Kemalizmi inceleyen birçok siyaset ya da toplumbilimci; halkçılığın, cumhuriyetçilik ve laiklik ilkeleri ile birlikte “demokrasi”yi oluşturduğunu savunurlar.
Atatürk başlangıçta halkçılığı şöyle tanımlıyordu:
“Bugünkü varlığımızın asıl niteliği milletin genel eğilimlerini ispat etmiştir. O da halkçılıktır, halk hükümetidir, hükümetlerin halkın eline geçmesidir.”
Zamanla bu ilkenin de içeriği gelişti ve Halk Partisi’nin programlarında üç öğeyi içermeye başladı: Siyasal demokrasi, yasalar önünde eşitlik, sınıf çatışmalarının kabul edilmemesi ve toplumun dayanışma içinde gelişmesi.
Kemalizmin diğer ilkeleri için de geçerli olan bir soruyu, burada da yinelemek gerekir: Halkçılık, hangi gereksinmeyi ya da gereksinmeleri karşılamak için gündeme gelmiştir? Örneğin ulusçuluğun içerdiği ulus egemenliği düşüncesi niçin yeterli sayılmamıştır?
Bu ikinci sorunun yanıtını Fransız Devrimi’nde bulabiliriz. Fransız Devrimi -başlangıçta- kişi egemenliğinin yerine ulus egemenliğini geçirmiş, ama bu, ulusu oluşturan tüm bireylerin o egemenliğin kullanımına katılması anlamına gelmemişti. O hak, sadece belirli düzeyde vergi verenlere, yani varlıklılara tanınmıştı. Başka bir deyişle, ulus egemenliği halkın egemenliği anlamına gelmemiş, ulusun içindeki ayrıcalıklı bir kesimin egemenliği olmuştu. Örneğin Fransız işçisi, oy hakkını elde edebilmek için 59 yıl beklemek ve çok kan dökmek zorunda kalmıştı.
Oysa Mustafa Kemal’in önderliğinde gelişen ideoloji, sadece uluslar arasında değil, ulusları oluşturan toplum kesimleri ve bireyler arasında da eşitliğe inanıyordu. Ayrıcalıklara karşıydı. Seçkinciliğe karşıydı. Osmanlı’da çok belirgin olan seçkin-halk ikilemini gidermeye, en azından azaltmaya yönelikti.
Halkçılık ilkesi, işte bu gereksinmelerin ürünü olarak Kemalizm içindeki yerini almıştır. Ve zaman zaman da demokrasi ile eşanlamlı olarak kullanılmıştır. Kurtuluş Savaşı yürütülürken henüz Cumhuriyet ilan edilmemişti. Ortada henüz gerçek anlamıyla bir ulus da yoktu. Ama “her konuda hesap soran, kıyasıya eleştiren” bir Meclis vardı. Turhan Feyzioğlu “Büyük bir savaşın, ulus adına bir parlamento tarafından yönetilip yürütülmesi, dünya tarihi açısından da üzerinde durulmaya değer bir olaydır” derken haklıdır. İsmet İnönü de bu konuda şöyle demektedir: “Ulusal mücadelenin bir meclis kurularak onunla beraber yürütülmesi son derece güç fakat olağanüstü isabetli bir karar olmuştur.”
Kemalist halkçılık, toplumun en yoksul ve en eğitimsiz kesimini güçlendirmek, toplumsal dayanışmayı sağlamak istiyordu. 1920’lerin Anadolu’sunda, Batı’dakinin benzeri aristokrasi ve burjuvazi gibi ayrıcalıklı sınıfların varlığını öne sürmek zordu. Öyleyse yeni ayrıcalıklar yaratılmamalı, yasalar önünde tam bir eşitlik sağlanmalıydı. Toplumda ne bir bireyin, ne bir ailenin, ne bir zümrenin ne de bir sınıfın egemenliği olmamalıydı.
Atatürk’ün adının başına “Halk” sözcüğünü koyduğu partisinin programı, Kemalizmin halkçılık anlayışını şöyle somutlaştırmıştır:
“Bizim için insanlar yasa önünde tamamen eşit muamele görmek zorundadır. Sınıf, aile, fert arasında bir ayrım yapılamaz. Biz, Türkiye halkını çeşitli sınıflardan oluşan bir bütün olarak değil, sosyal yaşamın gereksinimlerine göre çeşitli mesleklere sahip olan bir toplum olarak görmekteyiz.” Kadın-erkek eşitliğinden, tüm yurttaşların devlet organlan önünde eşit muamele görmesi için alınan tüm önlemler, hep bu anlayışın doğal bir uzantısıydı. Faşizmin tersine, halk devlet için yoktu, devlet halk için vardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminde girişilen reformlar, hep devleti kurtarmak amacına dönüktü. Oysa Mustafa Kemal, halka güç kazandırmadan, halka dayanıp onun yaratıcı gücünden yararlanmadan çağdaş bir topluma ulaşılamayacağının bilincindeydi. 1922’de Meclis kürsüsünden şunları söylüyordu:
“Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür… Diyebilirim ki, bugünkü yıkım ve yoksulluğun biricik nedeni bu gerçeğin gafili bulunmuş olmamızdır. Gerçekten, yedi yüz yıldan beri dünyanın çeşitli ülkelerine göndererek kanlarını akıtlığımız, kemiklerini el topraklarında bıraktığımız ve yedi yüz yıldan beri emeklerini ellerinden alıp savurduğumuz ve buna karşılık her zaman aşağılama ve alçaltma ile karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşı iyilik bilmezlik, küstahlık, zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu soylu sahibin önünde büyük bir utanç ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım.”
Mustafa Kemal, yine Kurtuluş Savaşı yıllarında Meclis önünde yaptığı bir konuşmada, halkçılığın toplumsal-ekonomik içeriğini şöyle açıklıyordu:
“Toplumsal uğraş yönünden düşündüğümüz zaman, biz yaşamını, bağımsızlığını kurtarmak için çalışan kimseleriz, zavallı bir halkız! Bundan ötürü her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmakla bir hakkı elde ederiz. Yoksa arka üstü yatmak ve yaşamını çalışmaktan uzak geçirmek isteyen kişilerin bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur. O halde söyleyiniz baylar! Halkçılık toplumsal düzenini emeğine, hukukuna dayatmak isteyen bir toplumsal öğretidir.”
Bugün solun temel ilkelerinden olan “emek en yüce değerdir” özdeyişini, Atatürk’ün yukarıdaki düşüncelerinden soyutlamak olanağı var mıdır? Kemalizmin seçkinciliğe karşı olduğu ve halkçılık ilkesinden hareketle gerçekleştirilen birçok atılımın, Osmanlı geleneğinin ürünü olan seçkin-halk ikilemini aşmaya yönelik bulunduğu açıktır. Bu ikilemin en belirgin olarak görüldüğü alan ise kültürdü. Ve öncelikle de, kültürün temeli demek olan dildi. Halkın dili Yunus Emre’nin dili idi ve yüzyıllar boyunca arılığını korumuştu. Oysa seç kinin dili Arapça ve Farsça yüklüydü. Yazılı dilde yabancı sözcük oranı yüzde 70’lere varıyordu: Seçkin kültürünün halktan bu ölçüde kopuk oluşu, kültür alanındaki kısırlaşmanın ana nedenlerindendi.
Atatürk, bir yandan “Türk dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak” amacıyla dil devrimini başlattı. Öte yandan, halkın okuma-yazma öğrenmesini kolaylaştırmak, eğitim düzeyini yükseltmek ve çağdaş uygarlığa daha kolaylıkla açılmasını sağlayabilmek için abeceyi değiştirdi. Arapça-Farsça yüklü Osmanlıca terk edilip, türetme ile zenginleştirilmiş olan Türkçe yazı ve bilim dili olmaya başladı. Öğrenilmesi çok güç olan, 482 işaretli Arap yazısının yerini, 29 harften oluşan yeni yazı aldı. Büyük bir okuına- yazma seferberliğine girişildi.
Atatürk şöyle diyordu:
“Bu memleketin asıl sahibi, toplumumuzun esas unsuru olan köylüdür. İşte köylüdür ki, bu güne kadar eğilim ışığından yoksun bırakılmıştır. Takip edeceğimiz eğitim siyasetinin temeli evvela mevcut cahilliği yok etmektir. Bütün köylüye okumak, yazmalı ve vatanını, milletini, dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafi, dini ve ahlaki bilgi vermek ve dört işlemi öğretmek, eğitim programımızın ilk hedefidir.”
Atatürk’ün yüzde 8.16’lık bir okur-yazar oranıyla orta-çağ karanlığını yaşayan bir toplumda başlattığı bu eğitim ve kültür atılımı, bütün dünyada büyük ilgi topladı. Yurdun her yanında “Halk Dersaneleri”kurulmuştu. 7’den 70’e insanlar, Büyük Önder’in kendilerine aşıladığı bir heyecan içinde çaba gösteriyordu.
İngiltere’de Heceyi Sadeleştirme Cemiyeti adı altında toplanan bilim adamlarının, 28 Şubat 1929 tarihinde, Atatürk’e yolladıkları mektupta şu satırlar vardı:
“…Ulusal alfabeyi ıslah için attıkları adımdan dolayı hem yüce şahsınızı ve hem de hükümetinizi tebrik eder, eğitim ve öğretim yılında geçmişin enkazını çocuklarının ayaklarına takılmaya bırakan bizim gibi milletlere yol gösterdiklerinden dolayı teşekkür ederiz.”
3 Ocak 1929 tarihli The New York Times gazetesi de şöyle yazıyordu:
“Türkiye, hiç değilse bir bakımdan eski cumhuriyetleri utandıracak biçimde yeni yıla girdi. Tellallar, davullar çalarak bütün köylere yayıldılar. Yeni yazı dilini, Arap alfabesi yerine Latin alfabesini öğrenmeleri için 16 ile 40 yaş arasındaki herkesi Millet Mekteplerine çağırdılar. Dört ay içinde Türkiye’nin okur-yazar bir ülke olması planlanmıştır… Mustafa Kemal’in Türkiye’yi okutmak için gösterdiği ilgi bizde de olsaydı, okullara devamı sağlayacak bir yol bulabilir, bunun için gerekiyorsa davul da çalabilirdik.”
Zamanın İran hükümdarı Şah Rıza Pehlevi, Türkiye’yi ziyareti sırasında Amasya Valisi’ne şöyle demişti:
“…Sizin devrimler çok önemli, ama harf devrimi hepsinden önemli. Ne yazık ki biz bunu yapamadık…”
Atatürk’ün harf devriminden yaklaşık 40 yıl sonra, Mao Çin’de kültür devrimini başlatıyordu. En güçlü dönemini yaşamaktaydı ve ülkenin tartışmasız tek egemeniydi. Binlerce şekilden oluşan Çin alfabesinin yerine Latin harflerini koymak istemiş, ancak gerçekleştirememişti. New York Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Taro Yamane, sınıftaki Türk öğrencilere, büyük bir hayranlık içinde şu soruyu yöneltecektir:
“Atatürk konusunda bana bilgi verir misiniz? Yazı Devrimi’ni nasıl başardı?”
Kemalist halkçılık, ayrıcalıksız, sınıfsız bir toplum ön- görüyordu. Ama bu yaklaşım, ne toplumsal sınıfları kaldırmayı amaçlayan Marksist anlayışı ne de sınıf çatışmasını şiddet ve baskı ile yasaklayan faşist anlayışı yansıtmaktaydı. Kemalizm, Kurtuluş Savaşı Türkiye’sinde, Marksist anlamda bir egemen sınıf ve yine Marksist anlamda bir işçi sınıfı bulunmadığı varsayımından yola çıkıyordu. Öyleyse varolmayan bir sınıf çatışması ve ayrıcalıklı toplum kesimleri yaratılmamalıydı. (Kemalizmin çoğulcu demokratik toplum özlemi, zaten başka türden bir eğilimin içinde barınmasına olanak vermeyecek kadar açıktır.)
Ekonomik büyümeyi sağlamak için toplumdaki tüm olanaklar değerlendirilmeye çalışılırken, giderek ekonomik güce sahip ayrıcalıklı bir kesimin doğmuş olması, Kemalizmin Suna Kili’nin vurgulamaya özen gösterdiği bir temel özelliğinin gözden kaçmasına neden olmamalıdır:
“Atatürkçülük, herhangi bir sınıfın egemenliğini reddeden, ılımlı toplumculuğu öngören, her türlü sömürüye karşı bir dünya görüşüdür. Atatürkçü halkçılık, yönetimde, siyasada, kalkınmada, gelirlerin dağılımında, devlet ve ulus olanaklarının kullanılmasında halk yararının gözetilmesini amaçlar.”