…
EMPERYALİZMİN GERÇEK YÜZÜ VE GEÇMİŞTEN BUGÜNE KIBRIS’TA YAŞANILANLAR (2)
Emperyalist devletlerin desteği ile Rumlar tarafından 1964’te gasp edilen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı 16 Ağustos 1960 günü ilan edilmiş, anayasası yürürlüğe girmiştir.
Aynı gün İttifak Anlaşması gereğince Türk ve Yunan askeri birlikleri Kıbrıs’a çıkmış, İngiliz birlikleri de kendilerine bırakılan üslere çekilmiştir. Böylece Kıbrıs’ta, iki toplumlu bağımsız ve yönetim şekli cumhuriyet olan bir devletin kurulmasıyla yeni bir dönem başlamıştır.[1] Ada’da iki toplumun yanında üçüncü bir taraf olarak İngiltere de üsler vasıtasıyla toprak edinmiştir.
Kıbrıs Türk basını, Türk askerinin Ada’ya yeniden ayak basmasını “Mehmetçiklerimizi bağrımıza bastık, Kıbrıs Kıbrıs olalı böyle heyecan görmedi”[2] şeklinde coşku ile duyurmuştur.
Bu coşku çok uzun sürmeyecek, üç yıl sonra Ada Türkleri saldırıya uğrayacak, can ve mal güvenlikleri kalmayacaktır.
Kıbrıs sorununa çözüm getiren antlaşmaların özünü üç temel belge oluşturmaktaydı; “Garanti Antlaşması”, “İttifak Antlaşması”, “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Temel Yapısı”dır.[3]
Garanti Antlaşmasıyla:
- İngiltere, Yunanistan ve Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “bağımsızlık, toprak bütünlüğü ve güvenliğini” ve “anayasanın temel hükümlerinin gereklerini” garanti ediyorlardı.
- Garanti altına alınan bu unsurlara karşı bir tehlike ortaya çıkacak ve bu antlaşmanın hükümleri çiğnenecek olursa, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere gerekli önlemlerin alınması için birbirlerine danışacaklardı.
- Eğer ortak ve uyumlu hareket etme olanağını bulamayacak olurlarsa “garanti eden taraflardan her birinin tek başına müdahale etme hakkı” saklı olacaktı.
- Ayrıca bu üç devlet, “ellerindeki bütün olanaklar içinde, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir başka devletle birleşmesine ya da bölünmesine yönelecek her türlü faaliyeti engelleme yükümlülüğü” altına da giriyorlardı.
İttifak Antlaşmasıyla:
- Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan ve Türkiye’nin, ortak savunmaları için birbirleriyle iş birliği yapmaları öngörülüyordu.
- Bu antlaşmaya göre, müttefikler, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlık ve toprak bütünlüğüne yönelecek dış ve iç saldırılara karşı koyma yükümlülüğünü üstleniyorlardı. Bunun yerine getirilebilmesi için taraflar, Kıbrıs’ta ortak bir karargâh kuracaklar ve bu arada Yunanistan 950, Türkiye ise 650 asker bulundurabilecekti.
- Antlaşmaya göre Yunanistan veya Türkiye’nin bulunduracakları askerlerin birbirine oranı korunacaktı. Çünkü antlaşma, Kıbrıs Cumhurbaşkanı ve Yardımcısının birlikte karar vermeleri durumunda Yunanistan ve Türkiye’den asker sayılarının artırılmasının ya da azaltılmasının istenebileceğini öngörüyordu.[4]
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Temel Yapısı:
- Cumhuriyetin Cumhurbaşkanı, Rum seçmenlerin seçtiği bir Rum; Cumhurbaşkanı Yardımcısı ise Türk seçmenlerin seçtiği bir Türk olacaktı.
- Devletin iki resmi dili Rumca ve Türkçe olacak, yasalar ve yönetimle ilgili bütün belgeler bu iki dilde yazılacaktı.
- Yürütme yetkisine sahip olan Cumhurbaşkanı ve Yardımcısı, yürütme görevini, yedi Rum ve üç Türk bakandan oluşan Bakanlar Konseyi’nin yardımıyla yapacaklar ve Konseyin kararlarını Cumhurbaşkanı ve Yardımcısı birlikte veya ayrı ayrı “veto”
- Yasama yetkisi; 50 üyesinin %70’i Rum, %30’u Türklerden oluşan ve iki toplumun seçmenlerinin ayrı ayrı seçiminden gelen bir Temsilciler Meclisi ile Rum ve Türk toplumlarının kendi işlerinde yetkili olan iki ayrı Cemaat Meclisi tarafından kullanılacaktı.
- Cumhurbaşkanı ve Yardımcısının Temsilciler Meclisinden geçen yasaları da birlikte ve ayrı ayrı veto yetkisi bulunacak; Anayasanın temel maddeler dışında kalan hükümleri, ancak meclisin Rum ve Türk üyelerinin ayrı ayrı üçte iki çoğunluğu ile değiştirilebilecekti.
- Beş büyük kent olan Lefkoşa, Limasol, Mağusa, Larnaka ve Baf’ta iki toplumun ayrı belediyelere sahip olması öngörülmekteydi.
- Kamu hizmetlerinin her kademesinde, görevlerin %70’i Rum, %30’u Türklere verilecek, bu oranlar toplamı 2.000’le sınırlanan polis ve jandarma gücü için de geçerli olacaktı.
- Ordu, 2.000 kişilik olacak ve bu sayının %60’ını Rumlar, %40’ını Türkler oluşturacaktı. Ordu, polis ve jandarma kuvvetlerinin birinin başında bir Türk’ün bulunması öngörülmekteydi.
- Yüce Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Mahkemelerin Başkanları, Türk, İngiliz, Kıbrıslı veya Yunanlı olamayacak, ama tarafsız bir kimse olacaktı.
- Antlaşmalar, Türk toplumu için Ada’da eşit şartlarda yaşama ve geleceğe güvenle bakma için bir garanti olarak görülüyordu. Ancak Rumların bakışı ise çok farklı istikametteydi.
Makarios’un, EOKA’cıların ve AKEL’in, 1959 başından 1960 Ağustos’una kadar takındıkları tutum, Rum toplumunun kamuoyunu biçimleyen, siyasal yaşamında başlıca rolleri oynayan kişi ve örgütlerin hemen hiçbirinin “bağımsızlık” çözümünü içlerine sindiremediklerini; bunu tedirginlikle “zoraki” bir çözüm olarak, hatta pek çoğunun da “enosis yolunda zorunlu olarak atılması gerekli bir adım” olarak kabul ettiklerini göstermektedir.[5] Buna karşın; Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonu Başkanı Rauf R. DENKTAŞ ise;
“Uzun bir mücadeleden, karşılıklı itimatsızlıktan, şüphe, kavga ve çekişmeden ve epeyi de gecikmeden sonra nihayet Kıbrıs Cumhuriyeti doğmuş bulunuyor. Bu, bütün Ada için ve Kıbrıs adasına komşu devlet ve milletler için hiç şüphesiz mutlu bir olaydır. 16 Ağustos, Kıbrıs tarihinin yeni bir başlangıcı, yeni bir açılış günüdür. …Biz, bugünden sonraki Kıbrıs’a gönül rahatlığı içinde kendi kendimizden emin olarak ve Kıbrıs Rumları ile dostluk içerisinde yaşamak isteyerek ve yaşamak hedefiyle girmekteyiz…”[6]
şeklinde düşüncelerini açıklamıştır. Ancak, sonraki süreç, hiç de Türk lideri ve halkının düşündüğü gibi olmayacak, Rum tarafı, Antlaşmaları, enosis hedefine ulaşmak için bir “soluk alma, soluklanma devresi” olarak kullanacaktır.
Antlaşmaların yürürlüğe girmesi üzerine Makarios, kendisini “enosisi satmakla” itham eden muhaliflerine ve bağımsızlığı nihai bir sonuç olarak kabul etmeye eğilimli olan halkına 1 Nisan 1960’ta şöyle sesleniyordu:
“Bu antlaşmalar sonuç değildir… Başlangıçtır… Bugün için mümkün olan temin edilmiştir, milli gaye (enosis) değişmiş değildir… Elde ettiğimiz kalelerden milli kadere doğru ilerleyeceğiz.”[7] Rumlar, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak edilmesini istediklerinden, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni enosise ulaşmak için bir geçiş dönemi olarak değerlendirmişlerdir.
27 Eylül 1960’ta Makarios, New York Herald Tribune gazetesine verdiği demeçte ise, “Enosis davası ölmemiştir. Enosis unutulmuştur diyemem” diyordu. 4 Eylül 1962’de, Panaya Köyünde (Panaya, Kıbrıs Baf kazasına bağlı, asıl adı Mihail Hristodulu Muskos olan Makarios’un doğduğu köydür) yaptığı bir konuşmada ise:
“Hellenizmin en büyük düşmanı olan Türk milletinin bir parçası olan bu küçük Türk toplumu Ada’dan atılmadıkça EOKA kahramanlarının görevi sona ermiş sayılmaz” demiştir (Bugün de Rum başpiskopos aynı şeyi söylemektedir).
5 Eylül 1963’te de Ulusi Suomi of Stockholm’de yayımlanan bir mülakatta Makarios, fikirlerini ve niyetini yine şöyle belirtmektedir:
“Kıbrıslı Rumlar, EOKA’cılar tarafından başlatılmış bulunan savaşa devam etmek ve onların giriştikleri işi tamamlamak zorundadır. Savaş şimdi yeni bir biçimde sürmektedir ve amacımıza erişinceye kadar bu yolda devam edilecektir.”[8]
EOKA yerine kurulan EDMA (Milli Demokratik Mücadeleciler Cephesi), 1959 ilkbaharından başlayarak örgütlü çabalarını sürdürmüş, 1959 Ağustos’unda, kendisine Kıbrıs Enosis Cephesi (KEM) adını veren bir yeraltı örgütü, çözüme karşı çıkan ve eğer bu süreç durdurulmayacak olursa EOKA’nın bıraktığı yerden “enosis”çi terörü başlatacağını ilan eden bildiriler dağıtmıştır.[9]
Terörist Nikos SAMPSON, 1981 yılında, Atina’nın günlük gazetesi Eleftheri Ora’da yayımlanan anılarında, Kıbrıs Antlaşmaları için şöyle demektedir;
“Özgür ve Elen bir Kıbrıs için Ada Rumlarının asırlardır devam eden rüyası (enosis), sözde bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında ancak esir edilmiş ve berduş kalmışlığın aldatmacasına dönüşmüştür.”[10]
Kıbrıs’ta meydana gelen “yeni statü”yü; Rumlar, geçiş dönemi ve enosis hedefine ulaşmak için bir araç olarak görürken; Türk halkı, kendi güvenliklerini sağlaması, Ada yönetiminde söz sahibi olması nedeniyle bir garanti aracı olarak görmüşlerdir. Rum tarafının verdiği demeçler, meydana gelen gelişmeler ve olaylar, Türklerin düşündüğü gibi olmadığını göstermiş, Rumların gittikçe artan baskı ve şiddet eylemleri ile Ada, adeta bir kan gölüne dönmüş, Türkler için yaşanmaz hale gelmiştir. Dolayısıyla, Kıbrıs Rum tarafı ve Yunanistan, 1960’ta imzalanan antlaşmaların hiçbirine Kıbrıs’ın geleceği gözüyle bakmamıştır. Onlar için mücadele bitmemiştir; devam edecektir. İngiliz yönetiminden kurtulmuşlar, sıra tamamıyla Türklere gelmiştir.
21 Aralık 1963 tarihindeki Rum genel saldırısına kadar Ada’da, Rum-Yunan ikilisinin organizesinde, planlı bir şekilde, Türklere yönelik baskı, yıldırma ve terör olayları artarak sürecektir. Nedeni, Rum tarafının değişmeyen hedefi; Türk halkını yok ederek veya adadan sürmek suretiyle enosisi gerçekleştirmektir.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin BM’e üye olacağı sıralarda faaliyete geçen fanatik Rumlar, BM Genel Sekreterine telgraflar yağdırarak Zürih ve Londra Antlaşmalarının kendilerine zorla kabul ettirildiğini iddia etmişlerdir. Türk Cemaat Meclisi Başkanı Rauf R. DENKTAŞ, Kıbrıs Rumlarının bu tutumlarını BM Genel Sekreterine gönderdiği bir telgrafla protesto etmiştir. Denktaş, telgrafında özet olarak şöyle demekteydi:
“Kıbrıs Antlaşmalarının, Kıbrıs halkının onayına sunulmadan halka empoze edildiğine dair bazı müfrit Rumların BM arşivinde muhafaza edilmek üzere tarafınıza gönderdiği telgraflar, 120.000 Kıbrıs Türk’ü tarafından esefle karşılanmıştır. Hakikatlere tamamen aykırı olan bu iddia, Yunanistan’la birleşmek veya bunu muadili olan self-determinasyon elde etmek maksadıyla, yeniden tedhiş hareketleri ve kan dökmek için zemin hazırlamak üzere Rum müfritler tarafından yapılan bir teşebbüstür… Antlaşmalara hücum etmek, Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı veya Kıbrıs Rumlarına mahsus olmak üzere tek taraflı sözde bir self-determinasyon için siyasi faaliyetlere girişmek suretiyle bu dengeyi bozmak, felaket ve sivil harple neticelenecektir. Müfrit Rumların, Kıbrıs’ın yeniden kana bulamasına fırsat verilmemesini BM’den bekler ve bu telgrafımızın bütün üyelere iletilmesini rica ederiz”.[11]
Ancak, Denktaş’ın telgrafında belirtilen tehlikeler daha sonra bir bir gerçekleşecek, Türkler için korku ve acı dolu günler başlayacak, dünya olaylara gözünü ve kulaklarını kapatacaktır.
Bu arada Yunanistan’dan gelen telkinler Kıbrıs Rumlarını Girit’teki mücadeleye benzer bir eyleme hazırlanmaya davet ediyordu. EOKA’nın Yunanistan’daki Merkezi Komite üyelerinden Yarbay İlias ALEKSEPULOS, Elefteriya gazetesine verdiği bir beyanatta, Kıbrıs anayasasının birçok hükmünün Kıbrıs Devleti’ni anlamsız bir duruma getirdiğini belirtiyor ve şöyle diyordu:
“Bununla beraber Kıbrıslı Rumlar memnun olmalıdırlar. Girit hürriyete kavuşmak için 37 sene sarf etti. Girit’te yaşayan 100.000 Türk, 37 sene zarfında imha edildi. İktisaden boğuldu. Ve imhadan kurtulanlar da Ada’dan kaçtılar. Makedonya ise 30.000 kurban verdi. Kıbrıs Rumlarının endişe etmelerine gerek yoktur. Grivas ile Makarios, Kıbrıs Rumlarının şimdi bulundukları noktaya değil, fakat layık oldukları noktaya ulaştırmak için doğmuşlardır. Asıl önemli olan nokta şudur ki, bugünkü Kıbrıs, ikinci bir Yunanistan teşkil etmektedir. Yunanistan ise bir tektir. O ayrılık ne kadar sürebilir?”[12]
1961 yılına gelindiğinde, Rumların her alandaki tahrikleri ve Türk tarafına yönelik propaganda ve baskıları yoğun şekilde devam etmiştir.
O dönemde EOKA tedhişçisi Nikos SAMPSON tarafından çıkarılan Mahi gazetesi şunları yazmaktaydı:
“Yunan adası (Kıbrıs’ı kastediyor) için tarih son sayfasını, daha yazmış değildir. Buna tüm Kıbrıslı Rumlar inanıyor. O halde bizi ayıran nedir? Bütün Kıbrıs’ın rüyası tahakkuk ederken maddi ve manevi silahlarımız milli rönesans için saklanmalıdır. Yunan Girit, Yunan Rodos, Yunan Selanik, Yunan Makedonya, Trakya ve Yunanistan’ın hepsi 1821’de hürriyetini kavuşmadılar mı? Zamanı gelince her şey olur. Kıbrıs için de günü gelecektir o olayın. Bugün değilse yarın için. 15 Ocak 1950’deki arzumuz[13] 01 Nisan 1955’te ayaklandı. Kıbrıs’ın tarih sayfalarını çevirenler aldanıyor. Bugün ve yarın için birlik ve beraberliğe tüm Kıbrıs Rumlarını davet ediyoruz.”[14]
01 Nisan 1961, EOKA tedhiş örgütünün faaliyete geçişinin altıncı yıldönümü münasebeti ile 31 Mart 1961 akşamı OHEN (Ortodoks Hristiyan Kızlar Birliği) lokalinde yapılan bir törende konuşan Cumhurbaşkanı Makarios, son derece kışkırtıcı sözler söylemiş ve başlatılan mücadelenin (enosis) sürdürüleceğini açıklamıştır. Yunan Büyükelçisi Trano, Üçlü Karargâh Baş Komutanı Pantelides, Yunan Alayı Komutanı Arbuzis ve diğer birçok Rum ileri geleninin hazır bulunduğu törende özetle şöyle demiştir:
“Bu mücadeleden (EOKA mücadelesi) canlarını feda eden kahramanların fedakarlığı hürriyet ağacını yetiştirmiştir. Onların mezarları, gelecek nesiller için ilham kaynağı olacaktır. Onların başlattığı eserlerin temeli bugün sevgi ve imanla atılmakta olup tam semeresini vermekte gecikmeyecektir. Zürih ve Londra Antlaşmalarıyla emellerimizin tamamen gerçekleşmediği (enosis) bir hakikattir. Önümüzde, kurtuluş mücadelemizin kahraman savaşçılarının mücadeleleri ve fedakârlıklarıyla temeli atılmış bir bina yarım kalmış vaziyette durmaktadır. Bu binayı tamamlamak için el birliği ile çalışmak hepimizin görevidir.”[15]
Tahrik hareketlerinin gittikçe artması ve anayasal hakların tanınmaması karşısında Kıbrıs Türk’ü, 31 Mart akşamı büyük bir protesto mitingi düzenlemiş ve Rumları hareketlerinden dolayı lanetlemiştir. Kıbrıs Rum Mücahitler Cemiyeti ise 1 Nisan (EOKA’nın kuruluş yılı) münasebetiyle yayımladığı bildirgede EOKA tedhişçilerinin başarılarından övgü ile söz ediyor ve şöyle diyordu:
“01 Nisan 1955’e sadık kalacağımıza, kahraman ölülerimizin mukaddes mücadelelerinin bayrağını indirmeyeceğimize söz veriyoruz. Şanlı bayrağımız Yunan, Kıbrıs’ta dalgalanıncaya kadar mücadelemize devam edeceğiz. Ana vatanımız Yunanistan ile birleşmek için sonuna kadar mücadele edecek ve gerektiğinde enosis için öleceğiz.”[16]
10 Şubat 1962’de konuşma yapan İçişleri Bakanı Yorgacis, “Kıbrıs’ın bir Yunan adası olduğunu Kıbrıs Türklerinin muhacir ve azınlıkta olduğunu, Türklerin tüm kazançlarını EOKA mücadelesine borçlu bulunduklarını ve davanın henüz sona ermediğini, rüyaları olan enosisin en erken bir zamanda gerçekleşmesi için de Rum yeraltı örgütü mensuplarının birlik halinde bulunmalarını” istemiştir. Bu arada OPEK isimli Rum yeraltı örgütü, 21 Şubat 1962’de dağıttığı bildirgelerde Rum toplumuna, Türklerle alışverişi yasaklamış ve buna itaat etmeyen herkesin şiddetle cezalandırılacağını duyurmuştur. OPEK tarafından dağıtılan bildirgelerde özetle şöyle denmekte idi:
“Dört yıllık kahraman savaş boyunca barbar İngiliz ve Türklerden çekmedikleri kalmayan Helen vatanseverlerini Türklerle iş birliği yapmaktan vazgeçmeye davet ederiz. Onların iktisaden cidden çürütmek istersek onlarla her türlü alışverişin durması için defalarca müracaat ettik;
Şimdi son defa olarak ihtar ediyoruz: Bu emir hilafını hareket edenler OPEK üyeleri tarafından ibret edici bir şekilde cezalandırılacaklardır. OPEK/Kıbrıs Elenlerini Koruma Örgütü”[17]
Rumların; baskı ve şiddet olaylarını tırmandırmaları Türk toplumunda güvenlik ve gelecek kaygılarını artırmış ve bunun sonucunda da Türk Cemaati’nin lider ve ileri gelenleri hem Rum tarafının hem de Türkiye’nin ilgili makamlarının dikkatlerini çekmiş, uyarmaya çalışmıştır. Bu kapsamda Kıbrıs Türk liderliğinin, Kıbrıs’taki Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliğine, 3 Ocak 1963 tarihinde sunduğu rapor oldukça dikkat çekicidir:
“Siyasi Durum:
Gittikçe kritikleşmektedir.
Rumlar (sağcı, solcu, muhalif veya muvafık) bugünkü rejimi en erken bir zamanda kendi lehine tadilde kararlıdır. Bunun neticesi Türklerin, Batı Trakya Türkleri gibi azınlık statüsüne düşmeleri, dağılmaları ve Rumların nihai gayesi olan enosis yolunda engel çıkaran bir unsur olmaktan vazgeçip, Rumların emrinde yaşayan boynu bükük insanlar olması, yani Kıbrıs davasının bizce unutulmasıdır.
Makarios, Londra Antlaşmalarını enosise bir merhale teşkil edeceğini inandığı için imzalamıştır. Yunan Hükümetinin bu hususta Makarios ile hem fikir olduğu kanaatindeyiz. Makarios’un Yunan Hükümetinin emirlerine rağmen hareket etmek olduğuna inanmıyoruz. Dünyaya gösteriş ve bahusus Türkiye’yi de Kıbrıs Türklerine karşı ilgisiz bırakmak içindir ki, Yunan Hükümeti devamlı surette Müstakil Kıbrıs Devleti’ne daha fazla müdahalenin doğru olmayacağı; Makarios’un muhaliflerin daha da azıtacağı” gibi tezlerle vaziyeti idare etmektedir.
Rumların siyasi hedefi bugünkü rejimi devirmektedir. Bundan hiç kimsenin şüphesi olamaz. Hükümet dairelerindeki en küçük memurdan en büyük memura kadar her Rum bunu iyice bilmekte ve bütün icraat ve faaliyetleri bu siyasi hedefe doğru yöneltilmektedir. Bu şartlar altında Kıbrıs Türk’ü ekonomik sahada ezilecek; siyasi hakları belirsiz bir şekilde elden alınacak; Kıbrıs için “tehlikeli” ve “şüpheli” oldukları için devamlı surette gizli polis tarafından takip edilecek aşağılık bir kitle halinde görülmektedir.
O halde Rumların siyasi tutumunu şu şekilde özetleyebiliriz.
- Dinamik ve aktiftir.
- Ellerinde icra kuvvetleri siyasi hedefe yöneltilebilecek geniş imkanları vardır.
- Sarihtir- Gizli tarafı kalmamıştır.
Bunun karşısında Türk tutumu; tamamen hedefsiz, feci bir şekilde pasif, ülküsüz ve kuvvetsizdir.
Siyaseti “Antlaşmalar altında hüsnüniyetle ortaklaşa iş birliği yapmak ve bu çerçeve içinde haklarını korumak” olan Kıbrıs Türk’ü bu siyasetin realiteleri hiçe sayan darp hudutları içinde bocalamakta, akıntıya kürek çekerek gün geçirmekte ve kendi kendini ağlatmaktadır.
Türk tutumu hatalıdır. Çünkü antlaşmaların tatbik siyaseti; hüsnüniyetle iş birliği arzusu karşılıklı her iki tarafın niyetine bağlıdır. Karşı tarafta öyle bir niyet olmadığını bildikten; karşı tarafın ergeç bizim idame etmek istediğimiz rejimi değiştirmek için hazırlık yaptığını tespit ettikten sonra, bizim hâlâ daha ısrarla mukabil bir tutum ve siyaset çizmeyerek “haklarımızı koruyacağız” sözlerinden ileriye gidemememiz acıdır ve tehlikelidir.
Rumlar, Kıbrıs meselesini beynelmilel formda yeniden tezekkür ettirerek[18], kendilerine bir şey koparmak niyetindedirler. Bu maksat için de Kıbrıs’ta hadiseler çıkararak bunların mesuliyetini Türklere yüklemek isteyebilirler.
Biz bundan kaçınacağız. Tahriklere soğuk kanlılık ile cevap vereceğiz. Hiçbir mukabil harekette bulunmayacağız. Rumlara Kıbrıs davasını yeniden beynelmilel bir dava haline getirmek fırsatını vermeyeceğiz. Bu mantıklıdır ve Rumların kasıtlı tahrik siyasetine karşı düşünülen mukabil bir tedbirdir. Biz, Rumlara istedikleri fırsatı vermeyeceğiz. Fakat bundan ötesi için bir şey düşünmüyor muyuz? Ya, bizim uslu akıllı davranışımıza rağmen Rumlar Kıbrıs meselesini belediyeler mevzuunda olduğu gibi kısa ve sert emri vakilerle halletmek yoluna giderlerse?
Ordu meselesinde ordu kurulmalı, kurulamadı diye garantör devletler müdahale edecek değildi ya? Zamanla kurulur…
70-30 meselesinde de 20-30 Türk memur veya 100-200 Türk memuru eksik oldu diye garantör devletler müdahale edecek değil ya?
Belediyeler konusunda Makarios anayasayı çiğniyor diye garantör devletler müdahale edecek değil ya? İşin hukuki ve diplomatik safhaları vardır: Bakalım ne olacak?
İcrada Makarios, Doktor Küçük’ü, küçük bir memur durumuna indirmişse; kabinede Türk vekillerin söz hakkı kalmamışsa, Türk vekillerin en küçük bir Rum memur bile pervasızca dinlemez ve Amme Hizmeti Komisyonuna şikâyet edildiğinde de bir aferin alırsa yani Rumlar, kasıtlı tutumları ile anayasa düzenini tamamen tersine çevirip bir Rum Hükümeti kurmuşsa garantör devletler derhal harekete geçecek değil ya?
Evet hakikaten garantör devletlerden bu münferit hadiseler karşısında işe el koymalarını beklemek doğru olmaz. Hatta ufak çapta bir sivil kavga çıksa bile Kıbrıs’ın içişlerine müdahale gibi önemli bir adım bugünkü beynelmilel siyasi durum muvacehesinde pek de akla yakın bir iş değildir.
O halde ne yapılabilir? Bilmiyoruz.
Alınacak tedbir her ne ise Türkiye’de müştereken hazırlanmış bir ana planın ışığı altında kararlaştırılmalıdır. Bugünkü ana planımız (yani antlaşmalar altında hak ve hukukumuzun santimine kadar koruyacağız iddiası) yukarıda da izah ettiğimiz gibi realiteden uzaktır ve yine yukarıda da işaret edildiği gibi biz, her geçen günle hakkımızın küçük bir kısmını kaybetmeye ya da pasif, plansız tutumumuz ile elden gidenin bile farkında olmamaktayız.
Ülküsüz cemaat olmaz. Antlaşmalar altında haklarımızı korumak prensibi bir hukuki iddianın ifadesidir. Bir cemaatin cemaat olarak şuurlu ve dinamik bir şekilde hareketine mesnet olacak olan ülküyü bu maddiyata (verici-veren) dayanan prensipte bulamayız.
Türk cemaatine bir ülkü bulmak, onu bütün çalışma ve tutumunun nihai hedefi olarak tutmak ve bir plan dahilde cemaati bir hedefe doğru yöneltmek icap eder.
Cemaat, Cumhuriyet devrinden bu yana cemaat olarak çökmemişse buna sebep 1955-58 senelerinde şuura işleyen milli bir davanın birçok Türk’ün kalbinde bayraklaşıp, ölümsüzleşmesindendir. Bir hayal gibi de olsa halâ daha bu ülkünün verdiği imanla yorulmaksızın “akıntıya kürek çekenler” vardır. Türk cemaatinin büsbütün geriye gidişi işte bu akıntıya kürek çekenlerin tutumu sayesinde geciktirilmektedir. Fakat, bu sabır ve dayanış daha ne kadar sürebilir? Bunu akıldan çıkarmamak lazımdır.”
Rapor ile Türk halkının içinde bulunduğu durum bütün yönleriyle ortaya konularak tedbir alınması talebinde bulunulmuştur. Rum şiddeti ise aynı süreçte artarak sürmüştür.
Cumhuriyetin kuruluşundan beri enosis lehinde konuşmalarını sürdüren Cumhurbaşkanı Makarios, 28 Eylül 1963 tarihinde, Niki Gazetesine verdiği bir demetçe özetle şunları söylemiştir:
“… Anayasının revizyona tabi tutulması gereklidir. Kıbrıs halkının, anayasasında herhangi bir değişiklik yapmak bakımından mutlak ve kati hakkı vardır. Bu hakkı kullanmada başka bir memleketin iznini veya onayını istemeyecektir.”
Diğer yandan İngiliz Yüksek Komiseri Sör Arthur CLERK’in, Rumların Türklere verilmek üzere bir muhtıra hazırlamakta olduklarını 15 Kasım’da söylemesinden kısa bir süre sonra Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios, 30 Kasım 1963’te, revizyona tabi tutmak istediği 13 maddelik planı, garantör üç devlete (Türkiye-İngiltere-Yunanistan) ve Cumhurbaşkanı Muavini Dr. Fazıl KÜÇÜK’e açıklamıştır. Makarios’un anayasayı değiştirmek amacı ile Türklere sunduğu değişiklik planı şu şekildedir:
- Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısına tanınan veto hakkının kaldırılması.
- Cumhurbaşkanının geçici yokluğunda, Cumhurbaşkanı Yardımcısının kendisine yardım (vekalet) etmesi.
- Temsilciler Meclisi Başkan ve Yardımcısının Meclis’in tüm üyelerince (Türk-Rum ayırımı yapılmadan) seçilmesi.
- Temsilciler Meclisi Başkanının geçici yokluğunda Başkan Yardımcısının kendisine vekalet etmesi.
- Bazı yasaların temsilciler meclisinden geçirilmesinde anayasada ön görülen ayrı çoğunluk sisteminin kaldırılması.
- Karma Belediyeler uygulamasına geçilmesi.
- Adalet örgütünün birleştirilmesi.
- Güvenlik Kuvvetlerinin sayısının yasa ile belirlenmesi.
- Güvenlik kuvvetlerinin polis ve jandarma diye ikiye ayrılma durumunun kaldırılması.
- Kamu hizmetleri güvenlik hizmetleri ve ordunun oluşturulmasındaki Rum-Türk oranının toplumların nüfus oranına göre belirlenmesi.
- Kamu hizmeti komisyonu üye sayısının ondan beşe indirilmesi. (Dört Rum-Bir Türk)
- Kamu hizmeti komisyonunun basit çoğunlukla karar alması.
- Rum Cemaat Meclisi’nin kaldırılması.
Terörist Nikos SAMPSON, “13 maddelik değişiklik önergesinin Ulusal Merkeze sorulmadan acele şekilde hazırlandığı, halkın gerekli hazırlığı yapmadan ve aydınlatılmadan bir hareketle karşı karşıya bırakıldığını ve hazırlanmış askeri planların; yeşil hatların ve Türklerin toplandıkları bölgelerin doğmasına neden olduğunu” ileri sürmüştür.[19] Bu girişimle, Makarios’un acele ettiğini belirtmiştir.
Rum tarafının gerçek düşüncesi, yapılacak bir askeri hazırlıkla Ada’nın değişik yerlerine dağılmış, kendi içinde güvenliklerini sağlamaya çalışan Türkleri, parça parça katliamlarla yok etmekti. Rumların bu gerçek niyetlerini, müteakip yıllarda Türklere karşı uygulamaya çalıştıkları imha planı olan “Akritas” ve “İfestos” planları ile görmek mümkün olacaktı. Aslında niyetleri hep aynı, düşündükleri eylemin zamanı ise farklıydı.
Aynı tarihlerde EOKA’cılar, “Makarios’un etrafında birleşmemize imkân yoktur, Digenis(Grivas)’i istiyoruz”[20] şeklinde demeçler veriyordu. Rumlar, ileride Türklere yapılacak katliamların hazırlıklarını yine EOKA etrafında birleşerek sürdürüyordu.
Dr. Fazıl KÜÇÜK ise Yunan gazetesi Eleftheria’ya “Anayasada değişiklik haklı gösterilemez”[21] şeklinde demeç veriyor, Türk tarafı olarak değişikliğin kabul edilemeyeceğini belirtiyordu. Kıbrıs Türk basınında yer alan haberlerde “Anayasa bize mezar olmadıkça Başpapaza yar olmaz” denilerek bu durum karşısında şu görüşler dile getiriliyordu:[22]
- Biz Türk toplumu, Zürih ve Londra antlaşmalarıyla Kıbrıs anayasasını köle olmak için değil, medenî insanlar olarak yaşayabilmek için imzaladık.
- Kıbrıs anayasası mevcut rejimin temelidir. Temel yıkılınca bina çöker. Makarios, keyfî şekilde anayasaya el uzattığı an Kıbrıs Cumhuriyeti yok demektir.
- Kıbrıs diye bir devlet mevcut olmayınca, eski hukukî durum, yani sömürge rejimi avdet eder. Sömürge idaresi gittiğine ve geri dönmesi söz konusu olamayacağına göre adada mevcut halklar kendi mukadderatlarını tayin etmek bakımından serbest kalırlar.
- Böyle bir hâl zuhurunda Kıbrıs Türkleri kendi devletlerini kurmak veya ellerindeki arazinin büyüklüğü nispetinde başka bir devlete iltihak etmek bakımlarından tamamen hür ve serbest kalırlar.
- Makarios’un tekliflerine verilecek tek bir cevap vardır; “hayır”.[23]
Makarios, anayasa değişiklik teklifleri kabul edilmeyince “Akritas Planı”nı uygulamaya koyacak ve 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı yapılıncaya kadar, Kıbrıs’ta Türklere yönelik şiddet eylemlerini gerçekleştirecek ve Ada, Türkler için yaşanılmaz hale gelecekti.
Makarios, Yunanistan’da Zürih ve Londra antlaşmalarını bir cinayet olarak kabul eden Yorgo PAPANDREU’nun iktidara gelmesiyle birlikte, Türk halkını imha etmeyi öngören “Akritas Planı”nı tatbik mevkiine koyacaktı.[24] Plana, neden “Akritas” adı verilmişti?
Akritas, 19’uncu yüzyılda yaşamış ve adı etrafında bir destan meydana gelmiş olan Bizanslı bir kahraman olduğu iddia edilen kişinin adıdır.[25] Planda ise, planı hazırlayan Kıbrıs Cumhuriyeti İçişleri Bakanı Polikareos YORGACİS’in kod adıdır.
Ancak barış yanlısı gözüken Makarios, Zürih ve Londra Antlaşmalarını imzaladıktan sonra ilk işi, Türkleri katliamla adadan yok etmek olan Akritas Planı’nı hazırlamaya girişmek olmuştu.
Nitekim Makarios’un, antlaşmalar kapsamında teşkil edilen hükümette seçtiği bakanlardan dördü, EOKA tedhiş örgütünün silahlı gruplarının ileri gelenleri idi. EOKA’nın Lefkoşa Bölge Sorumlusu Polikareos YORGACİS’e İçişleri Bakanlığını verirken, aynı zamanda onu gizli bir örgüt kurmakla da görevlendirdi. Yorgacis, “Akritas” kod adını alarak bu örgütün başına geçti ve “tamamen Makarios’un bilgisi dahilinde”[26] planlar yapmaya başladı. Makarios ve ekibinin Akritas Planını hazırlamaktaki niyeti:[27]
- 1960 Antlaşmalarından kurtularak yolu self-determinasyon ve enosise açmak,
- Anayasayı değiştirerek Türkleri basit bir azınlık konumuna indirgemek,
- Değişikliklere karşı çıktıkları taktirde Kıbrıs Türklerini derhal ve zor kullanarak, fakat dış müdahalelere de fırsat vermeyecek ölçüler içinde dağıtmak ve ezmek,
- Eğer çatışmalar yaygınlaşır ve uzarsa, Türk halkını derhal yok etmek ve enosisi ilan etmek.
İşte bu amaçlar için Rum saldırıları, Akritas Planı uygulamaya konularak, 21 Aralık 1963 gecesi başlayacak, Kıbrıs kana bulanacak, kurulmuş bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti de Rumların bu saldırıları ile son bulacaktır.
1963 yılı olayları, Kanlı Noel öncesinde Rauf R. DENKTAŞ, yaşanılacak acıları, Türklerin imhasına giden süreci adeta önceden görerek bir yazısında çok önemli ikazlarda bulunmuştu:
“Kıbrıs Türk’ünün bundan sonra gütmesi gereken siyasetin ana hattı, Kıbrıs’ta Türk varlığının bekasını temin etmek esasına dayanmaktadır. Bundan da anlaşılması icap eden nokta, Kıbrıs’ta, Kıbrıs Türklüğünü ayrı bir bütün olarak yaşatmak ve bu bütünü “Kıbrıslılık havası” içinde kaybetmemektir. Kıbrıs Türk’üne bugün “her şeyden önce Kıbrıslı ol” aşısını vurmak isteyenler, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temel taşlarından birini teşkil eden “Kıbrıs Türk toplumu” zihniyet ve inancını gömmeğe çalışanlardır. “Girit faciası Kıbrıs’ta tekrarlanamaz” diyenler, “Girit’i 67 senelik bir mücadeleden sonra alabildik. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin doğuşu bu aynı mücadelenin başlangıcını teşkil eder” mealinde yayın yapan Rum basınını ve bu basını destekleyen EOKA savaşçılarını, kiliseyi ve bu inançla yetiştirilen Rum gençliğinin durumunu göremeyecek kadar saf olmalıdırlar. Kanaatimce Kıbrıs’ta bir Girit emrivakisi kolayca meydana getirilebilir. Böyle bir hadisenin vuku bulması için gereken şartlar:
- Beynelmilel sahada böyle bir emrivakiye uyan bir havanın esmesi,
- Türk toplumunun parçalanması,
- Kıbrıs Türk’ünün, anavatana ve kendi toplumuna olan itimat ve inancının ekonomik, siyasi ve sair mülahazalarla sarsılmasıdır.[28]
Sonuç olarak, 21 Aralık 1963’ten Mutlu Barış Harekatı’na kadar olan dönemde, 103 Türk köyü Rum-Yunan saldırılarına uğrayarak tahrip edilmiş ve birkaç hafta gibi az bir süre içerisinde 25.000’i aşkın soydaşımız göçmen durumuna düşürülmüş, yüzlercesi katledilmiş, binlercesi yaralanmıştır.
Bununla birlikte, 1963’ten 1968’e kadar 7.000 Türk, Ada dışına göç etmiş, geride kalan Türk toplumunun %80’i Türkiye’den gelen mali ve ayni yardımlarla geçinmek zorunda kalmıştır. Güvenlik amacıyla karma köylerin terkedilmesi sonucunda, tarıma elverişli 250.000 dönüm arazi Rumların eline geçmiş, Türk toplumunun milli serveti çeşitli tahribat sonucunda 20 milyon sterlin zarara uğramıştır. Türklerin 25.000’i işsiz, 56.000 kişi ise aciz duruma düşmüştür.[29] Ada içinde göç eden Türklerin Ada’nın %3’lük bölümüne hapsedilmeleri, topraklarının ve diğer bütün ekonomik değerlerinin, vakıf mallarının Rumlar tarafından gasp edilmesi gibi ortaya çıkan durum, “soykırımcı tehcir” kapsamına girmektedir.[30]
Kıbrıs Türklerinin yaşadığı saldırı, toplu katliamlar, göç, evlerinin tahrip edilmesi ve ekonomik ambargo ve yıkım, Birleşmiş Milletler tarafından 1964 yılında hazırlanan, 500 sayfalık “BM ORTEGA RAPORU”[31] ile de yerinde görülerek tespit edilmiştir. Ancak dünya bunu görmezden gelmiştir. Çünkü Rum-Yunan ikilisi ile emperyalist devletlerin propaganda faaliyetleri başarılı bir şekilde çalışıyordu. Türk’ün sesi ise duyulmuyordu. BM Ortega Raporu, aslında Türklerin yaşadığı soykırımı kanıtlayan gerçek bir belgeydi. Sonuçta, Türkler devletten ve meclisten atıldı. Bir anda binlerce Türk işsiz ve aşsız, Türk halkı da bir devlet güvencesinden yoksun kaldı.
Rapor, aynı zamanda Türkleri imha planı olan Akritas’ın da açık bir kanıtıdır.[32] Şurası önemli bir gerçektir ki, Türk tarafı Ortega Raporu’nu Kıbrıs davasında bugüne kadar haklı bir gerekçe olarak kendi lehine kullanamamıştır.
Olaylar sonucu, 26 Aralık 1963 gecesi, Lefkoşa’daki İngiltere Yüksek Komiseri ile Türkiye ve Yunanistan Büyükelçileri, Garanti Antlaşması gereğince üç devletin birlikte Kıbrıs’ta düzeni yeniden sağlamak için harekete geçmeye hazır olduklarını Kıbrıs Hükümetine bildirdiler. Ertesi günü de bir “Barış Gücü” kuruldu. 30 Aralık 1963 günü de Lefkoşa’da Türklerle Rumlar arasında silahtan arındırılmış tarafsız bir bölge oluşturuldu. Bununla Lefkoşa, Türk ve Rum bölgeleri olmak üzere ikiye ayrıldı. Lefkoşa’yı iki bölgeye ayıran ateşkes hattı, İngiliz Yüksek Temsilcisi Tümgeneral Peter YONG tarafından haritaya yeşil bir kalemle işaretlendi. Bundan dolayı da bu hat “Yeşil Hat” adıyla anılır oldu.[33] Ateşkes anlaşmasından sonra dahi, Türkler tarafından boşaltılan evler, silahlı Rumlarca yağmalandı ve ateşe verildi.[34]
Türk ve Rum toplumları arasında ateşkesin kabul edilmesi, Lefkoşa’yı iki bölgeye ayıran “Yeşil Hat” üzerinde bir antlaşmaya varılmasına karşılık Makarios; Türkiye’nin Kıbrıs’ın içişlerine karıştığını öne sürerek Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine başvurdu. Diğer yandan İngiltere’nin önerisiyle, 15 Ocak 1964’te, Londra’da ilgili üç devlet ile iki toplumun temsilcilerinin katıldığı bir beşli konferans toplandı. Görüş ayrılıkları ve Makarios’un her konudaki uzlaşmaz tutumu nedeni ile konferans bir sonuca varamadan 31 Ocak 1964’te dağıldı.[35]
Garantör üç devlet ile toplumlar arasında bir antlaşma sağlanamayınca tarafların isteği üzerine Kıbrıs sorunu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi önüne götürüldü. BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs konusunda 4 Mart 1964’te kabul ettiği 186 sayılı karara göre:
“İlgili devletler ve toplumlar egemen Kıbrıs Cumhuriyetindeki durumun kötüleşmesine yola açabilecek, uyuşmazlığı daha şiddetlendirecek hareketlerden kaçınacaklar. Kıbrıs Hükümeti, Ada’da şiddet hareketlerini durdurmak için gerekli her türlü önlemi alacak. Kıbrıs’ta bir Barış Gücü kurulacak, uyuşmazlığın barışçı yollardan çözümlenmesini sağlamak için bir arabulucu görevlendirilecektir.”
BM Güvenlik Konseyi’nin bu kararında, Kıbrıs’ta barışın sağlanması istenirken “Kıbrıs Hükümeti’nden önlemler alınması isteniyordu. İşte karardaki bu “Kıbrıs Hükümeti” deyimi, yasadışı Rum yönetiminin diğer devletlerce “yasal Kıbrıs Hükümeti” olarak tanınmasını sağladı.[36] Bu tanınma, başta Rum-Yunan tarafı olmak üzere bütün emperyalist devletlerin de işine gelmiş, uluslararası alanda Türk halkı yok kabul edilerek, Ada’da Rum yönetiminin tek temsilci haline gelmesinin yolu açılmıştır. Karar sonucunda, Türk halkı, Kıbrıs’ta siyasi ve ekonomik bir güç olmaktan çıkmış, yıllarca bilinçli ve planlı bir ambargo ile karşı karşıya kalmıştır. Bu dışlanmışlık halen devam etmektedir.
Avrupa Birliğinin, yıllar sonra Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine Semerkant Deklarasyonu ile dayattığı karar (BMGK’nin 186 sayılı kararı) işte bu karardır.
Karardan amaç, Türkiye’nin askerî açıdan müdahalesini önlemek ve uzun vadede Türk nüfusun Ada’dan göç ettirilmesini sağlayarak Rumların lehine demografik yapının değiştirilmesi ve nihayetinde enosisin gerçekleştirilmesini sağlamaktır. Hedef; Mora’da, Girit’te, Ege Adalarında ve Batı Trakya’da olduğu gibi Kıbrıs’ta da Türk toplumunu eritmek, yok etmektir.
Bu hedefe yönelik olarak 15 Temmuz 1974 günü, Yunanistan hükümetinin koordinesi ve desteği ile adada Yunanistan Silahlı Kuvvetleri’ne bağlı subaylar ve EOKA-B, Nikos SAMPSON liderliğinde bir darbe yaparak Makarios’u devirmişler, “Kıbrıs Elen Cumhuriyeti’ni ilan ederek enosisin yolunu açmayı planlamışlardır. Bu sürece Kıbrıs Barış Harekâtı ile son verilmiştir.
20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtına kadar olan dönem içinde, Türklere olan saldırılar artarak devam etmiş, Türkler çok kötü şartlarda yaşamaya mahkûm edilmiş, sorunun çözümüne yönelik yapılan görüşmelerden Rum-Yunan tarafının enosis hedefi doğrultusundaki istek ve beklentileri nedeniyle bir netice elde edilememiştir.
Sonuç olarak, Kıbrıs Türklerinin 1960-1974 yılları arasında yaşadıkları bizlere şunları göstermektedir:
- Yunan- Rum tarafı emperyalist devletlerin destekleriyle elde ettikleri inisiyatifi de kullanarak enosis hedeflerinden asla vazgeçmeyecektir. Kıbrıs’ta bir çözüme ulaşılamaması ve görüşmelerin uzun süredir devam etmesinin esas nedeni budur. Kıbrıs sorunu demek “Ada’nın Yunanistan’a ilhakı” demektir. Bu nedenle, Rum tarafında EOKA’nın devamı niteliğinde özellikle son zamanlarda yeni terör örgütleri kurularak faaliyete başlamıştır.
- Yunan-Rum’un esas hedeflerinden biri de Kıbrıs Türklerini Ada’da çeşitli yollarla azınlık konumuna düşürmektir. Ada’da Türk varlığı istenmemektedir. Muhtemel bir anlaşmada bunu amaçlamaktadır.
- Kıbrıs Türklerinin Ada’da varlığını devam ettirebilmesi için eşitliği ve egemenliği ile Türkiye’nin Ada’da asker bulundurması, garantörlüğünün sürekliliği büyük önem arz etmektedir.
1963 yılında ve sonrasında, Yunan-Rum katliamlarına karşı Kıbrıs Türklerinin verdiği büyük milli mücadele ile Türkiye’nin uluslararası arenada yürüttüğü siyasi baskı ve askeri alanda uygulamaya koyduğu caydırıcı tedbirler ve Barış Harekâtı sayesinde, bugün Kıbrıs’ta bir Türk varlığından söz etmemiz mümkün olabilmektedir. Caydırıcı tedbirler alınmasa ve mücadele yürütülmeseydi, Filistin’de, Gazze’de yaşanılan katliam ve soykırımın bir benzeri çok daha önce Kıbrıs’ta Türklere uygulanacaktı.
Şu gerçeği göz ardı etmeyelim; Türkiye, milli güç unsurlarında zafiyet yaşadığında, milli hak ve menfaatlerinden ödün vermek durumunda kalmıştır; tarih bunu göstermektedir. Türkiye, bu nedenle başta siyasi, ekonomik ve askeri güç unsurları olmak üzere bütün milli güç alanlarında daima güçlü, etkin ve caydırıcı olmak zorundadır.
Doğu Akdeniz’deki hak ve menfaatlerimizin bir gereği ve Kıbrıslı Türklerin Ada’daki varlığının devamlılığı açısından; Türkiye ve KKTC’de sorumlu makamlarda bulunanların (iktidar ve muhalefeti ile) her türlü siyasi düşünce ve hesaplarını bir tarafa bırakarak “Kıbrıs milli davası” etrafında birleşmesi bugün çok daha büyük önem arz etmektedir.
Notlar:
[1] Rifat Uçarol, Siyasi Tarih, İkinci Cilt, Der Yay., 11. Basım, İstanbul 2019, s. 472-474
[2] Kıbrıs Bozkurt Gazetesi, 17 Ağustos 1960
[3] Şükrü S. Gürel, Kıbrıs Tarihi-II, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1984 s. 158
[4] Şükrü S. Gürel, a.g.e, s. 159
[5] Şükrü S. Gürel, a.g.e, s. 163
[6] Kıbrıs Bozkurt Gazetesi, 17 Ağustos 1960
[7] Oğuz Kalelioğlu, a.g.e. s. 212; Nihat Erim, Bildiğim ve Gördüğüm Ölçüler İçinde Kıbrıs, Ajans-Türk Matbaacılık Sanayi, Ankara, s. 102
[8] KTBK, Sebep ve Sonuçlarıyla 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, Girne, 1996, s. 74-75
[9] Şükrü S. Gürel, a.g.e s. 162
[10] Nikos Sampson’un Anıları, Kıbrıs Türk Federe Devleti Enformasyon Dairesi Yayını, Şubat 1983, s. 39
[11] Vehbi Zeki Serter, a.g.e, s. 121-122
[12] Vehbi Zeki Serter, a.g.e, s. 124
[13] 15 Ocak 1950 tarihinde, Kıbrıs Rumları tarafından yapılan sahte Plebisit Hareketi kastedilmektedir.
[14] Vehbi Zeki Serter, a.g.e, s. 125
[15] Vehbi Zeki Serter, a.g.e, s. 127-128
[16] Vehbi Zeki Serter, a.g.e, s. 129
[17] Vehbi Zeki Serter, a.g.e, s. 143
[18] Tezekkür etmek: Yeniden müzakere etmek.
[19] Nikos Sampson’un Anıları, a.g.e, s. 204
[20] Kıbrıs Akın Gazetesi, 2 Aralık 1963
[21] Kıbrıs Akın Gazetesi, 4 Aralık 1963
[22] Kıbrıs Nacak Gazetesi, 13 Aralık 1963
[23] Kıbrıs Nacak Gazetesi, 20 Aralık 1963
[24] Oğuz Kalelioğlu, a.g.e. s. 217-218
[25] Vehbi Zeki Serter, a.g.e, s. 500
[26] Ulvi Keser, Elbet Bir Bün Gelecekler, Zeka Çorba, Comment Grafik, Lefkoşa, 2020, s. 299
[27] Turgay Bülent Göktürk, Türkiye’nin 1974 Öncesi Kıbrıs Politikası Vizyonu ve Uygulamaları, Güneş Yayıncılık, Gazimağusa, 2014, s. 181; Ahmet C. Gazioğlu, Kıbrıs’ta Cumhuriyet Yılları ve Ortaklığın Sonu 1960-1964, Ankara, 2003, s. 160-161
[28] Rauf R. Denktaş, Koloni İdaresinde Kıbrıs Türkleri, Akdeniz Haber Ajansı Yayınları, s.131-132
[29] Nazım Güvenç, Kıbrıs Sorunu Yunanistan ve Türkiye, Çağdaş Politika Yayınları, İstanbul, 1984, s. 150
[30] Ahmet Zeki Bulunç, Kıbrıs Türkünün Varoluş Mücadelesi ve Kumsal Baskını, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı, Ankara, 2020, s. 42
[31] Ata Atun Arşivi (http://www.ataatun.org/ortega-report)
[32] Ahmet Zeki Bulunç, a.g.e, s. 60-63; https://www.atam.gov.tr/wp-content/uploads/TBP.-BNB.-N%c4%b0HAT-%c4%b0LHAN-VE-%c5%9eEH%c4%b0T-A%c4%b0LES%c4%b0-ANISINA-KIBRIS-T%c3%9cRK%c3%9cN%c3%9cN-VAROLU%c5%9e-M%c3%9cCADELES%c4%b0-VE-KUMSAL-BASKINI.pdf (E.T. 16.12.2020)
[33] Rifat Uçarol, a.g.e, s. 477; Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, Ankara, 1984, s. 786
[34] Harry Scott Gibbons, Kıbrıs’ta Soykırım, Near East Publishing, Lefkoşa, 2003, s. 70
[35] Rifat Uçarol, a.g.e, s. 477
[36] Rifat Uçarol, a.g.e, s. 477-478
- İSRAİL İRAN’A SALDIRMADAN ÖNCE STRATEJİK SEVİYEDE YAPILAN HAZIRLIKLAR VE GELİŞMELER - 19 Haziran 2025
- EMPERYALİZMİN GERÇEK YÜZÜ VE GEÇMİŞTEN BUGÜNE KIBRIS’TA YAŞANILANLAR (3) - 13 Haziran 2025
- EMPERYALİZMİN GERÇEK YÜZÜ VE GEÇMİŞTEN BUGÜNE KIBRIS’TA YAŞANILANLAR (2) - 30 Mayıs 2025
- EMPERYALİZMİN GERÇEK YÜZÜ VE GEÇMİŞTEN BUGÜNE KIBRIS’TA YAŞANILANLAR (1) - 17 Mayıs 2025