Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

“Millî Güç, bir ulusun, millî hedeflerine ulaşabilmek amacıyla kullanabileceği maddi ve manevi kaynaklarının toplamıdır.

Millî Hedef ise elde edilmesi hâlinde, millî çıkarların gerçekleştirilmesini sağlayan sonuçlardır. Bu sonuçlar, somut eylem veya kazanımları kapsar.

Millî güç kavramının “millî” nitelik taşıması, onun kaynaklarının, millete ve ülkeye ait, maddi ve manevi, özellik ve çokluk değerleri içermesindendir.

Milli güç, milli güvenlik siyasetinin de ana kaynağıdır. Milli hedefler, ancak milli gücün doğru ve tam olarak değerlendirilmesiyle sağlıklı bir şekilde tespit edilebilir. Yüce Atatürk’ün en önemli liderlik özelliği, milli mücadelenin başlangıcında milli gücü doğru tespit etmesi ve değerlendirmesidir.”

Millî güç unsurlarını yedi ayrı bölümde inceleriz. Bunlar:

  1. Siyasi güç,
  2. Askerî güç,
  3. Ekonomik güç,
  4. Coğrafi güç,
  5. Psiko-sosyal ve kültürel güç,
  6. Nüfus (demografik) gücü,
  7. Bilimsel ve teknolojik güçtür.

Milli güç unsurları, devlet sisteminin ayrılmaz parçalarıdır. Bir zincirin gücü, en zayıf halkasının gücüne eşittir. Milli güç unsurlarından herhangi birisinde oluşabilecek bir yetersizlik, “zincirin en zayıf halkası” kuralı uyarınca, toplam milli gücü zayıflatabilmektedir. Milli Güç Unsurlarının tek tek incelenmesini başka bir makaleye bırakarak bölgemizdeki jeopolitik güç mücadelelerine ve gelişmelere dikkat çekmek istiyorum:

Karadeniz kuzeyinde iki buçuk yıldır devam eden Rusya-Ukrayna Savaşı, Akdeniz doğusunda 2011 yılında başlayıp bölgeye ve ülkemize doğrudan etki eden Suriye İç Çatışmaları, İsrail’in İran destekli Hizbullah hedeflerini vurma niyetiyle Suriye’ye yaptığı hava harekâtları, İsrail’in Gazze bölgesine yönelik devam eden ve nihayetinde Lübnan topraklarına kadar yayılan askeri harekâtları, Irak’ta politik istikrarın güven vermemesi, Suriye ve Irak’ta sömürülen Arap toprakları üzerinde yürütülen kaynak paylaşımı, İran-İsrail geriliminin tırmanması ve konvansiyonel güç kullanımına evrilmesi, Hazar Bölgesi’nde devam eden Azerbaycan-Ermenistan gerilimi, batıda AB ve ABD desteği sayesinde borç yükünü hafifleten ancak politik ve askeri açıdan daha fazla yönlendirilebilir hale getirilen Yunanistan’ın Türkiye’nin özellikle deniz ve kara egemenlik alanlarına yönelik arsızlaşan ve giderek artan meydan okuma faaliyetleri, de facto girişimleri ve yayılması, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin küresel ve bölgesel güçlerle yürüttüğü askeri ve ekonomik iş birliği süreci, Doğu Akdeniz doğalgaz ve petrol rezervlerinin paylaşımında yürütülen ve Türkiye’yi dışlayan ekonomik ve siyasi politikaların devam etmesi vb…  Anlayacağınız coğrafi, politik, askeri, ekonomik, sosyal, demografik açıdan kaynayan bölgenin tam ortasındayız. Üstüne ABD ile Çin ve Rusya arasında devam eden ve edecek olan küresel mücadelesinin yansımalarını da eklediğimizde jeopolitik savaşın etki alanında olacağımızı görmekteyiz.

Yukarıda tek tek sıraladığım bölgesel sorun sahalarının anlaşmazlık konularını ve küresel güç mücadelesini ifade ederken tüm ilgili ülkelerin kendi güç unsurlarını ve dolaylı olarak bizim milli güç unsurlarımızı ne kadar ilgilendirdiğini de yeniden belirtmiş olduk.

Artık savaşların sadece askeri ve coğrafi gücü değil tüm milli güç unsurlarını hedeflediğini yaşayarak görüyoruz. O halde milli hedeflerimize ulaşabilmek ve kaynayan bölgede zarar görmemek için milli güç unsurlarının tamamı itinayla güçlendirilmeli ve muhafaza edilmelidir. Güç unsurlarının tümü değerlidir; birbiri için gereklidir, ancak askeri güç tüm diğer güç unsurlarının emniyetini sağlayan ve milletin ve devletin varlığını garanti altına alan ve güven içinde yaşatan fiziki güç olması nedeniyle yaşamsaldır.

Askeri güç, çağdaş anlamıyla bir devletin “Harp Gücü”dür. Askeri güç, barışta ve gerginlikte düşmanı caydırmak; savaşta ise, dış tehdide karşı ülkeyi savunmakla görevlidir.

Bir ülkenin jeopolitik konumu fazlasıyla dikkat çekiyorsa ve çevresinde istikrarsızlık hâkim ise barışı sağlamak ve korumak için kuvvetli bir askeri güce sahip olmak kaçınılmazdır. Türkiye Cumhuriyeti gibi, konumu açısından stratejik öneme sahip topraklarda bulunan ve çevresinde bitmeyen jeopolitik şekillenmeler yaşanan bir devlette, askerî gücün “caydırıcı” nitelikte olması çok önemlidir. Ülkemizin, 100 yıldan fazladır bir saldırıya uğramamış olmasının en önemli nedenlerinden biri de askerî gücümüzün yeterli olmasından kaynaklanmaktadır. Askerî güç, toplumsal yaşantının ve devlet olmanın bir gereğidir. Yönetim biçimleri ne olursa olsun bu kural tüm devletler için geçerlidir. Askerî gücün yeterliliği, millî varlığın bir güvencesidir ve millî varlığa yönelik olası tehlikelere karşı “vazgeçiren” caydırıcı bir etkiye sahiptir. Vazgeçirme, millî savunma politikasında bir kavram olarak, düşmanca hareketlere ve girişimlere engel olma amacını taşır. Millî güvenliğe yönelik düşmanca hareketler birçok şekilde ortaya çıkar. Bunlar: iç ve dış tehdit, baskı, bunalım yaratma, müdahale, kışkırtma, terör olayları, bilgi destek harekâtı soğuk savaş ve sonuçta konvansiyonel savaş şeklinde belirir. Bu hareketlerle karşı karşıya gelen devletlerde başlıca güvence, milletin savunma azmiyle birlikte silahlı kuvvetlerinin varlığı ve gücüdür. Bu yönüyle askerî gücü, bir güvence olarak nitelemek doğru ve yerinde bir tespittir. Askeri güç unsuru, bir milletin güvenlik, rahatlık ve huzur içerisinde yaşamasını sağlar. Askeri gücün omurgasını da subay kadrosu oluşturur. Subayların zor koşullara göre hazırlanması, akıl, beden ve ruh sağlığına ve yüksekliğine sahip olması ve itibarlarının korunması son derece önemlidir. Ordu-Millet geleneğine sahip ülkelerde düşmanların ilk hedefi subay kadrosudur. Fetö tehdidinin ilk hedefi de subay kadroları olmuştu.

Türk milletinin bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri, her türlü iç ve dış tehditlere karşı Türkiye Cumhuriyeti ile Atatürk ilke ve inkılâplarının koruyucusudur. Atatürk’ün veciz sözlerinde Türk ordusu, anlamını en güzel şekilde bulur: “Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir.” “Böyle evlatlara ve böyle evlatlardan oluşan ordulara sahip bir millet, elbette hakkını ve bağımsızlığını tam anlamıyla korumayı başaracaktır. Böyle bir milleti bağımsızlığından yoksun etmeye kalkışmak boş bir hayaldir.” sözleri defalarca ispatlanmıştır.

İşte tam bu noktada Ordu-Millet anlayışı olarak seslendirdiğimiz; aslında bilimsel olarak ifade ettiğimizde askeri güç ile psiko-sosyal kültürel güç arasında kurulan güçlü ilişkiye dikkat çekmek istiyorum. Söz konusu ilişkinin zayıf olduğu ya da iç politikanın askeri güce tahakküm ettiği milletler yaşanacak ayrışma sonucunda bu iki gücün bileşimine değil rekabetine şahit olurlar. Bu ayrışma ise son derece büyük bir hassasiyete neden olur ve dış ve iç tehdit üreticilerine arayıp bulamadıkları fırsatı verir. Dünya tarihi bunun örnekleriyle doludur. Burada sözü genç teğmenlerimizin konusuna getirmek istiyorum. Tüm yazılı mevzuatın ve nizamın yanı sıra Silahlı Kuvvetlerde rütbeli olarak görev yapan herkesin bildiği ve uyguladığı geleneksel tutum ve davranışlar da vardır. Bu tutum ve davranışlar uzun yıllar boyunca tecrübe edilmiş, doğruluğu ve faydaları görülmüş genel kabullerdir. Bunlardan biri de subaylık mesleğinin başlangıcı olan teğmen ile astsubaylık mesleğinin başlangıcı olan astsubay çavuş rütbesindeki silah arkadaşlarımızın (birçoğumuzun çocuğu ya da kardeşi yaşında olurlardı) ilk rütbe sürelerinde gençlikten kaynaklanan tecrübe eksikliğiyle yapabilecekleri hataları hoşgörü ile karşılayıp, yapıcı uyarılarla örnek tutum ve davranışları göstererek ve öğreterek, ders çalıştırarak, sorumluluk vererek, çok elzem olduğunda ise en düşük seviyede uygulanan cezai yaptırımla gelişmelerini sağlamaktı. Yaygın kullanılan mecazi bir ifade ile “Teğmenin ve astsubay çavuşun günahı olmaz” düşüncesi genel kabul görürdü. Başlangıçta bazı hataları olan gençlerimizin ilerleyen dönemlerde örnek kişiler olarak sitayişle bahsedilecek vazifeler yaptığına defalarca şahit olurduk…

Jeopolitik şekillenmenin devam ettiği, risklerin ve potansiyel tehditlerin yakın tehditlere dönüştüğü, terör, göç hareketleri vb asimetrik tehditlerin varlığını sürdürdüğü bir ortamda milli güç unsurlarını korumamız ve geliştirmemiz gerekmektedir. Kamuoyunda yoğun olarak sahiplenilen son konu kapsamında genç teğmenlerimizle ilgili olarak tüm iç politik mülahazaların ve etkilerin dışına ve üstüne çıkarak, derin askeri kültürümüzün ürünü olan yapıcı ve hoşgörülü tutumla askeri ve psiko-sosyal kültürel güçler arasındaki bağın sağlam ve güçlü tutulması, moral ve motivasyonun korunması hayati önem taşımaktadır.

Öte yandan beş yıllık son derece zorlu, fedakârlık gerektiren askeri eğitim ve öğretim sürecinden başarıyla çıkmış ve subaylığa naspedilmeye hak kazanmış askeri personele yönelik hadsiz ve taciz içerikli tüm sözlü ve yazılı saldırıların aslında Türk Devletinin askeri yapısına karşı yapıldığı gerçeğinden hareketle yasal tedbirlerin en hızlı ve net şekilde alınması da ayrı bir önem arz etmektedir.