı kolektif kendini savunma hakkı

(2) Madde 42 çerçevesinde BM Güvenlik Konseyi tarafından verilen yetki çerçevesinde uluslararası barış ve güvenliğin muhafazası ve restorasyonu için yapılan eylem.

Kuvvet kullanmanın önündeki en önemli engeller devletlerin toprak bütünlüğünün korunması, siyasal egemenlik ve iç işlerine karışmama ilkeleridir. Md.2/4’ün kuvvet kullanma ya da kuvvet kullanma tehdidini sadece üye devletlerin “uluslararası ilişkilerinde” yasaklamış olması, devletlerin bir iç isyanı bastırmak için kuvvet kullanmasının yasağa aykırılık teşkil etmeyeceği anlamına gelmiştir. BM Genel Kurulu’nun 21 Aralık 1965 tarihli ve 2131 (XX) sayılı “Devletlerin İç İşlerine Karışmanın Yasaklanması ve Bağımsızlık ve Egemenliklerinin Korunması Bildirisi” önsöz ve 4. paragrafında, “devirme ve dolaylı müdahalelerin tüm şekillerinin BM Şartnamesi’nin bir ihlalini teşkil ettiği” ve “uluslararası barış ve güvenliğe yönelik tehdit oluşturduğu” yer almaktadır. Bildiri Md.1/1’de “Her devlet bir başka devletin rejimini şiddet kullanarak devirmeye yönelik ayaklanmacı, terörist ya da silahlı faaliyetleri örgütlemekten, yardım etmekten, finanse etmekten, teşvik, tahrik etmekten ya da tolere etmekten ya da bir başka devletteki iç karışıklıklara karışmaktan kaçınacaklardır” şeklinde bir hüküm bulunmaktadır.

Bir başka belge olan 1970 tarihli “Dostça İlişkiler Bildirisi” de silahlı çeteleri gönderme, terörist hareketleri örgütleme, tahrik etme ve iç savaş başlatma şeklindeki müdahaleleri kuvvet kullanma yasağına dâhil etmektedir. BM Genel Kurulu’nun 1981 tarihli 36/103 sayılı “Müdahalenin ve İç İşlerine Karışmanın Kabul Edilmezliği Bildirisi” de aynı şekilde bu tür yöntemleri bir başka devlete karşı kullanmaktan kaçınma yükümlülüklerinden bahsetmektedir. BM Genel Kurulu’nun 14 Aralık 1974 tarih ve A/3314(XXIX) sayılı “Saldırının Tanımı” kararında “…Bir devlet tarafından veya bir devlet adına diğer bir devlete karşı silahlı kuvvet fiillerini icra eden silahlı çetelerin, grupların, gayri nizami askerlerin gönderilmesi veya bu gibi fiillere önemli ölçüde karışılması” (dolaylı) saldırı olarak nitelendirilmektedir. BM hukuku, bir saldırı ve savaşa yol açacak şekilde yorumlanamaz ve kullanılamaz.

ABD 1945 yılından beri 300’den fazla dış müdahalede bulundu. Bunlar siyasi, ekonomik ve yarı askeri boyutta örtülü olanlar yanında doğrudan müdahaleleri de kapsamaktadır. Soğuk Savaş boyunca demokrasi ve özgürlükler adına yapılan müdahaleler, Irak ve Afganistan’da inandırıcılığını kaybetti. Büyük Ortadoğu Projesi ile birlikte, “diktatörü kovma” oyununa dönüştürüldü. Neoliberal ekonomist ve Soğuk Savaş diplomatı George Pratt SCHULTZ, 1982-1989 yılları arasında Reagan’ın dışişleri bakanlığını yaptı. Schultz, Eisenhower ve Nixon dönemlerinde de Soğuk Savaş’ın pragmatik problem çözücüsü idi. Şili, Filipinler, Nikaragua ve Haiti’de diktatör rejimleri destekleyen Schultz, daha sonra sert ve yumuşak gücü birleştirerek demokrasi işlerine döndü. 

Son 40 yılda ABD; otoriter rejimler bahanesi ile Afganistan, Granada, Haiti, Irak, Libya, Panama, Somali ve Sırbistan’a müdahale etti. Bu müdahalelerde bazen hava, bazen kara, bazen de bu kuvvetlerin karışımı kullanıldı. 21. yüzyıl müdahalelerin hedefi ulus-devlet yapıları ve ağ stratejisi ile ulus-devletlerin etki ve kontrol altına alınmasıdır. Ulus-devlet yapısı ile toplum arasına örülen istihbarat fonksiyonlu (istihbarat üretimi, propaganda, örtülü faaliyetler ile devlet yapısına paralel bir egemenlik kuran sivil toplum örgütleri gibi devlet dışı aktörlerin oluşturduğu) iç ağ ve pratikte çok merkezli dünyanın (ulus egemenliği ve otoritenin ulus aşan aktörler tarafından paylaşıldığı tabaka) ördüğü dış ağ ile birlikte çifte yapılı bir dünya ortaya çıkmıştır. Yeni küresel düzende ulus-devletler önemini yitirirken ağların egemenliği başlamaktadır. Dünya, bir ulus-devletler topluluğundan ağlar topluluğuna doğru gitmektedir. Bu sadece küresel ekonominin getirdiği bilgisayarlar, yatırımcılar ve şirketler ağı değil; ulus-devlet ile halk arasına gizlice örülen vakıf-araştırma merkezi-sivil toplum örgütü vb. yapılanmaların söze demokrasi adına ancak, ulus-devlet egemenliği aleyhine ittifakları ile de ilgilidir. Bu ağ, demokrasi projelerinde görüldüğü gibi hegemon güçlerin diğer ülkelerde ulus-devlet egemenliğini istismar etmek, etkilemek, yıkmak, sınırlamak için kendilerine hizmet edecek kurum ve etki ajanlarını ihtiva eden bir yapılanmadır. Buna Echelon, Prizma, uydular gibi ulus-devlet güvenliğini etkileyen ve karşı konulamayan istihbarat teknolojileri ve vasıtalarının ağını da ilave etmek gereklidir.

ABD’nin Türkiye’nin İçişlerine Müdahaleleri

ABD’nin Türkiye’de kurduğu özel mekanizmayı birkaç cümle ile özetlemek mümkün değildir. Bunun için “Türkiye’deki Amerika” isimli kitabımı okumanızı tavsiye ederim. Keza, “Küresel Sermaye ve Türkiye” başlıklı kitabımda yer alan, küresel sermayenin Türkiye’deki iş dünyası ile olduğu kadar hükümet ve diğer milli yapılar ile de bağlarının bilinmesi de çok önemlidir. ABD, Türkiye’deki hükümet, NGO’lar, aktivistler, sivil toplum ve AB ile diyalog halinde demokratik prensipleri, uygulamaları ve değerleri geliştirmek için öncelikler tespit etti. Bu demokrasi hedefleri içinde; “İnsan hakları, sivil toplum ve etnik farklılıklara saygının desteklenmesi, Türkçe dışındaki dillerin kullanılması, ifade özgürlüğünün genişletilmesi, Yunan Ortodoks (Heybeliada) Ruhban Okulu ve İstanbul Ekümenik Patrikliği’nin desteklenmesi, etnik Kürt ve diğer Türk olmayan etnik grupların sorunlarına yönelik somut adımlar atılması” başta gelmektedir. Bu ifadenin açık anlamı Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devlet olma özelliğinin yok edilmesi, Türkiye’nin bölünmesi ya da en azından bir federasyona dönüştürülerek, ulusal gücünü kullanamaz hale gelmesi, son 10 yıldır yapıla geldiği gibi küresel sermayeye peşkeş çekilmesidir. Bunun için uyguladığı strateji adına “kamu diplomasisi” denilen ikna ve daha çok şantaj yöntemidir. Pek çok milletvekili, siyasi parti lideri, hâkim, adalet yetkilisi, gazeteci, akademisyen ve NGO yetkilisine yönelik programlar uygulanmaktadır. Her yıl yüzlerce Türk, ABD’ye getirilerek çoğulculuk, etnik ve dinsel farklılıklar konularında eğitim almakta, geleceğin liderleri yetiştirilmektedir. Bu ziyaretler ABD Uluslararası Ziyaretçiler Liderlik Programı fonundan karşılanmaktadır. ABD raporları, bu işte AB ve diğer dış misyonlardaki üyeleri ile sık sık bir araya geldiklerini ifade etmektedir.

Soğuk Savaş süresince Komünizmle mücadele stratejisi içinde daha çok güvenlik odaklı olarak yürütülen iki ülke arasındaki ilişkilerde, Türkiye’nin Batı kampında kalması ve ABD çıkarları doğrultusunda politikalar izlemesi için ülkedeki rejimin kimlerin eline geçeceği ve sol akımlar, ABD’nin hep yakın gözetiminde oldu. Bir yandan Batı tipi yaşam tarzı Türkiye toplumuna özendirilirken, ülke savunması Batı doktrinlerine göre teçhiz edildi; Türkiye’de gerilim stratejisi uygulayarak, solun güçlenmesini önlemek üzere darbeler desteklenirken, diğer yandan ekonomik alanda Türkiye’nin Batı tipi ekonomiye dönüştürülmesi ve ekonomisinin dışa açılması sağlandı. Bütün bunlar için eğitiminden ekonomiye, istihbaratından sendikalara, parlamentodan tarikatlara kadar geniş bir alanda ajan ağı oluşturuldu ve örtülü operasyonlar yapıldı. 1980’lerden itibaren hazırlanan Ilımlı İslam projesi ile 2003 yılından sonraki kurgu sağlandı. Avrupa Birliği’yle iş birliği içinde ulus devlet yapımızın temelleri olan Cumhuriyet değerleri, güvenlik organlarımız, ülke içi güçler dengesi erozyona uğratıldı, komplolar düzenlendi. Türkiye’nin AB üyelik süreciyle birlikte silahlı kuvvetlerin demokratik kontrolüyle ilgili baskılar özellikle MGK yapısında bazı değişikliklerin yapılmasına yol açmış, TSK üzerinde oynanan oyunlar ülkemizdeki güç dengelerini oldukça hassas hale getirmiştir.  Ağ stratejisiyle Türkiye’deki medya, iş adamları dernekleri, sivil toplum örgütleri ve STK’lar üzerinden bir yumuşak güç kurgusu çerçevesinde iç dinamikler kontrol altına alındı. Türk güvenliğinin esası olan Türk Silahlı Kuvvetleri hedef alınarak, komuta kademesi hapse atıldı, ordunun itibarıyla oynandı.

ABD için Türkiye, ülke çıkarları için çok önemli bir bölgede, orta büyüklükte ama her zaman bağımlı bir güce sahip olması gereken, elde tutulması ve kontrol edilmesi gerekli bir ülkedir. ABD için ideal Türkiye, kendi çıkarları söz konusu olduğunda itiraz etmeksizin istediklerini veren, Batı değerlerini benimsemiş ve onun yörüngesinden çıkmayacak zayıf bir ülkedir. Bugünkü hali ile Türkiye, gereğinden çok büyük ve hâlâ bağımsız hareket etme potansiyelini koruyan, üstelik ulusal kültürü gereği kendine her zaman başka coğrafyalarda yeni hevesler ve müttefikler bulabilecek bir ülkedir. Bu yüzden, Türkiye’de seçimlerle birlikte hangi partinin iktidara geleceği ve politikalarının ne olacağı, ABD istihbaratı ve Dışişleri Bakanlığı’nın her zaman uzun soluklu projelerine konu olmuştur. ABD Büyükelçileri her zaman Türkiye’deki iktidarın geleceği, yerine kimin gelebileceği, toplumun nabzı ile ilgili olmuşlar, siyasi partilerle seçim öncesi pazarlıklara girmişlerdir. Sadece Türkiye’de iktidarı planlamak değil, B planları ve darbeler de hep Amerika’nın ilgi sahasında olmuştur. ABD çıkarları üzerinden tanımlanmış siyaset, ekonomi ve savunma anlayışımız, yine ABD’nin vereceklerine bağımlı hale getirilmiştir.

Makalenin devamı ve geniş versiyonu için;

https://www.academia.edu/102481245/Uluslararası_İlişkilerde_Kriz_Yönetimi_ve_Uluslararası_Müdahale