Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Devletler sıradan kurumlar değildir. Kendilerine özgü kuruluş biçimleri, kurulma süreçleri, kurucu felsefeleri vardır. Stratejileri, öncelikleri, hedefleri vardır. Hele de söz konusu olan Türkiye Cumhuriyeti oldu mu, bu kurucu özelliklerin sayısı artar. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti; ulusal, bölgesel ve küresel ölçekte, dünya tarihinin çok önemli bir kırılma noktasında, savaş verip, devrim yaparak kurulmuş bir devlettir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında tasfiye edilen Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasıyla, kabaca 40 devlet, 60 dolayında da halk, millet ortaya çıkarken, Türklerin Ulusal Kurtuluş Savaşı, çok çetin, çok zorlu ve çok kanlı olmuştur. İmparatorluğun tasfiyesi için 100 yıldan fazla mücadele edilmiştir. Dönemin büyük güçleri arasındaki çıkar çatışması, Karadeniz, İstanbul ve Türk Boğazları’nın kimin elinde kalacağı, Osmanlı Ortadoğu’sunun, petrol zengini bölgelerin nasıl paylaşılacağı soruları ve sorunları; savaşların, müzakerelerin, ittifakların, açık-gizli antlaşmaların temel olmuştur.

Bu süreçte en büyük zararı Türkler, Müslümanlar görmüştür. En büyük acıyı onlar çekmiştir. ABD’li tarihçi Justin McCarthy, 1821-1922 arasında etnik kıyıma uğrayan Osmanlı Müslümanlarının, sadece çok geniş toprakları kaybetmediklerini, adeta yok edildiklerini belirtir:

“… Çoğunluğu Türk olan milyonlarca Müslüman ölmüş, milyonlarcası da şimdi Türkiye dediğimiz yere kaçmışlardı. 1821-1922 arasında 5 milyondan fazla Müslüman topraklarından sürülmüştü. Beş buçuk milyon Müslüman da ölmüştü; bir kısmı savaşlar sırasında katledilmiş, geriye kalanı da mülteci olup açlık ve hastalıktan kırılmıştı. Balkanlar ile Anadolu ve Kafkasya tarihinin çoğu, o topraklardaki Müslüman mültecilerin akıbetiyle, Müslüman ölülerin sayıları incelenmeden yeterince anlaşılamaz. Bu inceleme, özellikle milliyetçilik ve emperyalizmin tarihçesi için gereklidir. Günümüzün Balkan ve Güney Kafkasya coğrafyası, savaşlar ve isyanlar sonucunda Osmanlı İmparatorluğu’ndan kopartılarak kurulmuş ve hemen hemen tek tip milletlerden oluşan ulus devletlerle doludur. Bu ülkelerin aynı ırk ve dini paylaşan nüfusa kavuşması bir zamanlar o topraklarda yaşayan Müslümanların dışarı atılmasıyla elde edilmiştir.”[1]

Osmanlı Devleti’nin son döneminde yaptığı savaşlar anımsandığında, bunların bir yandan imparatorluğu zayıflatıp, çökertirken bir yandan da milli bilinç anlamında uyanışa zemin hazırladığı görülür. Trablusgarp Harbi (1911-1912), Balkan Savaşları (1912-1913), Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) bu savaşlardır. Öyle ki, Kurtuluş Savaşı da (1919-1923) hesaba katıldığında, Türklerin aralıksız biçimde 10 yıldan fazla savaştığı görülür.[2] Tüm bu uzun yıllar ve zorlu savaşların gösterdiği en büyük ve en yalın gerçek, Türklerin emperyalizmle mücadelesidir. Bu mücadele, Çanakkale Muharebeleri’nden başlayarak hem Kurtuluş Savaşı’na ruhunu vermiş, hem de kurulacak olan Cumhuriyet’in temel yönelimini saptamıştır. Nitekim Milli Mücadele’nin önderi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de, diğer niteliklerinin yanında, en fazla antiemperyalist yönüyle tanınır. Türkiye’de ve dünyada, özellikle de mazlum milletler coğrafyasında, 3. Dünya devrimcileri arasında, emperyalizme karşı mücadele denince, akla ilk önce Mustafa Kemal Atatürk gelir.

 1 – Kurtuluş Savaşı ve Antiemperyalizm

Kurtuluş Savaşı, dünya tarihinde ilk kez, yarı sömürge durumuna düşmüş, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmiş, vatanı işgale uğramış, toprakları parçalanmış bir halkın, mazlum bir milletin, emperyalizmi yenebileceğini gösteren savaş olması nedeniyle ilktir, özgündür ve önemlidir. Bu yönüyle Asya’dan Afrika’ya tüm ezilen halklara örnek olmuş, ilham vermiştir. Britanya İmparatorluğu gibi dönemin en güçlü emperyalist ülkesini ve onun müttefiklerini, uzantılarını, işbirlikçilerini yenmek, tarihte sık rastlanan bir durum olmadığı gibi, her liderin, her milletin de harcı değildir. Tam bağımsızlık için canını dişine takan bir halk, emperyalizmle savaşırken, devletleşirken milletleşmiş, milletleşirken de devletleşmiştir. Savaş ve devrimle hayata geçen Cumhuriyet kuruculuğunda ortaklaşırken de, siyasal bilinç sıçraması yaşamıştır.

mkataturk

Milletleşme, diğer adıyla uluslaşma, Milli Mücadele sırasında ve Cumhuriyet’in kuruluşunda olgunlaşmıştır. O bağlamda, Türk Milleti’nin en güzel tanımını da, nasıl, ne zaman, ne şekilde millet olduğunu da Atatürk yapmıştır: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.” Vatan savunması ile eş zamanlı yaşanan milletleşme, Kurtuluş Savaşı ile ete kemiğe bürünmüş olan antiemperyalizm, bir kısmı, daha Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıkmasından önce toplanan mahalli kongrelerle birlikte [3], yerelden bölgesele, bölgeselden ulusala doğru dalga dalga yayılarak, Sivas Kongresi’nde (4-11 Eylül 1919) doruğa çıkmıştır. Reddi İlhak ve Müdafaa-i Hukuk ekseninde örgütlenen tüm millici ve yurtsever örgütler, Sivas Kongresi’nde tek bir çatı altında toplanmıştır: Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti. Başkanlığını Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı kongrede, kimi aydınlar ABD mandasını gündeme getirse de, sonuçta şu karar kabul ve ilan edilmiştir: “Manda ve himaye kabul edilemez.”

Uluslaşma süreciyle iç içe geçen Bağımsızlık Savaşı, Cumhuriyet’i ve Aydınlanma Devrimi’ni doğurmuştur. Bu süreçte egemenliğin kökü, kaynağı, tanımı, anlamı değişmiştir. Egemenlik; kişiden alınıp millete verilmiş, gökten yere indirilmiş, dini olmaktan çıkarılıp dünyevileştirilmiş, vatan ise padişahın mülkü olmaktan çıkarılıp milletin yurdu yapılmıştır. O nedenle Cumhuriyet; halkçı, kamucu, toplumcu olduğu kadar, eşitlikçi olduğu kadar, aydınlanmacı ve çağdaşlaşmacı olduğu kadar, antiemperyalist bir öze de sahiptir. Çünkü harcında emperyalizme ve onun işbirlikçisi olan Ortaçağ kalıntısı, feodalizm artığı kurumlara karşı verilen mücadele vardır.

O yüzden çağdaşlaşmak, uluslaşmak, muasır medeniyet düzeyini yakalayıp geçmek için çalışmak, sadece bir aydınlanma çabası, devrim atılımı, bütüncül kalkınma programı değildir. Aynı zamanda bir kez daha geri kalmamak, yenilmemek, teslim olmamak, yarı sömürge durumuna düşmemek için, emperyalizmle mücadele programıdır. Harf İnkılâbı’ndan Medeni Kanun’a, saltanat ve hilafetin kaldırılmasından sanayileşme hamlesine dek atılan tüm adımlar, kalkınarak, uygarlaşarak, uluslaşarak, bilinçlenerek, emperyalizmi ve uzantılarını tasfiye etmeye yöneliktir. Çünkü azgelişmiş, geri kalmış, sömürge-yarı sömürge durumuna düşmüş ülkelerde, emperyalizmin uydusu, uzantısı olan kurumlara, yapılara karşı verilen mücadele aynı zamanda emperyalizme karşı mücadele etmektir.

Atatürk, bu yalın gerçeğe, 6 Mart 1922’de Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada şöyle dikkat çeker:

Efendiler! Avrupa’nın bütün ilerlemesine, yükselmesine ve medenileşmesine karşılık Türkiye tam tersine gerilemiş ve düşüş vadisine yuvarlana durmuştur. Artık vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yapmak, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Hâlbuki hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir!”

 2 – Cumhuriyet ve Antiemperyalizm

Kurtuluş Savaşı’nın silahlı evresinin bittiği dönemde, yani Türk Ordusu’nun 9 Eylül 1922’de İzmir’i kurtarmasından hemen sonra, Gazi Meclis, 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırmıştır. Bu adım, Cumhuriyet’in ilanına giden yolda dev bir hamledir. Cumhuriyet ilan edildiğinde nüfusu 12 milyonu geçen, yüzde 90’ı kırsalda yaşayan, okuryazar oranı en cömert istatistiklerde bile yüzde 10’u ancak bulan bir ülkedir Türkiye. Kişi başına düşen milli geliri 4 lira, kişi başına düşen kamu harcaması 50 kuruştur. 4 bin kilometre demiryolu ağı yabancıların mülkiyetindedir. Tarımda ilkel yöntemler kullanılmaktadır. Büyük şehirlerdeki birkaç imalathane dışında sanayisi yok denecek kadar azdır. 200 kadar ebe, 337 doktor vardır. Anadolu köylerinde bebek ölüm oranı yüzde 80’e yakındır.

İşte bu koşullarda, 3 Mart 1924 tarihinde Cumhuriyet tarihinin en köklü adımlarından biri atılır. Devrim Kanunu olarak bilinen üç önemli yasa kabul edilir:

1) Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile öğretim birliği hayata geçirilir. Ülkedeki tüm okulları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlamak, akıl ve bilim yoluyla, eğitim kurumları üzerinden yurttaşlar arasında bir eşitlik yaratarak, çağdaş bir devlet kurarken, emperyalizmle mücadele etmenin de gereğidir.

2) Hilafetin ilga edilmesiyle, laikleşme, milletleşme, medenileşme yönünde büyük bir adım atılır.

3) Şeriye ve Evkaf Vekâleti ile Erkân-ı Harbiye Vekâleti kaldırılır. İlkinin yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurulur. İkincisi ise Bakanlar Kurulu dışına çıkarılır ve Genelkurmay Başkanlığı olarak yeniden yapılandırılır.

Bu üç kanun, Devrim Kanunları’nın ilki kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile birlikte aynı bütün içinde anılırlar. Kendi içinde üç kanundan oluşan bu ilk Devrim Kanunu ile atılan büyük adım, aynı zamanda emperyalizmle mücadeleyi de pekiştirmiştir.[4] Yasalardaki dini hükümlerin ayıklanması; tekkelerin, zaviyelerin, medreselerin kapatılması; Türk Medeni Kanunu; çok eşliliğe son verilmesi; kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması; saat takvim ve diğer ölçü birimlerinde dünya ile uyumlu ölçü birimlerinin kullanılması ve diğer kanunlar ile hızlı bir uluslaşma, uygarlaşma programı benimsenmiştir.

Atatürk’ün bu hızlı, köktenci, devrimci adımlarının temelinde, antiemperyalist mücadeleyi topyekûn, bütüncül bir savaşım olarak görmesi yatar. Gazi; asıl büyük kavganın, silahlı evreden sonra, kurtuluşun ardından kuruluş ile birlikte başladığının bilincindedir. O nedenle, henüz Lozan Barış Antlaşması’nın imzasından (24 Temmuz 1923) ve Cumhuriyet’in ilanından (29 Ekim 1923) önce, İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde (17 Şubat-4 Mart 1923), Atatürk şöyle demiştir:

Siyasi ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa meydana gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner. Bu itibarla en kuvvetli ve parlak zaferimizin dahi sağlayabileceği yararlı verimleri saptamak için iktisat hayatımızın, iktisadi egemenliğimizin sağlanması, pekiştirilmesi, genişletilmesi gerekir… Düşmanlara karşı en kuvvetli silahımız, iktisat hayatındaki gelişme, sağlamlık ve başarı olacaktır.” Atatürk, ekonomi devleti olarak yapılanmanın, ekonomik bağımsızlığın üzerinde dururken, yabancı şirketlerin de millileştirilmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Misak-ı İktisadi de, bu kongrede kabul edilmiştir.

Yeni Türkiye Devleti, temellerini süngüyle değil, süngünün dahi dayandığı iktisatla kuracaktır.” diyen Atatürk’ün sanayileşmeye verdiği önemi gösteren şu sözlerinden biri de şöyledir: “Memleketin temel sanayisinin kurulması bitmedikçe, her bakımdan yürek istirahatı duymamıza imkân yoktur.”

ataturk_ve_sumerbank225

3 – Türk Devrimi ve Antiemperyalizm

Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde yapılan Kurtuluş Savaşı’nın, kurulan Cumhuriyet’in, hayata geçirilen Türk Devrimi’nin başarısı, emperyalist güçleri endişelendirmiş, mazlum milletleri ise sevindirmiştir. Onların özgüvenlerini artırmıştır. Türkiye’nin başarısı, emperyalist ülkelerin güdümündeki Ortadoğu’daki rejimleri, Arap-İslam dünyasındaki baskıcı, otoriter liderleri, diktatörleri, hanedanları da tedirgin etmiştir. Türkiye’de kurulan Cumhuriyet’in kendi tahtını, tacını, saltanatını sarsacağını düşünen, Türklerin geri kalmış uluslara, sömürge altındaki halklara, mazlum milletlere ilham vermesinden ürken rejimler, Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı söylemler geliştirmişlerdir. O yüzden de Atatürk doğrudan veya dolaylı, açıktan veya üstü örtülü biçimde çok fazla saldırıya uğramıştır. Çünkü genç Cumhuriyet, ortaya koyduğu bütüncül kalkınma modeliyle, sosyalizm ve kapitalizm dışında, üçüncü bir model olarak başarıya ulaşmıştır. Atatürk’ün sözleriyle, “az zamanda çok ve büyük işler yapmıştır”.

Vatan müdafaası konusunda, “Tüm maddi ve manevi varlığını yurt savunmasına vermekte gevşek ve ağır davranan uluslar, savaşı ve çarpışmayı göze almış ve başarabileceklerine inanmış sayılmazlar. Oysa bağımsızlık savaşlarının tek başarı koşulu en çok bu noktada yatar.” diyen Atatürk, üçüncü dünyada Afrika’dan Latin Amerika’ya dek ezilen uluslar coğrafyasında derin izler bırakmıştır. Bu ulusların aydınlarını, devrimcilerini, yurtseverlerini, devlet adamlarını etkilemiştir. Fidel Castro’dan Habib Burgiba’ya, Cemal Abdül Nasır’dan Gandhi’ye ve Nehru’ya dek çok sayıda lider, Cezayir Bağımsızlık Savaşı’ndan Irak ve Suriye’deki BAAS hareketine dek çok sayıda siyasi akım ve örgüt, Kurtuluş Savaşı ve Atatürk’ten ilham almıştır.[5] O kadar ki, Latin Amerika’daki genç, devrimci, yurtsever, ilerici aydınlara siyasi literatürde “Jön Türk” denmesi, İttihatçılıktan Kemalizm’e uzanan zincirin etkisini gösterir.

1923’te Fransız gazeteci Maurice Pernot şöyle demiştir: “… Eğer ecnebi düşmanlığından, o kadar pahalı elde edilen bir bağımsızlığa gölge düşürebilecek her şeyden nefret etmek anlamı çıkarılırsa, evet bizim ecnebi düşmanı olduğumuz söylenebilir. Size açıkça söyledim, sonuna kadar açık sözlü olacağım. Henüz güvenimiz yerinde değildir, evvelce Türkiye’deki ecnebi teşebbüslerinin, ecnebi amaçlarının içimizde uyandırdığı kaygılar bütünüyle ortadan kalkmış değildir. Eğer bazen ihtiyatlı hareket ediyorsak, aşırı derecede kuşkulu davranıyorsak bize çok pahalıya mâlolan özgürlüğümüzü kaybetmek korkumuzdandır…”

Atatürk’ün farklı dönemlerde söylediği şu sözler de, büyük devrimci önderin mazlum milletlerin emperyalizme karşı verdiği mücadelenin başarısına olan inancının kanıtıdır:

Bütün mazlum milletler zalimleri bir gün mahv ve nabut edecektir. O zaman dünya yüzünden zalim ve mazlum kelimeleri kalkacak, insanlık kendisine yakışan bir heyeti içtimaiyeye mazhar olacaktır.”

Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün Şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklâl ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır… Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı hâkim olacaktır.”

Efendiler bu saldırılar Anadolu’ya yöneltilmiş ve ayrılmış değildir. Bu saldırıların genel hedefi bütün doğudur. Anadolu her türlü saldırılara karşı bütün varlığıyla kendini savunmaktadır. Ve bundan başarıya ulaşacağından eminim. Anadolu bu savunmasıyla yalnız kendi yaşamına ait görevi ifa etmiyor, belki bütün doğuya yönelik saldırılar mutlaka kırılacaktır.”

Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün Şark’ın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan Şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir…”

antiemperyalizm

4 – Atatürkçülük ve Antiemperyalizm

Türkiye, Atatürkçülük ideolojisini, özellikle de onun tam bağımsızlıkçı ve antiemperyalist yönünü mazlum milletlere rol modeli olarak sunmak için özel bir çaba göstermemiştir. Her toplumun kendi tarihsel, siyasal, toplumsal, kültürel, iktisadi deneyiminin, dinamiğinin, birikiminin, geleneğinin farklı olması gerçeğinden hareketle, bir model veya bir rejim ihracına çalışmamak doğrudur. Nasıl ki başka bir ülkenin rejimine öykünmek, onu taklit etmek olumlu sonuçlar vermez ise başka bir ülkeye rejim ihraç etmek, kendi modelini dayatmak da olumlu sonuç vermez. Fakat buna rağmen ezilen dünyada Atatürk ve Türkiye’ye yönelik bir ilgi ve sevgi öne çıkmıştır. Bu dikkate değer bir durumdur. Bu konuda Turgut Özakman’ın saptamaları önemlidir:

Biz Atatürk ideolojisini ihraç etmedik. Bunun için özel bir gayret de göstermedik. Kendiliğinden oldu. Bizim Büyük Taarruzumuzu geri kalmış ülkeler, sömürgeler, köleler büyük bir heyecanla izlediler. Kazandığımızı gördükten sonra da şükür secdesine vardılar. Son dayanakları Türklerin galip gelip gelemeyeceğini görmekti. Çünkü Türkler galip gelirse onlar da kurtulabilirdi. Bu umut verildi. Hindistan’ın kurucularından Nehru anılarında diyor ki; ‘Türk Zaferi’ni duyduğumuz zaman zindandaki odalarımızı yapraklarla, çiçeklerle süsleyerek bayram ettik’. Aynı şeyi Cezayir’de, Tunus’ta, Mısır’da da görüyoruz. Dünya şaşakaldı. Dünyanın dörtte üçüne egemen emperyalizmi, yoksul Türkiye, bir avuç insan, denize döktü, hülyalarıyla birlikte. Yüzyıllık bir hazırlıktır Sevr. Bir anda yırtılıp gitti.”[6]

Tam bağımsızlık ve antiemperyalizm, Atatürkçü düşüncenin özüdür. Bir Bağımsızlık Savaşı’nın sonucunda kurulan Cumhuriyet’in temelidir, olmazsa olmazıdır. Atatürk o nedenle emperyalizmin işgalinden kurtulup, emperyalizmin sanayisine, teknolojisine, finans kaynaklarına, dolayısıyla kültürüne bağımlı olmamak için, hep uyanık olmak, çok çalışmak gerektiğini vurgulamıştır. Çünkü vatan toprakları silahlı işgalden kurtarılsa bile, eğer toplum ulusal bilinçten yoksun ise o devletin bağımsız olması, bağımsızlığını koruması olanaksızdır. Er geç yine, yeniden emperyalizmin pençesine düşecektir. Açık olmasa da örtülü işgale uğrayacaktır. Silahla kovduğu emperyalizm, finans gücüyle, sanayi ürünleriyle, eğitim-kültür kurumlarıyla, markalarıyla yeniden, üstelik daha sinsi ve daha kalıcı bir şekilde etkisini artıracaktır. Bu yüzden Atatürk, hem tek tek yurttaşların özgür, bağımsız, bilinçli ve sorumluluk sahibi olması gerektiğine dikkat çekmiş; yurt, ulus ve tarih bilinciyle donanmaları gerektiğini belirtmiş; hem de milletin bağımsızlığının, iradesinin, egemenliğinin mutlak olduğuna inanmıştır. O nedenle Kurtuluş Savaşı’nı “Ya istiklal, ya ölüm” diyerek başlatmıştır.

ataturk-ve-dunya-liderleri_5b9001562d5436835919

Atatürk, nasıl Türkiye dışında en çok mazlum milletlerin, 3. Dünyanın devrimcileri, devlet adamları, aydınları, halkları arasında seviliyorsa, Türkiye içinde de Atatürk’ü en iyi anlayanlar ve Gazi’yi en çok savunanlar, tam bağımsızlık yanlısı, antiemperyalist, yurtsever, sözde değil, özde yerli ve milli olan sınıflardır, kesimlerdir, yurttaşlardır. Alparslan Berktay’ın dediği gibi; “Emekle Cumhuriyet, etle tırnak gibidir. Emek; yüzde yüz ulusaldır, ‘kökü dışarıda’ değil, içeridedir. Yağmalanan KİT’lere, Cumhuriyet’in temel yapı taşlarına sahip çıkmaktadır. Emeği dışlayan bir Cumhuriyet ve aynı doğrultuda bir laiklik anlayışı, geniş emekçi halk kitlelerine yabancı, anlamsız, güdük ve onların desteklerinden yoksun kalmak zorundadır. ‘Tepeden inmeci’ görüntüden kurtulamaz.”[7]

Sonuç

Emperyalizme kafa tutmak için, Attila İlhan’ın tanımıyla üç şeyin milli olması gerekir: Eğitim, ekonomi, savunma. Bu açıdan bakıldığında, adlarının önünde “milli” yazan iki bakanlık (Milli Eğitim ve Milli Savunma) dâhil olmak üzere, Türkiye’nin gerçekten milli politikalar izleyip izlemediğinin kanıtı, gelinen durumdur. Atatürk’ten sonra, Türkiye’nin sanayileşme hamlesinin, bütüncül kalkınma iddiasının Batılılar ve onların güdümünde olan siyasetçiler tarafından nasıl zamanla rayından çıkarıldığı, 1960’lı yıllarda planlı kalkınmayla gelen dönem haricinde, Türkiye’nin önüne konan batılı reçetelere nasıl kabule zorlandığı bilinmektedir. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ise Türkiye tamamen Batı dayatmalarına açık hale gelmiş, 24 Ocak Kararları ile teslim olmuştur. Batının dediklerini yapa yapa, ne sanayileşmesini hızlandırmış, ne de tarımda umulan sıçramayı yapmıştır. Tersine, Türkiye sanayisizleşmiştir. Bir dönemler dünya üzerinde kendi kendini besleyen 7 ülkeden biri olan Türkiye, fasulyeden mercimeğe, etten pirince, kavundan karpuza, arpadan buğdaya, toplam 126 kalem tarım ürünü ithal eden bir ülkeye dönüşmüştür. Yabancı finans kuruluşlarının ağırlığı, borsadaki yabancı yatırımcıların yoğunluğu, günlük dilde kullanılan yabancı sözcüklerin çokluğu ürkütücü boyutlardadır. Her alanda örnekler çoğaltılabilir.

Sözün özü: Atatürk’ten uzaklaşmak, Atatürk’e şaşı bakmak, Atatürk’e yan oturmak, Atatürk’le arasına mesafe koymak, kimseyi daha devrimci, daha solcu, daha milliyetçi, daha dindar yapmamıştır. Ama Türkiye’yi dış müdahalelere daha açık, Türk toplumunu daha mutsuz, Türk ekonomisini daha kırılgan, Türk gençliğini daha umutsuz yapmıştır. O nedenle Atatürk’ü büyük bir duyarlılık, kararlılık, tutarlılık ve yüreklilikle sahiplenmek gerekir. Gazi’nin ilke ve devrimlerine sahip çıkmadan, antiemperyalist mücadele vermek olanaksızdır.

[1] Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, Çev: Fatma Sarıkaya, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2018, s: 1 – 2.

[2] Aralıksız süren bu savaşların ağır sonuçları hakkında çok sayıda çalışma vardır. Bunlar arasında Milli Mücadele kahramanı Fahrettin Altay’ın On Yıl Savaş ve Sonrası (Eylem Yayınları, İstanbul, 2008) adlı eseri dikkat çekicidir.

[3] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Bülent Tanör, Türkiye’de Kongre İktidarları 1918 – 1920, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998.

[4] Devrim Kanunları 8 tanedir ve anayasanın koruması altındadır. 1- Tevhidi Tedrisat Kanunu;  2- Şapka İktisası Hakkında Kanun; 3- Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun; 4- Türk Kanunu Medenisiyle kabul edilen, evlenme akdinîn evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medeni nikâh esası ile aynı kanunun 110. maddesi hükmü; 5- Beynelmilel Erkamın Kabulü Hakkında Kanun; 6- Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki hakkında kanun; 7- Efendi, Bey, Paşa gibi Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına dair Kanun; 8- Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun.

[5] Bu konuda bkz: Barış Doster; Atatürk, Türk Dünyası ve Mazlum Milletler, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2004.

[6] Turgut Özakman; “Atatürk ideolojisi ihraç etmedik”, Selda Güneysu’nun röportajı, Cumhuriyet, 16. 03. 2010.

[7] Alparslan Berktay, “Akıl, Emek, Cumhuriyet”, MK Dergisi, Sayı: 7, Yıl: Kasım – Aralık 1996, s: 29.