Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

SİSLERİN ARASINDAN- LE CERCLE (1)

Dünyayı kimler yönetiyor? Dünyadaki olayları ve kişileri kendi çıkarına kullanan gruplar hangileridir ve üyeleri biliniyor mu? Dış politikada gerçekten beş ailenin etkisi var mıdır? Illuminati gerçek mi? Bu ve bunun gibi sorular hem komplo teorisyenlerinin hem de istihbaratın zihnini yıllarca meşgul etti. İnsanlar; dünyayı yönettiği düşünülen Illuminati’den Malta Şövalyeleri’ne, Sion Tarikatı’ndan Masonluğa kadar uzanan bir yelpazede bu soruların cevaplarını aradılar. Kimi zaman bu sorular insanları çıkmazlara soktu, kimi zaman da ortalığa saçılmış küçük bilgi kırıntılarıyla yetinildi; fakat bir şey baki kaldı. “Gerçekte Sır, Sırda ise Gerçek gizlenmiştir.” Bir yazı dizisinin ilki olan bu çalışmada size sislerin arasından belli belirsiz göz kırpan ve belki de bu saydığımız örgütlerin hepsinden çok daha etkili bir yapıdan bahsedeceğim: LE CERCLE.   

Ezoterizm ve Le Cercle

Ezoterik örgütler deyince insanların akıllarına hep ay ışığı altında yapılan gizemli ritüeller, fısıldayarak birbirine mesaj ileten pelerinli insanlar ve loş tapınaklarda yapılan inisiyasyon (Türkçesiyle erginleme) törenleri geliyor; fakat Le Cercle bu tablonun çok uzağında. Le Cercle deyince aklımıza gelen imge daha çok takım elbiseli yetkili insanların arka odalarda kamuya açık olmayan belgeler üzerinde birbiriyle tartıştıkları bir toplantı odası şeklinde olmalı. Peki, eğer böyleyse o zaman Le Cercle neden ezoterik bir örgüt? Ezoterik örgütlerin en önemli özelliği içeride dışarıya kapalı tutulan bilgilerin üyelere açılması ve bu sebeple üyelerin içeriye seçilerek alınmasıdır. Aynı sebeple üyeler içerde konuşulan konular hakkında dışarıya hiç ya da çok az bilgi verirler. Le Cercle üyelerini davet yoluyla seçer ve üyeler de cumhurbaşkanları, istihbarat şefleri, ordu komutanları, diplomatlar…. Bu da bu yapıyı haliyle ezoterik örgüt kapsamında değerlendirebiliriz demektir.

Le Cercle örgütünün kapsamından bahsedecek olursak, üyelerin daha çok Avrupa ve Kuzey Amerika ağırlıklı olduğunu görüyoruz. Fransa, İngiltere, Polonya, Almanya, ABD, İtalya ve Kanada gibi ülkelerde nüfuzlu olan kişileri üye olarak davet ediyorlar. Nüfuz alanları ise bu saydığım bölgelerin dışına taşmış durumda: Afrika, Orta Doğu ve hatta Uzak Doğu…. Peki devletler bu yapının varlığından haberdar mı ya da bu yapının varlığından haberdarsa kontrol ediyorlar mı? Bu sorunun cevabı bir hayli karışık. Yukarıda da dediğim gibi, üyeler arasında devlet başkanları ve istihbarat şefleri var; yani buradaki devletler bu yapının varlığından haberdarlar fakat kim kimi kontrol ediyor? Devletler Le Cercle üzerinde ne kadar etkili? Peki ya Le Cercle? Görebildiğim kadarıyla Le Cercle devletlerin dışında ayrı bir aktör olarak var ve kendisini bir “bölgesel ezoterik örgüt” olarak nitelendirebiliriz. Bunun anlamı ise Le Cercle ile devletlerin ilişkisinin karşılıklı fakat “gizli” olduğudur. Bu örgütün kendisini iyi saklayabilmesi ise onu ilginç kılıyor. Masonluğun, Illuminati’nin, Opus Dei’nin bile tartışıldığı kamuoyunda bu örgütün adının hiç geçmemesi; örgütün ilk bakışta gözükenden daha etkili olduğunun da bir işareti olabilir. Sadece birkaç hükümet belgesinde, bulabildiğim birkaç haberde, siyasi teorilere ayrılmış kapsamlı bir blog yazısında ve “Secret Societies” isimli belgesel serisinde bu örgütün adına ve kendisi hakkında elle tutulur bilgilere ulaşabildim. Peki bu örgüt siyasi çıkar gruplarının bir ittifakı mı yoksa diğer ezoterik örgütlerde olduğu gibi bir fikir birliğinin kurumsallaşmış halini mi bize göstermekte?                  

İkinci Dünya Savaşı’nın Mirası…

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan söz konusu grup, yeni ve büyük küresel güçlerin yükselişi karşısında iş birliği arayan iki ülke arasında gizli bir diplomatik kanal olarak ortaya çıktı. Savaş 1939’da Almanya’nın Polonya’yı işgaliyle başlamıştı. 1940’ta ise Fransa savaştan çekildi ve ikiye bölündü: Nazi Almanyası’na bağımlı bir rejim olan Vichy Fransa’sı ve doğrudan işgal altındaki bölgeler. Bu teslimiyetçi tabloya karşı çıkan General Charles de GAULLE, Londra’da kurduğu merkezle savaşmaya devam eden “Özgür Fransa’yı” temsil etti.

1945 yılında Almanya resmen teslim olduğunda, Avrupa genelinde büyük bir yıkım hâkimdi. Almanya’nın savaş sonrası kaderi, Yalta Konferansı’nda üç büyük lider — Stalin, Churchill ve Roosevelt — tarafından çizilmişti. Almanya dört işgal bölgesine ayrılırken, Berlin’in de benzer şekilde bölünmesi Soğuk Savaş’ın simgesi haline gelecekti. Fransa savaşın galiplerinden biri olmasına rağmen, büyük ekonomik sorunlarla karşı karşıyaydı. Nazi işgali sırasında birçok sanayi tesisi zarar görmüş, ülke müttefik bombardımanlarının hedefi olmuştu. Bu durum sadece fiziksel bir yıkım yaratmakla kalmamış, Fransız halkında derin bir ulusal gurur kaybına yol açmıştı. Savaş sonrası bu moral bozukluğu, toplumsal ve ekonomik iyileşmeyi de zorlaştırıyordu.

Bu dönemde Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilişkiler, 1941’de imzalanan Atlantik Bildirisi ile resmileşmişti. Bu belge daha sonra 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler’in temelini oluşturacaktı. Amerikan yardımının sağladığı istikrar Avrupa ülkelerinde memnuniyetle karşılanırken, bu yardımların siyasi ve ekonomik bedelleri de vardı. Bazı halklar, egemenliklerinden ödün vermek zorunda kalmaktan hoşnut değildi. Fransa’da halkın önemli bir kesimi ise çözümü Charles de GAULLE’de değil, savaş sonrasının en güçlü siyasi gücü olan Komünist Parti’de aramaya başlamıştı. Bu; ülkenin sadece fiziksel değil, politik olarak da yeniden şekillenmekte olduğunu gösteriyordu fakat bu arayış anglo-sakson ittifakını ve köktendinci çevreleri endişelendirmekteydi.

Fransa’da komünizmin yükselişine dair duyulan endişe, 1950’lerin başında bir Fransızın gizli bir toplantı düzenlemesine yol açtı. Bu kişi Antoine PİNAY’dı. Kendisi, kısa bir süreliğine Vichy rejiminin bir parçası olmuş ancak sonrasında Yahudileri kurtarmaya yardım ettiği ve direnişi gizlice desteklediği için çeşitli ödüller almış, oldukça sistemin içinde olan bir sağcı siyasetçiydi. Başka bir deyişle, her cephede bulunmuş bir adamdı. Pinay; Katolikliğiyle, muhafazakârlığıyla ve komünizme karşı olan tutkulu duruşuyla tanınıyordu. Aynı zamanda Almanya ile bir yakınlaşma konusunda da istekliydi. O toplantıdaki ikinci siyasetçi ise Hristiyan Demokratik Birlik Partisi’nin kurucusu ve 1949’dan 1963’e kadar Almanya Şansölyesi olan Konrad ADENAUER’dı.

Pinay gibi o da Katolik ve muhafazakârdı. 1930’larda Nazizm’in yükselişiyle birlikte tüm görevlerinden uzaklaştırılmıştı ve savaşın sonunda kendini bir savaş esiri kampında bulmuştu. Temiz bir sicile sahipti ve Almanya’nın da o sırada buna ihtiyacı vardı. Siyasi rakipleri birleşik bir Almanya yönünde çalışmayı savunurken, Adenauer’a göre tek çıkar yol, Batı Avrupa ile ittifak kurmak ve Doğu Almanya ile Sovyetler Birliği’nin kendi kendine çökmesini beklemekti.

İşte bu iş birliği ruhuyla Konrad Adenauer, Antoine Pinay ile ilk kez bir araya geldi. Gerilimli tarihleri Fransa ve Almanya arasındaki güvensizliği beslese de İngiliz-Amerikan ittifakına dair ortak kaygıları ve komünist tehdide karşı duydukları ortak korku, onları bir araya getirdi. Bu, Le Cercle’ün başlangıcıydı. Ve böylece başlangıçta sorduğumuz sorunun cevabı da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Le Cercle hem bir politik çıkar ortaklığına dayanıyor hem de İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki büyük fikirsel ve ideolojik kamplaşmanın kurumsallaşmış halini temsil ediyor. 

Kuruluş ve Çemberin Dört Atlısı

Le Cercle’ün bu ilk toplantısını örtük diplomasi ya da gayri resmî arka kanal iletişimi olarak değerlendirebiliriz. Bu tarz diplomatik araçlar, özellikle istihbarat teşkilatları tarafından sıklıkla kullanılmakta olup, bu iletişim biçimi çoğu zaman tarafların niyetlerini resmiyete dökmeden, müzakerelere esneklik kazandırma amacı taşıyor. Zira resmî belgelerde yer almayan temaslar hem stratejik belirsizlik yaratmak hem de olası diplomatik maliyetleri en aza indirmek açısından işlevsel.

Bu bağlamda şu soru gündeme gelmektedir. Pinay’ın Almanya ile göz önünde bir diplomatik yakınlaşma içinde olması, mevcut konjonktürde rasyonel bir tercih midir? Bu tür bir angajmanın zamanlaması ve sunuluş biçimi, dış politika düzleminde ne tür bir sinyal üretmektedir? Bu tarz bir ilişkinin düşük profilli ve kontrollü bir arka kanal üzerinden yürütülmesi hem sembolik yükü azaltma hem de diplomatik manevra alanını genişletme amacı taşıyor.

Adenauer ve Pinay, toplantıya iki isimle birlikte katılmışlardı. Bunlardan biri Almanya siyaset çevrelerinde oldukça tanınan bir figür olan Franz Josef STRAUSS’tur. Franz Josef STRAUSS, Batı Almanya siyasetinin hem en etkili hem de en tartışmalı figürlerinden biriydi. 1956–1962 yılları arasında savunma bakanı olarak görev yaptı ve 1966–1969 yılları arasında ise maliye bakanlığı koltuğuna oturdu. İkinci Dünya Savaşı sonrası Bavyera’daki yerel yönetimde başlayan siyasi yolculuğu, 1946’da Hristiyan Sosyal Birliği’nin (CSU) kuruluşuna katılmasıyla hız kazandı ve kısa süre içinde partinin genel sekreterliğine ve 1961’den ölümüne kadar da parti başkanlığına yükseldi. 1949–1978 yılları arasında Federal Meclis’te milletvekili olarak görev yaparken, Strauss’un kariyeri skandallarla da gölgelendi. 1962’de Der Spiegel dergisinin iki editörünün askeri sırları ifşa ettiği iddiasıyla tutuklanmalarına izin vermesi, asılsız olduğu ortaya çıkınca istifa etmek zorunda kalması tüm ülkeyi sarsmıştı. Buna rağmen siyasi yeteneği ve karizmasıyla yıldızı sönmeyen Strauss, 1966–1969 yıllarında SPD-CDU/CSU koalisyonunda maliye bakanı olarak görev yaptı. 1980’de CDU/CSU’nun şansölye adayı olarak sahneye çıktıysa da seçimi kaybetti ve 1978’den ölümüne kadar Bavyera eyalet başbakanlığı görevini sürdürerek Alman siyasetinin unutulmaz simalarından biri olarak tarihe geçti.

Dördüncü kişi ise meslekî olarak bir avukat olan ancak açıkça Fransız istihbaratı adına çalışan Jean VİOLET’tir. Jean VİOLET, gölgeler içinde hareket eden bir figürdü. Savaş sırasında Nazi sempatizanı olduğuna dair iddialar mevcuttur. Savaş öncesi, 1930’lu yıllarda, La Cagoule adlı bir yapıya mensuptu. “Kapüşonlular” olarak da bilinen bu yapı, resmî adıyla Devrimci Eylem Gizli Komitesi, adından sol tandanslı bir oluşum izlenimi uyandırsa da aslında şiddet yanlısı aşırı sağ bir örgüttü. Maske takmayı tercih etmelerinin nedeni, sıklıkla bombalı saldırılar, darbe girişimleri ve suikastlarla ilişkilendirilmeleriydi.

Violet, 1944 yılında Service de Documentation Extérieure et de Contre-Espionnage (SDECE) yani Fransa’nın dış istihbarat ve karşı casusluk servisi adına görev yaparken ortaya çıkar. Bu kurum, 1982 yılında lağvedilerek yerini Direction Générale de la Sécurité Extérieure‘e (DGSE) bırakmıştır. Violet’in 1930’larda faşist terörist faaliyetlerde bulunan biri iken, nasıl olup da savaş sonrası yeni Fransız Cumhuriyeti’nin istihbarat aygıtı içerisinde konumlandığı hâlâ açıklığa kavuşmamış bir meseledir. Ancak o dönemin siyasi bağlamında, yani sağın komünizmle yürüttüğü ideolojik savaşta, 1953 yılı itibariyle “şeytanla dans etmeye hazır olmak” bir zorunluluk hâline gelmişti.

İlk Görüşmeler ve Gelecek

Bu dört adam, yılda üç kez Avrupa’nın ücra otellerinde gizli kongreler düzenlemek üzere bir araya gelmeye başlamışlardı. Toplantılarda belirli bir gündemi tartışıp sonra bir sonraki yıla kadar yollarını ayırırlardı. Üzerinde konuştukları meseleler, aslında pek çok başka kurum, ajans ve zirvede de gündeme geliyordu ancak işin komplocu boyutu, tam olarak ne söyledikleri ve bunu neden söyledikleridir. Bu başlı başına sansasyonel bir durum olmasa da görüşmelerin kendi hükümetlerinden dahi saklanıyor olması dikkate değerdir. Peki, neden?

Bu erken dönem toplantılara dair resmi tutanaklar hiçbir zaman gün yüzüne çıkmamıştır. Ancak 1957 yılında Antoine PİNAY ve Konrad ADENAUER, ciddi bir politika zaferi elde eder. Fransa ve Almanya, Roma Antlaşması’nı imzalar.

Altı ülke—Batı Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg—bu antlaşmayla, malların, hizmetlerin, sermayenin ve insanların serbest dolaşımını öngören ortak bir pazar kurarak ekonomik iş birliğini taahhüt ederler. Bu gelişme, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun, dolayısıyla Avrupa Birliği’nin temelini oluşturur.

Bu süreçte Le Cercle, Fransa ve Almanya’nın yeni ekonomik müttefiklerinden önemli isimleri toplantılarına davet etmeye başlar. Önümüzdeki yıllarda da Le Cercle, Batı Avrupa’nın dört bir yanından etkili muhafazakârları bünyesine katarak genişlemeye devam eder. Ancak bu yeni üyelerin bazıları, karanlık geçmişlere sahip isimlerdir ve bu durum, Le Cercle’in tarihsel anlatısında tekrar eden bir tema hâline gelecektir. Bundan bir sonraki yazıda Le Cercle’nin ideolojik ve dini temellerini anlatacak ve örgütün soğuk savaş boyunca izlediği politikalara değineceğim. Birçok tanıdık isim örgüt bağlamında sahnede olacak ve örgütün kapsamı Amerika ve Afrika’ya kadar genişleyecek.