Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

EGE VE KIBRIS GERÇEĞİ

Sayın Uluç GÜRKAN’ın Sayın Namık TAN’ın Dışişleri Bütçesi üzerindeki konuşması hakkında yaptığı değerlendirmeyi aşağıda bilgi ve görüşünüze sunuyoruz:

Değerli Arkadaşlar,

Sayın Namık TAN’ın Dışişleri Bakanlığı bütçesinin komisyon görüşmelerinde yaptığı konuşma Türkiye’nin ulusal çıkarlarını yansıtmamaktadır. Aynı zamanda, CHP’nin Atatürk ile bütünleşen “bölge merkezli dış politika” anlayışı ve Bülent ECEVİT ile şekillenmiş olan Kıbrıs politikası ile uyuşmamaktadır. Deyim yerindeyse Sayın Tan, Kıbrıs’ın “Yunan adası”, Ege’nin “Yunan gölü” olmasını kabullenmemizi önermektedir.

Bu nedenle, “izlenmekte olan dış politikanın mükemmel eleştirisi” olarak yapılan değerlendirmeye katılamıyorum.

Sayın Tan konuşmasında AKP’nin Yunanistan ile Ege odaklı uzlaşma çabalarını açıkça destekliyor. “Yunanistan’la Ege’de bahar yaşanıyor. Bu fena mı? Kötü mü? Asla” diyor.

 Bu sözlerine destek dışında başka bir anlam yüklenebilir mi?

 Kıbrıs’a gelince… Sayın Tan bu konuda da AKP iktidarının bir süredir peşinde koştuğu “iki devletli çözüm önerisi yerine federasyon uzlaşması” arayışına kapı aralıyor. Hem Ege’de hem de Kıbrıs’ta bu yaklaşım kabul edilemez…

Birinci olarak Ege’de, Lozan’da “aidiyeti belirlenmemiş ve Türkiye ile Yunanistan arasında “müzakere edilmesi” öngörülen 19 ada ve kayalık, çoğu Türkiye’nin 6 millik karasuları içinde olduğu halde Yunanistan tarafından fiilen işgal edilmiştir. Yine Lozan’da “silahlardan arındırılacakları” belirtilen Yunan adaları da silahlandırılmak bir yana açıkça Türkiye’yi hedef alan askeri üslere dönüştürülmüştür.  Yunanistan’ın Ege’de dayattığı 10 millik fır hattında Türk uçaklarının uçuşu durdurulmuştur.

Bu sorunlar, Lozan kazanımları doğrultusunda çözülmeden Yunanistan ile sağlanacak uzlaşma, Türkiye’nin Ege’deki karasularının yüzde 7,47’ten yüzde 4’e düşmesine, uluslararası açık suların yüzde 48,85’tden yüzde 37’ye düşmesine, Yunan karasularının ise yüzde 43,68’den yüzde 59’a çıkması sonucunu doğuracaktır.

CHP, AKP’nin bu teslimiyet politikasına karşı çıkmalı ve teşhir etmelidir. Oysa Sayın Tan, herhalde ABD ve AB’de memnuniyet yaratacağı yaklaşımıyla, AKP’nin Ege politikasızlığını onaylamaktadır.

Bu yaklaşım Türkiye’nin ulusal çıkarlarına aykırıdır. Böylesi bir teslimiyeti, Sayın Tan’ın Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” mesajıyla özdeşleştirmesi de kabul edilemez.

İkici olarak, Sayın Tan’ın “Biz kabul etmesek de Avrupa Birliği’nin yolu Kıbrıs’tan geçiyor” yaklaşımı ve bunu “KKTC’yi bizden başka hiçbir devlete tanımadı” diye gerekçelendirmesi, çözümü de “BM parametreleri, özetle iki toplumlu, iki bölgeli ama yeni bir federasyon” olarak göstermesi gerçekçi değildir.

“Avrupa Birliği”nin yolu Kıbrıs’tan mı geçiyor?

1998 yılında Almanya’da Körber Vakfı tarafından “Avrupa’nın İnce Eşiğinde” başlıklı bir toplantı düzenlenmişti. Toplantıya eşit dağılımda toplam 36 akademisyen, diplomat, gazeteci ve siyasetçi katılmıştı. Türk heyetine TBMM Başkanvekili olarak ben, Alman Heyeti’ne de Federal Parlamento Başkan Yardımcısı Hans-Ulr-Ulrich KLOSE başkanlık ediyordu.

O tarihte Türkiye’nin Brüksel’de AB nezdinde Büyükelçisi olan Uluç ÖZÜLKER, Alman tarafına şöyle bir soru yöneltti:

“Öne sürdüğünüz bütün şartları yerine getirirsek Türkiye’yi hemen kabul edeceğiniz garanti mi?”

Hans-Ulrich KLOSE, Uluç ÖZÜLKER’i şöyle yanıtladı:

“Türkiye mucizevi bir biçimde AB’ye giriş için formüle edilen demokratikleşme, hukuk devleti, insan hakları, Kıbrıs gibi kriterleri yerine getirecek olsa… Şimdi ben sadece kendi yanıtımı veriyorum, herkesin bu yanıtı vereceğini iddia etmiyorum. Bu soruya yanıtım ‘Hayırdır’… Avrupalılar Türkiye’nin AB’ye girmesi halinde bundan dış politika ile ilgili çatışma potansiyelinden korkuyor… AB üyesi olarak bizlerin aniden İran’a komşu olmakta bir çıkarı var mı? Hayır…

Bir başka neden… Avrupa Birliği içinde kimse Türkiye’ye AB içinde serbest dolaşım hakkının tanınmasını istemez, çünkü Türkiye ile bizim son derece farklı bir demografik gelişimimiz var. Avrupa Birliği içinde nüfus azalırken Türkiye’de artıyor. Avrupa Birliği içindeki bütün ülkeler Türkiye’den gelecek göç baskısından korkuyor…”

Hans-Ulrich KLOSE Alman Sosyal Demokrat Parti üyesiydi. Partisi resmi olarak Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyor görünüyordu. Ama bu destek, öyle anlaşılıyor ki sadece sözdeydi.

Değerli kardeşlerim, Kıbrıs’ta Batı’nın dayatmalarına boyun eğilse de AB yolu açılmayacaktır.

KKTC’yi bizden başka hiçbir devlet neden tanımıyor?

Bu konuda öncelikle kendimize sormamız gereken sorular var:

“Hangi ülkeye ne kadar baskı yaptık?  Uluslararası forumlarda tanınmasını istemek yeterli mi? Başta ABD, Batılı büyük ülkelerin bilinçaltındaki “Türk düşmanlığı-Türkofobi” temelli önyargılarını ve çifte standartlarını yüzlerine vurmak konusunda ne yapıyoruz?

Değerli kardeşlerim, “Batı’nın Türk düşmanlığı” kimilerinin iddia ettiği gibi yersiz bir paranoya değildir. Tarihsel kökleri olan bir gerçekliktir.

 1991-2002 yılları arasında Türkiye’yi uluslararası parlamentolarda temsil ettim. Bu konuda onlarca canlı tanıklığım var…

İsveç’in eski Türkiye Büyükelçilerinden Eric CORNELL, Bir İslam Ülkesinin Kutsal Roma İmparatorluğu başlıklı çalışmasında, Avrupalılık kimliğinin Türk düşmanlığı temelinde şekillendiğini anlatmaktadır:

“Avrupalılık kimliği Türklerin İslami yayılmacılığına karşı mücadele sürecinde gelişmiştir. Bu nedenle, Hıristiyanlığın İslam’a, Avrupa’nın da Türklere karşı tutumu soğukluk ve umursamazlık biçimindedir.”

Nitekim 1865 yılında mühendis, dilbilimci ve yazar Hyde CLARKE (1815-1895), bir süre kaldığı İzmir’den Londra’ya dönünce İngiltere’deki Türklerin Yok Edilmesi ve Türkiye’de Hıristiyanların Çoğalması Öngörüleri başlıklı çalışma” başlatmıştır. İngiltere’nin azılı Başbakanlarından William Ewart GLADSTONE, 1874’te Osmanlı yönetimindeki Bulgarlar hakkında yazdığı yazıda “Türklerin dünyadan tasfiye edilmesi gerekliliğini” savunarak Hyde CLARKE’ın başlattığı çalışmayı bir tür Haçlı Seferine dönüştürmüştür.

Türklerin Balkanlar’dan sonra Anadolu’dan da sürülmeleri ve Anadolu’nun yeniden Hıristiyanlaştırılması hayali, devrin ABD Başkanı Woodrow WILSON’ın çağrısıyla, Birinci Dünya Savaşı bütün şiddetiyle devam ederken, 10 Ocak 1917’de bir araya gelen ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın savaş amaçlarını açıklamasında özellikle vurgulanmıştır:

“… Uygar dünya bilmelidir ki, müttefiklerin savaş amaçları, her şeyden önce ve zorunlu olarak, Türklerin kanlı yönetimine düşmüş halkların kurtarılmasını ve Avrupa uygarlığına kesinlikle yabancı olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa dışına atılmasını içerir.”

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti’ne dayatılan Sevr Antlaşması ile ilgili olarak dönemin ABSD Başkanı Woodrow WILSON ve İngiltere Başbakanı Llyod GEORGE arasındaki yazışmalar ibret vericidir. İngiltere Başbakanı Lloyd GEORGE, baş mimarı olduğu Sevr’i, “Türkleri Anadolu’dan söküp atarak bir insanlık borcunu yerine getirdik” diye kutsarken, ABD Başkanı Woodrow WILSON’un değerlendirmesi “Türkler Avrupa’da çok uzun zaman kaldılar, oradan tamamen temizlenmelidirler” biçiminde olmuştur…

KKTC’nin tanınmaması Batının bu bilinçaltı önyargılar ve bundan beslenen çifte standartlar nedeniyledir. KKTC’nin varlığının hukuki ve gerçekçi bir dayanağının olmaması değildir. Türkiye, Batının önyargılarını, ırkçı karakterini ve yarattığı çifte standartları yüzlerine vuracak bilimsel ve insani bir dış politika seferberliği ile önyargıları kırmadıkça, ne yaparsa yapsın Batıdan hakkını alamaz…

Kıbrıs’ta çözüm “BM parametreleri özetle iki toplumlu, iki bölgeli ama yeni bir federasyonda” mı?

Sayın Tan’ın ortaya koyduğu çözüm Annan Planı’nın Rumlar tarafınca reddedilmesiyle yıllar önce gündemden kalkmış ve geçerliliğini yitirmiş çarpık bir sözde çözümü yeniden canlandırma girişimidir.

“Annan Planı tek çözüm idi ve hâlâ öyle” denilebilir ama ben tam aksi kanıdayım…   Özetleyeyim…

Annan Planı Kıbrıs Türkeri ile Rumlara yetki kullanımı bağlamında eşit alan tanımıyordu. Türklerin egemenlik haklarını Rumlar ile kıyaslandığında oldukça sınırlanıyordu. Ötesinde Rumların Türk bölgesine kademeli olarak yüzde 30 oranında göç alanı da açıyordu.

Annan Planı’nda Türklere tanınan haklar, Sevr’de Türklere bırakılan Anadolu’daki yaşam alanındaki haklardan çok fazla değildi…

KKTC’nin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf DENKTAŞ Annan Planı’na bu nedenlerle, “Türk varlığının yok olacağı” endişesiyle karşıydı. İşin gerçeği, AKP iktidarının ABD’yi ve AB’yi memnun etmek saikiyle planı sahiplendiği ve Denktaş’ı da “çözümsüzlüğü savunmakla” suçladığıdır.

Kıbrıs Türkleri de hem Türkiye’nin ağırlığını plandan yana koyması hem de AB pasaportu havucuyla planı onaylamıştır. Planı Rumlar reddetti. Buna rağmen Batının bilinçaltındaki ırkçı önyargılar ve çifte standartlar öne çıkmıştır. AB statüsü parçalanmış bir devletin üye olamayacağını öngördüğü halde, Kıbrıs Rum tarafı üye yapılmış, adadaki Türk varlığı yok sayılmıştır. Oysa AB yetkilileri oylamadan önce, ‘Planı onaylamayan’ üye olamaz demişlerdi.

Tarihi gerçekler buyken, şimdi iki devletli bir çözüm önerisinden vazgeçip, eşit egemenlik hakkını da çöpe atarak federasyon etiketli bir çözüme bel bağlamak sağlıklı bir düşünce olamaz.

Bu arada, Sayın Tan’ın değerli ve deneyimli bir diplomat olarak eşit egemenlik kavramını “anlaşılması güç” diye nitelemesine de bir anlam veremedim. Devletlerin “egemen eşitliği”; bir devletin, diğer devletler karşısında bağımsız ve kendi sınırları içinde meşru egemen olduğunu, hiçbir devletin de bir diğerinden üstün olmadığını niteleyen bir uluslararası hukuk ilkesidir ve 1945 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin yapı taşıdır.

Sayın Namık TAN’ın Ege ve Kıbrıs konusundaki düşünceleri, bence iki farklı kavramı, Batılılaşma ve çağdaşlaşma kavramlarını özdeşleştirmesinden kaynaklanıyor. 

Sayın Tan konuşmasında, “Türkiye’nin çağdaş uygarlıklar düzeyini yakalama hamlesi cumhuriyetten önce başlamıştır” diyor ve Atatürk ile “en önemli sıçramanın” yapıldığını kaydediyor.

Değerli kardeşlerim Cumhuriyetten önce, örneğin Tanzimat ile başlayan hareket “çağdaş uygarlık” hamlesi değildir. “Batılılaşma” çabasıdır.

Atatürk ile yüzümüz Batıya dönmüştür, ama Atatürk hiçbir zaman “Batılılaşmayı” hedef koymamıştır. Kendimizle övünerek, kendimize güvenerek ve çalışarak “çağdaş uygarlık” vurgusu yapmıştır.

Çağdaş uygarlık ve Batılılaşma birbirine karıştırılmamalıdır. Karıştırılınca, Batının önyargıları ve çifte standartlarının bizim çıkarımızla uyuşabileceği yanılgısına düşülebileceği unutulmamalıdır.  

Değerli kardeşlerim, bu konuda değerli büyükelçilerimiz Onur ÖYMEN, Tugay ULUÇEVİK ve Faruk LOĞOĞLU’nun basına yansıyan demeç ve yazıları da göz atmaya değer…

Esenlik ve dayanışmayla…