Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

1921 ANAYASASI ÇÖZÜM OLAMAZ

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Türkiye Cumhuriyeti son dönemde geçmişten gelen birçok siyasal gelişme ile karşı karşıya kalırken, giderek tırmanan gerginlikler tartışmalı çekişmelere dayanan birer siyasal mesele olmaktan çıkarak, tarihten gelen kökleriyle birlikte çok ciddi bir devlet sorunu olarak, Türk ulusunun önüne çıktığı görülmektedir. Yüz yıl önce yirminci yüzyılın başlarında böylesine bir süreç yaşayan Türk ulusu bir yüzyıl geçtikten sonra yeniden bir devlet sorunu ile yüz yüze gelmektedir. Normal koşullarda olmaması gereken böylesine bir durumun ortaya çıkması, Türk devletinin iç sorunlarından daha çok dış gelişmeler ve bunların sonucu olan sorunların Türkiye’yi baskı altına alması yüzünden, yeni bir devlet krizi ile karşı karşıya kalınmıştır. İmparatorluklardan ulus devletlere geçerken gündeme gelen Türklerin devletleşmesi sorunu, aradan bir asır geçtikten sonra bu kez ulus devletlerin tartışılır bir aşamaya gelmesiyle birlikte yeniden canlanmış ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulu bulunduğu topraklar üzerinde, eskisinden çok daha farklı bir devlet ya da devletler yapılanması arayışı, emperyal güçler tarafından onların yerli işbirlikçileri aracılığı ile ülkenin siyasal gündemine getirilmiştir. Bu nedenle geriye dönük yeni arayışlar öne çıkartılırken öncelikle eski anayasalar ve onlara dayanılarak kurulmuş olan devlet yapılanmaları tekrar gözden geçirilerek, geçmişten gelen oluşum ve birikimlerin bugüne ışık tutması gibi bir arayış siyasal çevrelerde geleceğin geçmişte aranması gibi çelişkili yeni bir durumu gündeme getirmektedir. Geçmişten gelen yaklaşımların bugünün Türkiye’sinde yaşanan gelişmelere ölçü olması beklenirken, tartışmalar daha da şiddetlenerek eski anayasalardan ortaya çıkan yaklaşımlar aracılığı ile Türkiye’nin devlet sorununun çözüme kavuşturulması giderek daha da zor bir duruma gelmektedir.

Merkezi coğrafyadaki imparatorluğun sona ermesi üzerine gündeme gelen Türklerin devleti meselesi, önce bir ulusal kurtuluş savaşı verilmesiyle hedef konumuna getirilmiş daha sonra da merkezi bir devletleşme yapılanması olarak çağdaş bir ulus devlet yaklaşımı içinde çözüme kavuşturulmaya çaba gösterilmiştir. Yirminci yüzyılın başlarında Türkler kendi ulus devletlerini kurarlarken, çeşitli karşı koymalar ve alternatif projeler aracılığı ile çekişmeler Türklere karşı geliştirilirken uzun süren bir ulusal kurtuluş savaşı yapılmak zorunda kalınmıştır. Savaşın kazanılması sonrasında da bir ulus devletin o dönemin siyasal konjonktürüne uygun olarak kurulması sırasında hem Türk devletleşmesini önlemek isteyenlerin karşı çıkışları, hem de başka devlet modeli peşinde koşan emperyalist ve Siyonist senaryolarla mücadele etmek zorunda kalındığından, kurtuluş aşamasından kuruluş sürecine doğru yönelmek son derece zor ve çekişmeli bir biçimde yaşanmıştır. Osmanlı yönetimi sonrasında Türk egemenliğine geçişe çok ciddi itirazlar ve direnmeler birbiri ardı sıra gündeme getirilmiş ve bu yüzden de devletin kurucu önderi Atatürk, kuruluş aşamasında otuzdan fazla suikast saldırıları ile karşılaşarak kurulmakta olan ulus devletin faturasını ödemek zorunda kalmıştır. Orta dünya olarak tanımlanan eski Osmanlı hinterlandının geleceği ile ilgili farklı devlet planları olan bazı alt kimlikli gruplar ile bölgenin tümüne yönelik hegemonya haritaları çizmek isteyen emperyalist büyük devletler, kendi çıkarları doğrultusunda merkezi dünyayı eskisinden çok farklı bir yapılanmaya doğru sürüklemek için özel projelerini uygulama alanına getirerek, Türklerin kurmak istediği Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti projesine karşı çıkıyorlardı. Bu doğrultuda daha imparatorluk yıkılmadan çalışmalara başlayan alt kimlik grupları ile emperyalist büyük devletlerin her birisi ortaya kendi planlarını koyabilmek uğruna. Atatürk’ün tam bağımsız bir ulus devleti olarak düşündüğü Türkiye Cumhuriyetini kurmasına her yönü ile ve her fırsatta karşı koyuyorlardı. Bu nedenle ulusal kurtuluş savaşı uzun sürüyor ve cumhuriyet rejiminin ilanı zaman alıyordu. Ne var ki, her türlü olumsuz koşula rağmen gene de Türk ulusu kurucu önder Atatürk’ün arkasında toplanarak ulusal kurtuluşun tam bağımsızlık düzenine dönüşünü gerçekleştiriyordu.

Atatürk’ün Samsun’a çıkmasıyla birlikte 1919 tarihinde başlayan ulusal kurtuluş savaşı 1923 yılına kadar devam ettikten sonra bu yıl içinde örgütlenme tamamlanarak cumhuriyetin ilanı yapılıyordu. İmparatorluk merkezi İstanbul’da gerekli hazırlıkları tamamladıktan sonra yola çıkılarak önce doğu Anadolu’nun birliğini gerçekleştirmek üzere Erzurum Kongresi gerçekleştiriliyordu. Daha sonraki aşamada da bu kongreyi gerçekleştiren aynı kadro kurucu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde Sivas’ta daha geniş bir kongre düzenleyerek, daha önceleri son Osmanlı meclisinde ilan edilmiş olan Misakı Milli sınırları içinde bir tam bağımsız ulus devlet kurmak üzere yola devam ediyorlardı. Erzurum’da doğu Anadolu ve Karadeniz bölgelerinin birliği sağlandıktan sonra, Sivas’a geçilerek bu kentte yapılan kongre ile bütün Anadolu yarımadası ile Trakya bölgesinin birliği tüm dünyaya karşı ilan ediliyordu. Bu iki kongre sırasında oluşan halk birlikteliğinin sürekliliğini sağlamak üzere bir Heyeti Temsiliye adı altında devamlı çalışacak bir fiili devlet oluşumuna gidiliyordu. Sivas’ta kurulan Heyeti Temsiliye daha sonraki aşamada Ankara’ya gelerek ve Millet Meclisi’ni kurarak yeni oluşmakta olan devletin çekirdek kurumunu ortaya çıkarıyordu. Ne var ki, bir devletin kuruluşunun tamamlanabilmesi için öncelikle bir anayasaya sahip olunması gerekiyordu. Uluslararası hukuk düzenine göre bu sistem içinde yer alan her devletin bir anayasal belge ile kendisini ortaya koyması gerekiyordu. Bu çerçevede Fransız devrimi sonrasında kurulmuş olan bütün ulus devletler kendi ulusal kongrelerini toplayarak böylesine bir örgütlenme aracılığı ile yeni kurulan devletin temel hukuk ve idari yapılanmasının ortaya konulması gerekiyordu. Bu çerçevede her anayasada olduğu gibi yeni devletin dayandığı hukuk kuralları ile birlikte idari yapısı ve siyasal rejimi yeni anayasanın başlangıç maddeleri aracılığı ile ortaya konuyordu. Bu durumda Erzurum ve Sivas kongreleri aracılığı ile gündeme getirilen Kuvayı Milliye hareketinin örgütsel yapılanmasının, bir devlet oluşumu aracılığı ile tamamlanması gerekiyordu.

Ne var ki, Atatürk ve arkadaşları yeni bir ulus devlet kurmak üzere gelmiş oldukları Ankara şehrinde bir devletsizlik durumu egemen olduğu için, Ankara kent yönetiminin yardımları ile yeni devletin kuruluş çalışmaları başlatılarak yola devam ediliyordu. Devlet boşluğunun doldurulması doğrultusunda kent yönetimi Heyeti Temsiliye’ye yardımcı oluyordu. Bu aşamada Ulus Meydanı kentin merkezi olarak belirleniyor ve burada bulunan bir okul binası daha sonra meclis binasına dönüştürülerek, yeni devletin ilan edileceği halk meclisi binası devreye sokuluyordu. Meclis yönetimi kurulurken öncelik anayasa yapımına verilmiyor aksine devletin başkenti olarak belirlenen Ankara’daki merkezi alandaki bazı büyük binalar, devletleşme sürecinin tamamlanması doğrultusunda kamu kurumlarına dönüştürülüyordu. Öncelikli kamu örgütlenmeleri sürdürülürken Ankara yeni devletin merkezi konumuna getiriliyor ama bir anayasa yapımı konusu için belirli bir bekleme dönemine giriliyordu. Uluslararası süreçte yaşanan gelişmelerin merkezi coğrafya için belirleyici olması durumu dikkate alınarak, bir devlet içinde olması gereken kamu kurumları devlet düzeni içinde öncelik sırasına göre teker teker oluşturularak, yeni devletin anayasasını hazırlamak için önemli adımlar atılıyordu. Merkezi yönetimi Balkanlar bölgesinde yer alan bir imparatorluğun arka ülkesinde ve de Asya toprakları üzerinde eskisinden daha küçük ölçülerde, ama gene de dünya standartlarında orta boy bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti tarih sahnesine çıkıyordu. Önceden hazırlanmış bir anayasa olmadığı için devletleşme sürecinin başlangıcında bir anlamda kervanın yolda düzülmesi gibi işgale karşı direnişe geçilmesiyle birlikte, ülkenin ilk anayasa düzeni oluşturulurken yeni anayasaya geçiş aşamasında dayanak noktası olabilecek karar ve davranışlar bu duruma göre hazırlanıyordu. Kurtuluş savaşının ulusal önderinin Samsun’a ayak basması ile geleceğin başkenti Ankara’ya gelişi arasında altı aya yakın bir süre geçiyor ve bu zaman dilimi içinde yapılan Kongreler ve toplantılarla devletleşme sürecinin ilk adımları resmen kurucu önderin girişimleri ile örgütleniyordu. Ne var ki, Sivas Kongresinde Ankara’nın başkent ilan edilerek bu kentte devletin kuruluşuna karar verilmesine rağmen, Atatürk ve Kuvayı Milliye hareketi 23 Nisan günü Meclisin açılışını yapıyor ama yeni bir anayasa hazırlamak üzere siyasal gündemi yönlendirmiyordu.

Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna giden yolda başlatılmış olan Kuvayı Milliye hareketi yeni devletin kuruluşuna yönelen adımlar atarken, daha önce ilan edilmiş olan Misakı Milli sınırları içindeki vatan topraklarının kurtuluşuna önem veriyor ve bu doğrultuda düzenlenen kongreler aracılığı ile ulusal kurtuluş savaşının örgütlenmesini adım adım gerçekleştiriyordu. Ulusal Kongrelerin tamamlanmasından sonra Ankara’ya gelerek Meclisin açılması gerekiyordu. Nitekim bu doğrultuda Kuvayı Milliye gücünün Meclisi açılıyor ve devlet oluşumunun ilk adı olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi adı benimseniyor ama ilk anayasa hemen çıkartılmıyordu. Çökmüş ve yıkılmış olan bir büyük imparatorluğun arkasında kalan toprakların geleceği ve de bu topraklar üzerindeki sınırların kesin hatlarıyla belli olmaması yüzünden, ortada yeni bir anayasa hazırlayacak ve bunu resmen meclis kararı ile ilan edecek bir yeni durum yoktu. Enver paşa ve arkadaşları Orta Asya bölgesine giderek yeni bir imparatorluk peşinde koşarken, Mustafa Kemal ve arkadaşları son Osmanlı Meclisi’nin ilan etmiş olduğu Misakı Milli andı üzerinden yeni vatanın sınırlarını belirleyerek, bu toprak parçasını kurulmakta olan yeni devletin ülkesi olarak ilan etmeye hazırlanıyorlardı. Uçsuz bucaksız Osmanlı topraklarıyla daha önceden ilan edilen Misakı Milli sınırları arasında tam bir uyumluluk olmadığı için Kuvayı milliye yönetimi bocalıyordu. Böylesine bir belirsizlik ortamı içinde kalınca, durumun netleşebilmesi açısından yeni anayasanın hazırlanarak çıkartılması erteleniyordu. İmparatorluk sonrası ortaya çıkan karışıklık ortamında akıl ve sağduyuyu koruyarak hareket eden Kuvayı Milliye yönetimi, ülkedeki iç koşullar kadar bölgeyi çevrelemiş olan dış konjonktürün nereye gideceği o aşamada belirsizdi. Özellikle, dünyanın en büyük devrimleri Sovyet Rusya’da birbiri ardı sıra yapılırken bu durumun eski Osmanlı ve Rus toprakları üzerinde ne gibi etkileri olacağı hemen belli olmadığı için, Atatürk Ankara merkezli devleti kurarken, yukarıda oluşmakta olan Moskova merkezli yeni devrim hükümetinin biçimlenmesini beklemiştir. Yeni devletin kuruluşu tamamlandıktan ve devlet yapılanması ortaya çıktıktan sonra, merkezi coğrafyanın kaderi belli olmuş ve Sovyet imparatorluğu Avrasya kıtasının büyük çoğunluğunu içine alacak bir biçimde kurulmuştur.

Sovyetler Birliğinin kuruluşunun tamamlanması ve yeni rejimin önderliğinde Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de Doğu Halkları Kurultayı adı altında bir kongrenin toplanması örgütlenmiştir. İç konjonktürü kongreler aracılığı ile kontrol altına alan Kuvayı Milliye yönetimi, Hazar gölünün arkasında kalan Asya ve Avrasya bölgelerinin ne olacağını Bakü kurultayı ile izleyince belirsizlik ortamı kalkmış ve eski Osmanlı ve Rus topraklarında emin adımlar atılarak, yeni dönemin devlet modelleri devreye sokulmaya başlanmıştır. İşte Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Mustafa Kemal ATATÜRK bu nedenle Türk devletinin ilk anayasasını I920 yılında Avrasya’nın kaderini belirleyen Bakü Kurultayına kadar ertelemiştir. Sosyalist sistemin merkezi olarak Moskova yönetimi eski Osmanlı uzantısı bir İstanbul hükümetini devre dışı bırakırken, geleceğin çağdaş cumhuriyetinin kurucusu olarak Ankara hükümetini muhatap kabul ederek ve Ankara’dan gönderilen Dr. İbrahim Tali Öngören ile normal katılım aşamalarını tamamlayarak, iki yeni devlet arasında normal ilişkiler düzeni başlatılmıştır. Lenin’e üç mektup gönderen Atatürk, Sovyet devrimini kutlarken yeni kurulmakta olan sosyalist sisteme sırtını dönmemiş aksine temsilciler göndererek, bu devrimin uzantısı olan yeni Avrasya bölgesinde dünya barışının tesisine dönük yeni yapılanmaların arayışı içine girmiştir. Avrupa kıtasının yanında batı tipi bir ulus devlet kurmakta olan Atatürk, aynı zamanda kuzey bölgesinde gerçekleştirilen sosyalist sistemi de izleyerek, o dönemin koşullarında kapitalist-sosyalist ve Müslüman kimlikleriyle oluşan üç dünya arasında bir ulusal sentez olarak Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuştur. Erzurum ve Sivas Kongreleriyle ülkenin içi dikkate alınırken, Bakü kurultayı ile de tüm Avrasya bölgesi dikkate alınarak, dünyanın merkezi bölgesinde bir ulus devlet gerçekçi bir biçimde kuruluyordu. 1 Eylül 1920 tarihli Bakü kurultayı beklenmeden bölge koşullarına uygun düşen gerçekçi bir anayasa yapmak mümkün olamayacağı için, Kuvayı Milliye yönetimi Ankara’da meclis açıldıktan sonra ülke ve bölge koşullarını birlikte ele alarak, merkezi alanın gerçeklerine göre bir yeni anayasa açılımı yapmaya çalışmıştır.

Atatürk Ankara’ya geldiği ilk aşamada ülkede devlet yoktu. Birinci Dünya savaşının yenilen devletleri arasında yer alan Osmanlı devletinin teslim olarak devlet olma hakkını kaybetmesinden sonra ülkede devletsizlik ortamı devreye girdiği için, devleti olmayan bir ülkede yeni anayasa yapılamazdı. Devleti olmayan ülkede devlet yeniden kurulurken savaş sonrası ortamın barış koşullarının da dikkate alınması gerekiyordu. Bu açıdan yeni anayasanın hazırlanması sırasında bu tür koşulların da dikkate alınması gerekiyordu. Rusya gibi bir büyük ülkede devrim yaparken bütün doğu halklarını dikkate alan bir yeni yaklaşım gündeme geliyordu. Avrasya’nın kuzeyinde yer alan Rusya ile birlikte güneyinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti devleti, aynı dönemde dünya sahnesine çıktıkları için kendi iç gelişmelerini dikkate almaları gerektiği gibi aynı zamanda küresel ve bölgesel gelişmelerin de birlikte ele alınarak değerlendirilmesi gerekiyordu. İşte bu koşullar doğrultusunda yeni bir devlet kurmak üzere Ankara’ya gelen Atatürk’ün, Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeler kadar aynı zamanda bu gelişmelerin yansımalar gösterdiği Avrasya bölgesindeki yeni durumları da dikkate alarak harekete geçmesi gerekiyordu. Osmanlı devletinin tasfiyesi ile içine girilen devletsizlik ortamının bir benzeri Moskova’da yaşanmıyor orada sadece rejim değişikliği ile yetinilirken eski Rus devleti yıkılmadan rejim değişikliğini gerçekleştiriyordu. İşte Ankara’da Kemalist Cumhuriyet devleti kurmak isteyen Kuvayı Milliyeciler batılı ülkelere karşı savaşarak hedefe gitmeye çalışırlarken, Avrasya’da sosyalist sistemin yansımalarının da dikkate alınması gerekiyordu. Bu doğrultuda TBMM açıldıktan sonra devletin kurucu iradesinden bir anayasa önerisi siyasal gündeme gelmeyince, bu kez sosyalist sistemin kurulduğu Rusya’dan, o ülkede örgütlenen Türkiye ve bölgede yaşayan Türklerin içindeki sosyalist birikimin temsilcisi olarak İştirakiyun Fırkası TBMM’ye anayasa önerileri sunmuştur. Atatürk Ankara’ya ilk geldiği aşamada devletsizlik ortamı devam ederken, 7. Aralık 1920 tarihinde Moskova destekli kurulmuş olan Halk İştirakiyun Fırkası ile birlikte, Halk Zümresi grubu da Yeşil Ordu Cemiyetinin meclis grubu olarak meclise üye göndererek girmiş ve anayasa boşluğunu gidermek üzere de TBMM başkanlığına çeşitli yasalar ve anayasa önerileri sunmuştur. Ne var ki, bunların hepsi sosyalist ideolojinin yansımaları ile dolu olduğu için bu tür yasa ve anayasa önerileri resmen kabul edilmemiştir. Ayrıca Rusya’daki Bolşevizm egemenliğine karşı Ankara’da da anti-bolşevizmin güçlenmesiyle, sosyalist bir siyasal yapılanmanın Türkiye’ye yansımaları önlenmiştir.

1921 Anayasasına giden yol, Bakü Kurultayı tamamlandıktan sonra 13 Eylül 1920 tarihinde Mustafa Kemal’in Meclis başkanlığına sunmuş olduğu Halkçılık Programı aracılığı açılmıştır. Bu yasa önerisi ile birlikte Encümeni Mahsus adıyla bir anayasa komisyonu kurularak meclis içi çalışmalar tamamlanmaya çalışılmıştır. Hızlandırılmış görüşmeler aracılığı ile Halkçılık Programı adı altında meclise sunulan anayasa önerisi, gündemde Teşkilatı Esasiye Kanunu olarak görüşülmüştür. Özel komisyon incelemeleri ve kararlarının yardımcı olması sayesinde 33 maddelik Teşkilatı Esasiye kanunu 20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilmiştir. Kısa zamanda hazırlanan küçük bir anayasa ile anayasasız devlet konumundan uzaklaşmaya çalışan Kuvayı Milliye yönetimi, devletin kuruluşunun ilk aşamasından başlayarak sürekli olarak bir hukuk devleti gibi hareket etmiş ve her zaman hukuksuzluk çıkmazına sürüklenmekten uzak kalmıştır. Yeni anayasa genel hükümler, idare, vilayet, kaza, nahiye ve umumi müfettişlik olmak üzere başlıca altı bölümden oluşmakta idi. Merkezi idarenin çöküşünden sonra yerel ve bölgesel ayaklanmalar birbirini izlediği için merkezi idare ile birlikte vilayet, kaza ve nahiyeler gibi yerel yönetimlere de yeni anayasada ayrı bölümler tahsis edilmiştir. Tamamen demokratik bir yaklaşım ile yerel yönetimlere ayrı ayrı bölümlere yer verilirken, aynı zamanda ülkede merkezi idare düzenini yeniden kurabilmek üzere umumi müfettişlik gibi yeni bir kurum oluşturularak bu doğrultuda vilayetlere anayasal görev getirilmiştir. Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olması kabul edilirken, aynı zamanda giriş bölümünde kuvvetler ayrılığı sistemi benimsenerek cumhuriyet ve demokrasiye geçiş planlanmıştır. Vilayetlerin belirleyeceği mebuslarla meclise temsilciler gönderilmesi de ayrı bir madde olarak anayasada yer almıştır. Yerel yönetimler arasında hiyerarşik bir düzen öngörülen yeni devlet yapılanması, merkez ve yerellik dengesine oturtulmaya çalışılmıştır.

Milli mücadele sonrasında Osmanlı devletinin savaşın galipleri ile Mondros Ateşkes antlaşması imzalaması üzerine ülke işgal edilince, dünyanın önde gelen emperyalist gücü olarak İngiltere Sevr antlaşmasını dayatarak ülkenin parçalanmasını bir an önce tamamlamaya çalışırken, emperyalistlerin işgal girişimlerine karşı çıkan Kuvayi Milliye hareketi Müdafa-i hukuk direnişine kalkışarak vatana sahip çıkıyordu. Ülkede çağdaş bir cumhuriyete dayanan ulus devlet kurulması karar altına alındıktan sonra Kuvayı Milliye hareketi bir ulusal var olma savaşına dönüştürülüyordu. Yeni başkent ve devlet Ankara’da TBMM üzerinden kurulunca, sıra yeni anayasanın ilanı ile uluslararası alanda hukuki tüzel kişilik kazanılmasına geliyordu. Devlet adına önce meclis kurulduğu için yeni ortaya çıkan devletin Meclis Hükümeti Sistemi olarak tanımlanabileceği görülmüştür. O dönemde Halifelik ve Saltanat dururken yeni bir hükümet sistemi tercih edilemiyeceği için geçici model olarak Meclis Hükümeti Sistemi kabul ediliyordu. Devletin kuruluşu sırasında olağanüstü bir dönem yaşanırken bile halkın katılımından vazgeçilmemiş ve halkın seçimlerle işbaşına getireceği yöneticilerin, devleti ve yerel yönetimleri birlikte ve bir hiyerarşik düzen içinde yönetmesi ilke olarak benimsenmiştir. Normal olmayan bir durumda İstiklal mahkemeleri, Meclise bağlanmış ve olağanüstü yetkilere sahip kılınan meclisin yargı işleri ile birlikte yasa ve anayasalar ile ilgili yetkileri de kullanabileceği belirtilmiştir. Bu dönem Türk anayasacılık tarihi açısından nevi şahsına münhasır bir özel dönem olarak yaşanmıştır. Ortada ayrı bir anayasadan doğan yeni bir devlet düzeni olmamasına rağmen, geçiş dönemi özgünlüğü içinde milli egemenlik anlayışının öne geçmesini sağlayan bir anayasacılık sürecinin geçerli sayıldığı ayrı bir dönem, anayasa tarihi içinde devreye girmektedir. Savaş dönemi devam ederken kabul edilen 1921 anayasası bu çerçevede bir olağanüstü dönem anayasasıdır ve bu hali ile de tam bir anayasa olarak kabul edilmekten uzak bir konumdadır.

1921 Anayasası bazı hukukçulara göre anayasa olmayan bir anayasa benzeri yasal bir düzenlemedir. Savaş koşullarında ele alındığı için burada bir eksiklik söz konusudur çünkü devletlerin var olduğu yerlerde anayasalar devlet kaynaklı ya da merkezli bir yasal düzenleme ile merkezi idare ile yerel yönetimleri hiyerarşik bir düzene bağlamasıyla, bir çeşit emir-komuta düzeni getirilmek istenmiştir. Devlet içinde ortaya çıkan sorunlar ve uzlaşmazlıkların TBMM tarafından çözüme bağlanması özel bir uygulama olarak anayasa metni içinde yer almıştır. 1921 Anayasasında en açık olarak ele alınan konu merkezi idare ile yerel yönetimler arasındaki hukuk bağı kuran yaklaşımdır. Bakanlar kurulunda azınlıkta kalan bakanların hükümet nezdinde çözemedikleri sorunları, meclis genel kuruluna getirerek meclis kararı ile çözebilecekleri kabul edilmiştir. I921 Anayasası ilan edilene kadar kurucu önder Atatürk’ün taşıdığı üst düzey karar verme yetkisi, yeni anayasa ile birlikte başkandan meclise geçmiştir. Kişisel yönetimden meclis hükümeti yönetimine geçilerek yeni kurulan devletin yönetimi düzenlenmeye çalışılmıştır. İlçe ve nahiyelerde şuraların ya da idare kurullarının ekonomik ve mali yetkilere sahip oldukları benimsenmiş ama yasama ve yargı işlerinin bütünüyle meclise verilmesi nedeniyle, meclis üst düzeyde denetim ve karar yetkilerine sahip kılınmış olarak göründüğü için bu anayasanın getirdiği sistemin meclis hükümeti sistemi olarak ifade edilebileceği ileri sürülmüştür. Ayrıca birden fazla vilayeti ilgilendiren konularda merkezi idarenin tam yetkili olduğu yeni dönemde ortaya çıkmaktadır. Hükümet üyesi bakanların yaptıkları çalışmalar ve ilgili sorunları da açıkça meclis başkanlığına getirmeleri yeni anayasal düzen içinde kabul edilmiştir. Anayasa da yargı organları ile ilgili hükümler bulunmamasını, meclisin yargı alanı üzerinde genel bir yetki düzenine sahip kılınması ile ilgili düzenleme sayesinde değerlendirmek mümkündür. Vilayet yönetimlerinin yeni anayasada tüzel kişiliğe sahip olmalarının sağlanması ile merkezi devlet ve yerel yönetim ilişkileri içinde sorunların çözüme kavuşturulmalarını açıklamak mümkün olmaktadır. 1921 Anayasası ile devletin ilk kuruluşu tamamlanırken, böyle bir yasal düzenleme ile devletin ihtiyacı olan bazı gereksinmelerinin karşılanamadığı görülmüş ve Saltanat ile Hilafetin kaldırılmaları ile birlikte aynı zamanda cumhuriyetin ilanı ve askerlik ile TBMM üyeliğinin bağdaşmaması ilkesi, yeni bir yasal değişiklik ile sonradan yeni anayasanın içeriğine ek madde olarak eklenmiştir.

Devletin kuruluş aşamasında Türk ulusu çağdaş bir cumhuriyet yapılanmasına yönelirken 1921 Anayasası bu yaklaşımın başlangıcı olmuştur. Gerçekte Osmanlı devleti ya da Türkiye Cumhuriyeti yapılanması sırasında en çok halk insiyatifinin öne çıktığı anayasal metin, doğrudan seçilmiş milletvekillerinin oy kullandığı 1921 tarihli anayasadır. 1876 Osmanlı anayasası Kanuni Esasi adıyla padişah tarafından atanmış bir komisyonca hazırlanmış ve gene padişah fermanı ile ilan edildiğinden halkın herhangi bir katılımı olmamıştır. 1924 Anayasası tek partili egemenlik düzeni kurulurken içinde örgütlü bir muhalefetin olmadığı bir meclis tarafından yapılmıştır. 1961 ve 1982 anayasalarını hazırlayan kurucu meclisler darbe ve ihtilaller sonucunda kurulduğu için hiçbir şekilde genel oya dayanan bir seçimle oluşmuş yasama organları olmamışlardır. Türkiye Cumhuriyetinin anayasal gelişim sürecine bakıldığı zaman halk katılımının fazla olduğu en demokratik anayasa metni olarak, 1921 Anayasasının öne çıktığı görülmektedir. Bu yönü ile 1921 tarihli kabul edilen bu anayasal metin Türkiye tarihinin en yumuşak anayasası olarak öne çıkmaktadır. 1921 Anayasasının kabulü sırasında özel bir yeter sayısı benimsenmemiş, millet meclisinin normal çalışma süreci içinde diğer kanunlar ile aynı usuller içerisinde görüşülerek kabul edilmiştir. Anayasa metni içinde anayasa değişiklikleriyle usul hükümleri bulunmadığı için daha sonraki aşamada meclisin önüne gelen yeni yasalar ya da yasal değişiklikler de, özel bir yöntem ya da nitelikli bir çoğunluk koşulu aranmadan yasal işlemler tamamlanmış sayılmıştır. Devletsizlik ortamı içinde geçmişten gelen ciddi bir siyasal birikim yeni bir anayasa yapımına yönelindiği aşamada gündeme getirilemediği için, 1921 Anayasası bir yönü ile aceleye getirilerek hukuki bir yapılanmaya kavuşturulmuştur.

TBMM’nin 23 Nisan 1923 tarihinde açılmasıyla birlikte ortaya çok ciddi bir anayasa sorunu çıkmıştır. Yeni açılan meclisin 1876 tarihli Osmanlı devleti anayasasına dayanılarak, işlemesi mümkün değildi. Yeni meclisin hedefi başlangıçta Kanun-i Esasi hükümlerinden bağımsız olacak biçimde yeni bir yürütme gücü oluşturmaktı. 24 Nisan 1923 tarihinde kurucu önder Atatürk yapmış olduğu konuşmada, ülkeyi çöküntü ve bölünme gibi çıkmazlardan bir an önce kurtarabilmek için milletin bütün örgütlenmesini yeni bir devlet yapılanması ile desteklenmesi gerektiğini ifade etmiştir. Ona göre normal koşullarda hükümet örgütlenmesinin sorumsuz bir devlet başkanının oluşturduğu denge noktası çerçevesinde bir yasama organı ile göreve devamı, bu organın güvenine bağlı olan yürütme gücünden meydana gelmektedir. Böyle bir sistemin uygulanabilmesi ancak padişah ve halifenin her türlü baskıdan uzak bir ortamda milletin sadakati ile mümkün olabilmektedir. Atatürk hükümet şekli ile ilgili olarak bir önergeyi meclise sunarken, yürütme gücünün hangi ilkelere göre oluşturulması konusunda görüşlerini açıklamıştır. İcra vekillerinin meclis tarafından seçilmeleri ile birlikte geçici bir icra encümeninin seçilmesiyle birlikte yeni bir hukuki süreç başlatılırken, hükümet ile ilgili yürütme işlerinin ait oldukları meclis komisyonlarınca yerine getirilmesi benimsenmiştir. TBMM ‘de 5 Nisan tarihli kararı ile bir icra gücü oluşturulmasına karar verilmiş ve Mustafa Kemal’in başkanlığı altında geçici bir icra encümeni seçilerek, bu gereksinmenin gereği yerine getirilmiştir. Ağustos 1920 ayı içinde Anayasa komisyonu tarafından hazırlanan TBMM’nin şekil ve yapılanması ile ilgili tasarı ele alınarak incelenmiştir. TBMM’nin tanıtımı ve anlamı, meclisin çalışma şekli, milletvekilliği ile devlet memurluğunun birleşip birleşemeyeceği ve yasama bağdaşmazlığı gibi hususlar genel kurulda tartışma konusu yapılmış ama bu konularla ilgili tüm öneriler red edilerek konu çözümsüzlük noktasına doğru yönlendirilmiştir. Egemenliğin sınırsız ve koşulsuz millete ait olduğu ilkesi meclisin duvarlarına yazılacak bir biçimde benimsenerek gereği yerine getirilmeye çalışılmıştır. TBMM’nin açıldığı günden sonra milli egemenlik ve kuvvetler birliği ilkelerine tam olarak uyumluluk sağlanmaya çalışılmış ama meclis görüşmeleri sırasında radikal reformcular ile muhafazakar temsilciler arasında yoğun tartışmalar yapılmıştır. Muhafazakar temsilciler Atatürk’ün kişisel otoritesinin güçlenmesini önlemek için önlem almaya çalışırlarken, Saltanat ve Hilafet rejimlerinin devam etmesi yolunda bir yön izliyorlardı. Atatürk’te bu durumu bilerek hareket ediyor ve gereken durumlarda konuşarak genel kurulu bilgilendirmeye çalışıyordu.

1921 Anayasasında en çok tartışılan konu temsilin biçimi olmuştur. Temsil ile ilgili tartışmalar sırasında mesleki temsil tartışmalarında devlet memurlarının halk kitlelerinden gelebilecek her türlü baskınları önleyebileceği halkçılık ilkesi ile birlikte, bürokrasinin egemenliğinin kırılarak siyasal bir dengenin oluşturulabileceği ifade edilmiştir. Toplum içinde eskiden beri var olan ahi ve lonca sistemleri ile mesleki temsil uygulamalarına ağırlıklı bir biçimde yer verilebileceği de tartışma konusu olmuştur. Genel seçimlerde Meclis üyelerinin vilayetler halkı tarafından seçileceği ama tüm halkın temsilcisi konumunda olacakları kabul edilerek temsil sisteminin içeriği belirlenmiştir. 1921 Anayasası Türk anayasa tarihinde en fazla yerel yönetimlere ve yerinden yönetim esasına yer veren belge olmuştur. Birinci mecliste halkçılık ilkesi ile birlikte halkçılık programı anayasanın özü olarak benimsendiği için, halk kitlelerine ulaşma doğrultusunda yerinden yönetim ilkesine önde gelen bir yer verilmiştir. Tüm eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım konularında vilayet meclislerinin tam yetkili kılınması uygun görülmüştür. Devletin atadığı valiler yerel ve merkezi yönetim arasındaki bağlantıları kurmakta yetkili kılınmış, daha alt düzeydeki kazalar ise tüzel kişiliğe sahip kılınmadıkları için merkez ve yerel yönetim dengelerinde çok etkileri görülmemiştir. Vilayet yönetiminin seçeceği başkan ile merkezi yönetimin atayacağı vali arasında yetki karmaşası ve otorite kavgası olabileceği için yerel yönetimlerin sınırlanması gibi gelişmeler gündeme gelmiştir. Birinci Meclis Türk siyasi tarihinin halkın serbest iradesi ile oluşturduğu en demokrat organ olarak Türkiye tarihindeki yerini almıştır. Ne var ki, yerel yönetimler konusu en fazla tartışılan konu olarak öne çıkmış ve zamanla istikrarsızlık yaratmıştır. Mecliste devrimci ve muhafazakar olarak iki ayrı grup oluşmuş ve zamanla yasama organı bu iki grubun çekişmeleriyle çalışmalarını sürdürmüştür. Birinci Meclis Türkiye’de ilk kez meclis hükümeti sistemini getirerek ülke yönetiminde yeni bir dönemin önünü açmıştır. Bu sistemde başkan ya da hükümet değil, doğrudan doğruya tüm yetkilerin bir araya getirildiği Meclis kaynaklı bir yönetim benimsenerek, yerel yönetimlerle desteklenmiştir. Parti gruplarının olmaması da bu meclisin gücünü daha da artırarak, ulusal kurtuluşa yardımcı olmuştur.

Her yönü ile yeni bir dönemin başlangıcı olarak 1921 Anayasası cumhuriyet devletinin oluşumu sürecinde farklı yansımalarla etkin olmuştur. Birinci Mecliste bir başkan seçilmeyerek ve Meclis başkanının aynı zamanda devlet başkanı olarak kabulüyle kişisel yönetimin önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bugün gelinen aşamada 1921 Anayasasını Türkiye için çözüm olarak görenlerin bu anayasanın tüm ilkelerini ve uygulamadan gelen yönlerini kamuoyunda olduğu gibi açıklıkla tartışmaları gerekmektedir. Küresel emperyalizmin şehir devletlerini dayattığı bu aşamada, Avrupa tipi Vilayet Konseyleri oluşturularak ya da yerel yönetimcilik veya modası geçmiş bir Meclis hükümeti sistemi getirerek üniter ve ulusal Türkiye’yi siyasal çıkmazlara sürüklemek mümkün değildir. Ayrıca 1921 anayasasında var olan ve bugün muhafazakar kanadın yeniden dayattığı ‘”Türk devletinin dini İslamdır“, biçiminde bir yeni düzenleme, laik ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti devletinin ortadan kalkmasına yol açabilecektir. Bütün bu sorunlar bugün birlikte ele alındığı zaman 1921 Anayasasının günümüzün Türkiye’si için hiçbir biçimde çözüm olamayacağı açıkça ortaya çıkmaktadır. Dincilerle yerelcilerin yıllarca mücadele ettikleri ulusalcılara karşı sağladıkları birliğin bugünün koşullarında hiçbir çözüm çıkışı yaratmadığı, aksine ülkeyi orta çağ karanlığına doğru sürüklediği açıkça gözlemlenmektedir. 1921 Anayasası kendine has özellikleri olan bir dönemde gündeme kendiliğinden gelen bir yasal düzenlemedir. Bugünün koşullarında ve eskisinden çok farklı bir dünya ortamında Türkiye yeni çağdaş yolunu bulmaya yönelirken, yeniden ortaçağ döneminin yerelci ve dinci yapılanmasını gündeme getirecek adımların geriye doğru atılması bugünün koşullarında pek mümkün görünmemektedir. Bu çerçevede bir değerlendirme yapılırsa 1921 Anayasasının öneminin geride kaldığı ve hiçbir biçimde Türkiye’nin yeni anayasa arayışlarında çözüm olarak düşünülemez bir içeriğe sahip olduğu gerçeği, dikkate alınarak hareket edilmelidir. Bugünün koşullarında 1921 Anayasası Türkiye’nin anayasa ve devlet sorunlarının çözüme kavuşturulmasında hiçbir biçimde örnek alınamaz ya da yararlanılamaz.