Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

E.Yarbay Dr.Felix Guse, Almanya’da doğmuştur. 23 Nisan 1914 tarihinde yarbaylığa terfi etmiş ve aynı tarihte Osmanlı Ordusu’na katılarak 3’üncü Ordu Kurmay Başkanlığı’na atanmıştır. 22 Aralık 1914 tarihinde 3’üncü Ordu Kurmay Başkan Yardımcılığı’na getirilmiştir. Ancak Hafız Hakkı Paşa, Guse’yi görevden azlederek yerine Kara Vasıf’ı getirmiştir. 19 Temmuz 1917 tarihinde Kafkas Ordusu Grubu Kurmay Başkanlığı’na atanmıştır. 1 Ocak 1918’te Kafkas Ordu Grubu’nun lağvı üzerine Genel Karargâh emrine tayin edilmiştir.

1 Kasım 1918’de Türkiye’den ayrılmıştır.*

Felix Guse’nin 1940 yılında basılan “Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi’ndeki Muharebeler(Die Kaukasusfront im Weltkrieg: Bis zum Frieden von Brest, Leipzig, 1940) adlı bir kitabı bulunmaktadır. Bu kitap Genelkurmay ATASE Daire Başkanlığı tarafından yayınlanmıştır.

Guse’nin, 1925 yılında “Wissen und Wehr” Dergisi’nin 10’uncu sayısında yayınlanan “Der Armenieraufstand 1915 und seine Folgen” (1915 Ermeni Ayaklanması ve Sonuçları) adlı bir de makalesi bulunmaktadır.

Aşağıda bu makalenin tarafımdan yapılan çevrisini sunuyorum.

1915 Ermeni Ayaklanması ve Sonuçları

“Dünya Savaşı sırasında çok gürültü koparan Ermeni Meselesi hakkında insanlara çok yanlış bilgiler verilmektedir. Aşağıdaki çalışma öncelikle kişisel yaşanmışlıklara dayanmaktadır. Ben savaşın başlamasından Brest Barış Görüşmeleri’ne kadar 3,5 yıl Kafkas Cephesi’nde Kurmay Başkanı olarak görev yaptım. Bu görevim ülkeyi ve insanlarını iyice tanımama ve iç olaylar hakkında derin bir bakışa sahip olmama imkan veriyordu. Bunun dışında, son yıllarda konuyu tartışan çok sayıda eseri tanıma imkanım oldu. Bunlardan bazıları dikkate değerdi. (Bunlardan sınırlı sayıda alıntılar yaptım)

Sadece Ermeniler‘in oturduğu Ermenistan diye bir ülke mevcut değildir. Ermeniler Dünya Savaşı‘ndan önce tüm Anadolu’da, çoğunlukla da diğer halklarla -özellikle Türkler ve Kürtler ile- karışık olarak Doğu bölgelerinde yaşıyorlardı. Bu nedenle bir gezgin, “Her yerde Ermeniler ile karşılaşılırdı ama insan kendini Ermenistan’da hissetmezdi“ demişti. Ermeniler iyi çiftçi ve sanatkardırlar, ama kurnaz tüccardırlar.Türkler’den daha faaldirler; onları bu nedenle Türkiye’nin ana kültür unsuru olarak göstermek yanlıştır. Bir Rus ise, tam tersine, onları “açgözlü kültürsüz“ insanlar olarak tanımlamakta ve şöyle demektedir: “Ermeni gerçi insandır ama evinde dört ayak üzerinde sürünür.“

Kürtler Ermeniler’in ezeli düşmanıdırlar. Çobanlık ve eşkiyalık yaparlar. Çoğu zaman çiftçilere karşı vurgunculuk yapan tüccarların tam tersidirler. Dıştan bakılınca Kürt kahraman, Ermeni dindar rolü oynar. Kendini güçlü hissettiğinde Ermeni de vahşilik yapar.

Bunun tam tersi, eskiden Ermeniler’in Türkler’le ilişkileri iyi idi. I.Napolyon zamanında İran’da bulunan Fransız Askeri Misyonu, Ermeniler’in Türk Hükümeti’nin kendilerine imtiyazlı davranmasından hoşnut olduklarını bildiriyordu. İki halk arasındaki düşmanlığın farklı dinlere mensup olmalarından kaynaklandığı söylemek çok yanlıştır. Düşmanlık tamamen İngilizler ve Ruslar tarafından yaratılan milli bir meseleydi. Bu ülkeler devamlı olarak Türkiye’nin iç işlerine karışmak için bir vesile bulmak peşindeydiler.

1878 tarihli San Stefano (Yeşilköy) Anlaşması’nın bir maddesi buna imkan tanıyordu. Buna göre Türkler’in Ermeniler’in yaşadığı bölgelerde reform yapması öngörülüyordu.  Bu esnek bir madde idi.  Aynı zamanda bu tür reformlardan ne anlamak gerektiği maksatlı yorumlara açıktı. Ermeniler‘in yaşadıkları bölgelerden ne kast edildiği de şüpheliydi, çünkü Ermeniler, az veya çok, Anadolu’nun hemen her bölgesinde yaşıyorlardı. Ermeniler bu tür vaatlerle Türkler‘e düşman ve onlara muhalif oldular. Hoşnutsuzlukları istismar edilerek Ruslar ve İngilizler tarafından sistematik olarak kışkırtıldılar. Abdülhamit dönemindeki kötü yönetim Türkler tarafından da inkar edilmiyordu. Ancak sürekli kışkırtmalar daha sonraki Türk Hükümeti’nin aldığı düzeltici tedbirleri etkisiz kılıyordu.

Ermeniler arasında siyasi olarak baş rolü Taşnaksütyun Partisi oynuyordu. Bu parti aslında Türk İmparatorluğu’ndan ayrılmak için değil, özgürlük için çalışıyordu. Ayrılmak başlangıçtan itibaren radikal Hınçaklar‘ın hedefi idi. 1893 yılında bir Amerikan gazetesinde Cyrus Hamlin tarafından kaleme alınan haberde şöyle deniliyordu: “Hınçak Komitesi tüm İmparatorluk sathında teşkilatlanmıştır. Birçok Türk‘ü ve Kürd‘ü öldürmek, köylerini ateşe vermek ve sonra  dağlara kaçmak fırsatını kollamaktadır. Böylece Türkler’in ayaklanması, Ermeniler‘e saldırmaları ve onları gaddarca katletmeleri, arkasından yabancı bir büyük devletin insanlık ve Hıristiyan medeniyeti adına ülkeyi işgal etmesi sağlanacaktır.“[1] Gerçek plan buydu.

Her iki halk arasında ortaya çıkan nefret duyguları 90’lı yıllarda Ermeni kıyımına neden oldu. Fransız Piyer Loti bu konuda Ermenileri suçluyor ve şöyle diyor:“ Türkler, Ermeniler‘in en sakin zamanlarda bile bozgunculuk yaparak ve fesat çıkararak Türkler’e hıyanet etmeyi bırakmayacaklarını biliyorlardı.”[2]

Bu olaylar devamlı gündeme getirilirken Rusya’daki Ermeniler’in Rus Devrimi’ne kadar daha iyi durumda olmadıkları unutuluyor. Bir Rus vali şöyle diyordu: “Bizim Ermenisiz Ermenistan’a ihtiyacımız var.“ Şu söz Ermeniler arasında çok yaygındı:Ruslar Türkler’den daha kötüdür.“ Fakat 1905’te Rusya’da sistem değişikliği oldu. Vali Prens Vorontsov Daşkov, Ermeni liderlerine her şeyi unuttukları ve kışkırtmalara son verdikleri taktirde el konulan tüm arazi ve taşınmaz malların geri verileceği, tüm kovuşturmalara ve eziyetlere son verileceği sözünü verdi. Ermeniler buna uydular. O zamandan beri Türkiye’deki Ermeniler de Rus dostu oldular.

Ermeniler Abdülhamit’e karşı yapılan ihtilale katıldılar. Jön Türkler ilk başta onlara karşı çok dostça davrandılar. Daha sonra bir Türk’ün yaptığı eleştiride şöyle deniyordu:“ Jön Türkler farklı dini cemaatlere ayrı milletlermiş gibi davranarak tekrar düzeltilmesi mümkün olmayan bir hata yaptılar.”[3] Türkiye barışa ulaşırsa belki bu birliktelikten sürekli bir barışma ortamı doğabilirdi. Talat Paşa Ermeni lider Pastırmacıyan’a üç kez bakanlık teklif etti, ancak o bunu hep reddetti. Ermeniler Meclis‘te temsil ediliyorlardı. Bir Rus şöyle diyordu: “Ermeni Halkı anayasanın yapılmasından sonra daha önce uğrunda çok kan dökülen haklarının çoğunu elde etti. Ancak halk kan dökülen bu yılları unutamıyor ve Türkleri affedemiyordu. Bu nedenle, Ermenilerin çoğu savaş başlar başlamaz ülkelerinin özgürlüğü için düşmanla savaşmak üzere Rus birliklerine katıldılar.”

Balkan Savaşı sırasında Ermeniler’in “ulusal gösterileri alışılmadık bir mahiyet aldı[4]; Hınçaklar 1913’te Köstence’de (Romanya) son derece hararetli cereyan eden bir kongre topladılar. Hınçaklar‘ın düşünce tarzları Taşnaksütyun Partisi içinde ağırlık kazanmaya başladı. Bunun Türk tarafında da yansımaları oldu. “Ermeniler arasında milliyetçi kışkırtmaların sürüp gitmesi ve Balkan Savaşı sırasında Türkiye çökmek üzere iken Türk olmayan unsurlar arasında yeniden ortaya çıkan vatana hıyanet düşüncesi bir dönüm noktası oldu. Bu da komite içindeki Türk milliyetçileri iktidarının zafer kazanmasını sağladı.”** (Büyükelçi von Kühlmann)

Bu sırada Türkiye İtilaf Devletleri tarafından Ermeniler için reform yapılması konusunda görüşmelere zorlandı. Cemal Paşa’nın haklı olarak dediği gibi, Ruslar’ın önerisi gerçekleşseydi Sivas dâhil tüm Doğu bölgesi birkaç yıl içinde Rus hakimiyetine geçmiş olacaktı. Balkan Savaşı’ndan sonra nihayet bir reform planı yapıldı. Buna göre, söz konusu bölgeler için iki Avrupalı müfettiş görevlendirilecekti. Ancak Dünya Savaşı’nın başlaması bu planın uygulanmasına imkân vermedi.

Savaş başladığında Türkler ile Ermeniler arasında büyük bir güvensizlik vardı. Ne bir Türk’le, ne bir Ermeni ile sakin sakin konuşmak mümkün değildi. Hemen arkasından şöyle deniyordu: “Siz bizim neler yaşadığımızı bilmiyorsunuz.” Ancak Ermeniler‘e günlük yaşamlarında hiçbir zaman zorluk çıkarılmadı. Örneğin, Mayıs 1914’te bir kışla inşaatı vesilesiyle Sivas’ta bulunurken Ermeni cemaatin isteklerinin derhal karşılandığına bizzat şahit oldum.

Ermeni Komitesi’nin faaliyetleri “Siranuş“ romanında[5] doğru olarak anlatılmaktadır. Türkler, Ermeniler’in çeteler kurarak ve halka dağıtılmak üzere silah kaçırarak ayaklanma için planlı hazırlıklar yaptıklarını gösteren birçok belge yayınladılar. Bu husus Ermeni lider Pastırmacıyan’ın kitabında teyid edilmektedir.[6]

Taşnaksütyun Partisi Ağustos 1914’te Erzurum’da bir kongre topladı. Kongre’ye katılan Türkler, Ermenilere kayıtsız şartsız Türk tarafında yer aldıkları taktirde özgürlük vaat ettiler. Ermeniler bu öneriyi reddettiler. Bu da bir ayaklanmanın planlanmış olduğunu gösteriyordu.

Daha seferberlik sırasında Ermenilerde Rus tüfekleri bulunmuştu. Türk Kafkas Ordusu Komutanlığı, Türkiye’deki Ermeniler ile Rus Ordusu Komutanlığı arasında bir anlaşma yapıldığını biliyordu. Ermeniler Rusların ileri harekâtı sırasında telgraf hatlarını tahrip etmek ve Türk birliklerinin geri bölgelerinde faaliyette bulunmak sözü veriyorlardı. Daha sonra tam da buna göre hareket ettiler.

Savaşın başlamasından sonra, Kasım 1914’te, önce bir ayaklanma olmadı, çünkü Rusların cephedeki askeri harekâtı başarı vaat eder görünmüyordu. Ama başlangıçtan itibaren Türklerle Ermeniler arasında sürtüşmeler vardı.

Ermeniler, birçok münferit olayın olduğunu, resmi makamların, memurların, bazı askerlerin ve yöredeki Türklerin saldırılarda bulunduklarını iddia ediyorlardı. Ancak benzer saldırılar sadece Ermenilerin başına gelmiyordu. Türkiye’de bir Avrupa Devleti’nde olduğu gibi sert disiplin yoktu. Bu türlü olaylarla ilgili şikayetler seferberlik sırasında Türk Halkı tarafından da dile getiriliyordu. Diğer taraftan, Türkler, Ermenilerin sık sık askerlik çağrılarına uymadıklarından ve silahlı olarak birliklerinden firar ettiklerinden şikayet ediyorlardı. Ancak Ermenilerden başka diğer halklar da bu suçları sık sık işliyorlardı. Örneğin, Bitlis’te yaşandığı gibi, Ermeniler‘in çoğu zaman askere almaya gelenlere fiilen karşı koymaları, Jandarmalara saldırmaları ve öldürmeleri bunlardan daha ciddi bir sorundu. Ermenilerin çeşitli yerlerde İtilaf Devletleri’nin başarılarından duydukları sevinci dikkatsizce açığa vurmaları önemliydi. Hatta Erzincan’da İtilaf Devletleri’nin zaferi için kiliselerde dua edildiği bildiriliyordu. Zamanla Ermenilerin Türk Halkı’na karşı baş kaldırmalarında artış oldu. Örneğin, Erzincan’dan Ermeni asker kaçaklarının Türk kadınlarını tehdit ettikleri bilgisi geliyordu. Kemah Piskoposu da şiddet uygulamakla suçlanıyordu. Diyarbakır’da kendilerini “Muhafız Taburu“ olarak adlandıran bir soygun çetesi kurulduğu haberi geliyordu. Türklerin düşüncesine göre bu olayların arkasında memleketlerinde tehdit altında bulunan ailelerini korumak için cephedeki Türk askerlerini birliklerinden firar etmeye teşvik etmek yatıyordu. Bu çok inandırıcıydı. Bir askerin ailesini başka yere götürmesi gerektiğini söyleyerek devamlı izin alması Türklere özgü bir özellikti. Yanında bir koruyucusu olmadan bir ailenin seyahat etmesi mümkün değildi. Askerin izin alamaması durumunda gergin savaş ortamında dahi firara kalkışması beklenen bir şeydi.

Aşağıda anlatacağım olay çok vahimdi: Savaş’ın hemen başında, Kasım 1914’te, Ruslar Bayazıt çevresini işgal etmişlerdi. Bu fırsattan istifade edilerek birçok yerleşim bölgesinde Türkler vahşice katledildiler. Bu, insanlığa son derece aykırı ilk olaydı ve tamamen veya kısmen Ruslarla birlikte bulunan gönüllü Ermeni çeteleri tarafından gerçekleştirilmişti. Pastırmacıyan da bu birliklerle beraberdi. Bu durum, herhangi bir olay hakkında isabetli yargıda bulunmanın ne kadar zor olduğunu gösteriyordu. Türkler Ruslar‘la birlikte bulunan Ermeni gönüllülerini genel olarak Türk İmparatorluğu’na hıyanet eden kişiler olarak görüyordu. Ancak Ermeniler Rusya’da da yaşıyorlardı, Ruslarla birlikte savaşarak, doğal olarak, tebaa olmanın gereğini yerine getiriyorlardı. Bu vahşetin Rusya’da veya Türkiye’de yaşayan Ermeniler tarafından yapılıp yapılmadığını tespit etmek mümkün değildir. Lepsius’un arzu ettiği gibi, bütün vahşiliklerden Rusya Ermenilerini sorumlu tutmak haksızlık olur. Bu işi üzücü hatıraları nedeniyle belki ikisi birlikte yapmışlardı.

Savaşın gidişatı 1915’te Türkler‘in aleyhine döndü. Ermenilerin, Türklere karşı hareketleri giderek arttı ve 20 Nisan 1915’te Van’da apaçık isyan başladı.

Bu isyanla birlikte büyük Rus Taarruzu başladı. Ruslar Erzurum’un kuzeydoğusundaki dağlık bölgede üstün kuvvetlerle Türk Ordusu’na taarruz ettiler. Bu sırada 18 Mayıs’ta ulaştıkları Van’a da saldırdılar. Akabinde Batı istikametinde taarruzlarına devam etiler.

Genel durum değerlendirilince, bu isyanın, Ermenilerin anlattıkları gibi, birkaç kişinin tutuklanması nedeniyle ani gelişen bir öfke patlaması olmadığı, aksine hazırlıkları önceden yapılmış bir eylem olduğu görülüyor. Bu, Pastırmacıyan’nın kendi açıklamaları ile de teyit ediliyor: “Uygar halklar silaha sarıldıklarında sadece üç küçük halk grubu ilk günden itibaren İtilaf Devletleri safında savaşmak cesareti gösterdi; Sırplar, Belçikalılar ve Ermeniler.” Ayrıca, “Türk Hükümeti’nin Ermenileri düşmanca niyetlerini gerçekleştirmeden önce silahsızlandırmak için aldığı tüm tedbirlere rağmen, Ermeniler, Ermenistan’ın dört köşesinde başarısız, ama düşmanlarının kılıcına karşı ciddi ayaklanmalar örgütlemek için gereken araçları buldular. Bu suretle 1915 Yazı’nda beş Türk Tümeni ve 10.000 Kürt meşgul edilerek Kafkas Cephesi’ndeki muharebelere katılmaları önlenmiş oldu.”. Ermeniler, Van’daki silahlı güçlerinin sayısını 10.000 olarak veriyorlar. Nüfusu 40-50.000 olan ve bunun ancak yarısı kadar Ermeni’nin bulunduğu bir kentte özel bir hazırlık yapılmadan böyle bir gücü oluşturmak inandırıcı gelmiyor.

Ermeni Ayaklanmasının ciddiyeti ve boyutu yeterince anlaşılmadı ve gereği gibi değerlendirilemedi. Bunun nedeni belki Van bölgesinde çarpışan Alman’ın olmamasıydı. Türk Kafkas Ordusu’nda bulunan az sayıda Alman’ın içinde de benden başka genel durumu değerlendirecek ve Ermeni Ayaklanması’nın Türkleri ne denli zora soktuğunu görecek görevde Alman yoktu.

Doğu’daki halk, birlikler geri çekilirken onlarla birlikte geri bölgelere kaçarlar. Çünkü kazanan tarafın bütün hıncını savunmasız insanlardan alacağını bilirler. Bayazıt’taki vahşet nedeniyle şimdi buradaki Türk Halkı da geri bölgelere gitmeye başladı. Sayıları kısa sürede yüzbinleri buldu. Geride kalanlar Rusların ve Ermenilerin kötü muamelelerine maruz kaldılar ve katledildiler.

Ayaklanma yayıldı ve Ruslarla yapılan yukarıda sözünü ettiğim anlaşmaya uygun olarak gerçekleşti. Devamlı olarak telgraf hatlarını tahrip eden Ermenilere rastlanıyordu. Neden yaptıkları sorulduğunda Ruslar tarafından kışkırtıldıklarını söylüyorlardı. Ermeniler, Rusların taarruz edeceklerinin tahmin edildiği yerlerde cephe gerisindeki köylerde ayaklanıyorlardı.

Mayıs ve Haziran aylarında Erzurum’un kuzeydoğusundaki Türk Kafkas Ordusu’nda ciddi bir kritik durum meydana geldi. Ordu, takviye birliği bekleyecek durumda değildi, çünkü İmparatorluğun elinde ne varsa çok daha önemli Çanakkale Cephesi’ne gönderilmişti. O nedenle Ermenilerin çıkardığı karışıklıklar korkunç bir tehlike haline gelmişti. Bu zor durum karşısında cepheye Jandarma birlikleri gönderilmişti. Şimdi Ordu’nun geri bölgesinde birkaç acemi eğitim merkezinden başka hiçbir şey kalmamıştı. Bu birlikler ise böyle genel bir ayaklanmaya karşı çok yetersizdi. Türk birliklerinin güçlü olduğu yerlerdeki Ermeniler sadakat gösterecekleri güvencesi veriyorlar, Rus Taarruzu’nun beklendiği yerlerde ise cephe gerisindeki köylerde silahlar patlamaya başlıyordu.

Bu durum karşısında ne yapılması gerekiyordu?

Karşılaşılan her durumda, Ermenilerin kritik anlarda düşmanlıklarından vazgeçecek asaleti gösterip göstermeyecekleri mi beklenmeliydi? Bu, savaşan bir ordudan çok şey isteniyor anlamına gelirdi. Türk Hükümeti’nin buna bulduğu cevap şuydu: “Ülkedeki Ermeniler tahliye edilecek“. Buna karşı çıkılabilir ama Türklerin kendilerini korumak için başka bir çözüm yolu bulmaları mümkün değildi. Cemal Paşa kendisiyle yapılan bir görüşmede şöyle diyordu: “Türkiye’nin durumu, her tarafından saldırıya uğrayan ve hayatını tehlikede gördüğü anda olmadık vasıtaları kullanmak zorunda kalan bir adama benziyordu.“

Ermeniler bu sırada Anadolu’nun her tarafında yaşıyorlardı. Tehcir nerelere kadar genişletilmeli ve Ermeniler nereye gönderilmeliydi? Ermenilerin çıkardığı karışıklıklar gerçekte tüm Anadolu’da devam ediyordu. Bitlis’te karışıklık vardı, Kayseri’de bombalar ele geçirildi, Zeytun’da ve Halep’te çatışma çıkmıştı. Çok ılımlı bir insan olan Cemal Paşa bunların gerçek ayaklanmalar olduğunu doğruluyordu. Zeytun‘daki olaylar hakkında Alman Büyükelçisi benzer şeyleri söylüyor ve Ermenileri açıkça kışkırtıcı olarak nitelendiriyordu. Halep’teki Alman Konsolosu‘nun bir raporunda Urfa hakkında benzer ifadeler yer alıyordu. İstanbul’da bir komplo ortaya çıkarılmıştı. İtilaf Devletleri Donanması Çanakkale Boğazı önlerinde duruyordu. İskenderun Körfezi’ne bir çıkarma yapılması olasılığı daima göz önünde bulundurulmalıydı. Sonuç olarak her yer tehlike altındaydı. Türk Hükümeti bu zor durumda mümkün olduğu ölçüde köklü tedbirler almak durumundaydı: Ermenileri tüm Anadolu’dan göç ettirerek Mezopotamya’ya nakletmek istedi.

Bu yer değiştirme sırasında savaş da devam ediyordu. Ama bu kez başarı kazanan taraf Türkler idi. Haziran ortalarında Ruslar, Erzurum’un kuzeydoğusundan geri püskürtüldüler. Ancak Van’dan ilerlemeye devam ettiler. Temmuz ayı başında Muş’un 30 Km. kadar kuzeydoğusundaki mevzilerde çarpışmalar cereyan etti. Bu durumda Muş’taki Ermeni Halkı ayaklandı. İsyan 10 ve 11 Temmuz günlerinde bastırıldı. Düşman propagandası bu diz çöktürmeye büyük önem verdi. Orada Alman askeri bulunmamasına rağmen bu konuda Almanlar da suçlandı. Şebinkarahisar’da da aynı şekilde çok tehlikeli bir isyan başladı. Eski hisar 12 Haziran’dan 3Temmuz’a kadar kuşatıldı. Ermeni kaynaklarına göre Ermenilerin burada 5000 kişilik bir gücü vardı. Sonunda isyancılar kuşatmayı yararak çeşitli istikametlere dağıldılar. Kendi ifadelerine göre, kendileriyle gelemeyen 3000 kadın ve çocuğu zehirlemişler, geride kalanlar ise elde zehir kalmayınca bir şekilde intihar etmişler. Daha sonra orada kadın ve çocuk cesedi kalıntıları bulan Avrupalılar doğal olarak bunların Türkler tarafından öldürüldükleri sonucunu çıkardılar. Bu örnek sonuç çıkarırken çok dikkatli olmak gerektiğini göstermektedir. Çünkü sonuç çıkarmak için kanıt gereklidir.

Böylelikle Ermeni ayaklanması bastırılmış sayılabilirdi. Eş zamanlı olarak Ermeni Halkı’nın yer değiştirmesi de sürdüğünden yeni bir isyan çıkması önlenmiş oldu..

Ağustos ayında Van’da bulunan Ruslar bir kez daha şimdilik sınırın ötesine geri püskürtülmüşlerdi. Türklerin bu ilerleyişleri Van bölgesindeki Ermenileri çok korkuttu. Bu nedenle Ruslarla birlikte geriye göç etmeye başladılar. Göç edenlerin sayısı 400.000 olarak veriliyor.

1915’te cereyan eden olaylar bunlardır. Şimdi de yer değiştirme üzerine birkaç şey söylemek isterim. Bu, Doğu’da öyle olağanüstü bir hadise değildir. Moltke, bir birlik bir yerleşim yerini kuşattığında yöre halkının orayı terk etmek zorunda olduğunu anlatır. Dünya Savaşı’nda da çoğu kez askeri harekât bölgesinin bazı kesimleri herhangi bir politik düşünce gözetilmeksizin boşaltılıyordu.

Bu zorunlu yer değiştirme Ermeniler için elbette çok sıkıntılar yaratmıştır. Asyalıların yaşadığı bu sıkıntılar Avrupalılarınkilere pek benzemiyordu. Oradaki halkın elinde çok az araç-gereç vardı. Bölge ağaç ve odun bakımından fakir olduğu için, az sayıdaki zengin kentlinin dışında, Asyalının mobilyası yoktu. Örneğin, Doğuluların karyolası yoktur; gece bir yastık ve yorgan ile yer yatağı yapılır. Hububat, para ve yastık-yorgan aceleyle bir kağnıya veya hayvana yüklenir ve hemen göç başlar. Çoğunun yanlarında çadırı vardır. Yolda hayvanlar otlamak için gelişigüzel tarlalara salınır ama sonra kimse bir şey bulamaz. Yer değiştirme yağışsız yaz mevsiminde yapıldığı için halk yolda aslında çok fazla sıkıntı çekmezdi. Nüfus yoğunluğunun az olduğu bölgede onlara ekip biçecekleri arazi de verilecekti. Kerpiç evler de kısa sürede inşa edilebilirdi. Ancak alınan tedbirlerin alışılmamış ve düşündürücü olan tarafı, boyutunun çok büyük olması idi. Avrupalının anlayışına uygun bir yardım ve bakım hizmeti vermek için devlet kurumları da memurların yetenekleri de yeterli değildi. Birçok insanın yolda bu nedenle telef olduğuna şüphe yoktur. Ama şimdi dünyada Ermenilere karşı vahşet ve toplu kıyımlar yapıldığı şikayetleri yankılanıyor. Ancak bütün bunları genelleme yapmadan ihtiyatla karşılamak gerekir. Ermeniler’in verdikleri haberler çoğu kez propagandaya yöneliktir. Devamlı aynı şeyleri tekrar ederek olayları abartırlar. Ermenilerin her söylediğini ciddiye almak, Türklerin söylediklerine ise inanmamak söz konusu olamaz. Bizzat yaşananlar ile başkasından duyulanları ayırt etmek gerekir. Buna çoğu zaman dikkat edilmiyor. Örneğin, Trabzon’da cereyan eden olaylar hakkında daha önce Trabzon’da bulunmamış bir kişinin verdiği haberler orada yaşayan bir kişinin verdiği haberlerden daha vahimdi. İşin ilginç yanı, araştırma yapanın vahşet haberlerini toplarken bizzat görmeden bazı şeyler keşfetmek istemesidir. Bu durumda tarafsızlıktan söz edilemez.

Olmaması gereken birçok olayın meydana geldiğini Türkler de inkar etmemektedir. Bu nedenle birçok kişi cezalandırılmıştır. Bu arada kötü niyetli memurlardan da söz edilmiştir. Ama diğer taraftan, Alman Konsoloslarının verdikleri birçok raporda Erzurum Valisi gibi birçok valinin ellerinden gelen yardımı yaptıkları ve bakım hizmetlerini düzenledikleri özellikle vurgulanmaktadır. Ayrıca şu da var; birçok makam sahibi tarafından Ermenilerin yer değiştirmesine karşı tavır alınmıştır. Örneğin, von der Goltz, Liman (von Sanders), Cemal Paşa, İzmir Valisi ve diğer birçokları gibi. Bu şahsiyetler böyle davranmakla doğal olarak bölgelerindeki Ermenilerin huzursuzluk çıkarmamalarının sorumluluğunu da üstlenmiş oldular. Böyle bir sorumluluğu ancak çok yüksek makam sahibi kişilerin alabileceğine şaşmamak gerekir.

Şimdi ifade edeceğim hususlar Türkleri aklamaktadır: Daha önce söylediğim gibi, Jandarmayı Yurtiçi’ndeki görevlerinden alarak cephede kullanmak zorunluluğu doğmuştu. O günden beri Yurtiçi’ndeki makamların elinde güvenlik gücü olarak kullanabilecekleri bir kuvvet kalmamıştı. Özellikle Kürtlerinki olmak üzere eşkiyalık artmıştı. Benim düşünceme göre, işlenen suçların büyük kısmının sorumlusu Ermenilerin can düşmanı Kürtler idi.

Ermenilerin kökünün kurutulması için Türk Devleti’nin emir verdiği iddia ediliyor. Ancak bu konuda bir kanıt ortaya konulmuş değildir. Gerçi Talat Paşa’nın katillerinin yargılanması sırasında böyle bir takım emirler gösterilmişti, ancak bunlar Ermeniler tarafından hazırlanmış “Kopyalar” ve “Tercümeler” idi. Bunları kanıt olarak kabul etmek mümkün değildir.

Dr.Lepsius şöyle bir hesap yapıyor: Savaştan önce 1.8 milyon Ermeni vardı, bunun 1,4 milyonu yer değiştirmeye tabi tutuldu, 0,4 milyonu yerlerinde bırakıldı, 0,2 milyonu hayatını kaybetti.

Rusya’ya göç edenlerin sayısı 0,4 milyon ise 0,8 milyonun hayatını kaybetmiş olması gerekmektedir.

Bu sayıların çok abartılı olduğunu düşünüyorum. Öncelikle söz konusu bölgelerin savaştan önceki nüfuslarının olduğundan fazla gösterildiğine inanıyorum. Örneğin, Erzincan’ın nüfusu 40.000 olarak veriliyor. Oysa benim tahminim en fazla 20.000’dir. Ayrıca, yolda ortadan kaybolan tüm Ermeniler’in katledilmiş olduklarına inanmıyorum; bunların binlercesi bölgedeki ıssız yerlere kaçmışlardı. Türkiye‘nin elindeki kolluk gücü sadece çok sınırlı hallerde kaçanları takip etmeye yetiyordu. Halkın büyük kısmının, sıkça rastlandığı gibi, örneğin kentte sık rastlanan yangınlardan sonra iz bırakmadan ortadan kaybolması Doğu’da yaşayan Avrupalıları şaşırtan olaylardı.

Enver Paşa‘nın, bir görüşmede hayatını kaybeden Ermenilerin sayısını 300.000 olarak belirttiği söylenmektedir. Ben bu sayının Lepsius’un hesabına göre gerçeğe daha yakın olduğuna inanıyorum. Her ne olursa olsun, ölenlerin sayısı yüzbinleri bulmuşsa, olan biteni değerlendirmek için bu sayının birkaç yüzbin az veya çok olması önemli bir farkı yaratmaz; bu yine de dehşet vericidir. Ama Ermenilerin kökünün kurutulduğu ifadesi yanlıştır. Çünkü Dünya Savaşı sona erdiğinde hala güçlü bir Ermeni Halkı mevcuttu.

Meselenin doğru şekilde değerlendirilmesi için bundan sonraki gelişmelere de bakmak gerekmektedir. Rusların 1915/1916 Kışı’nda ve 1916 Yazı’nda başlattıkları ileri harekâtlar Türk Halkı’nı iki büyük göçe zorladı. Bunlardan ilki kötü kış şartlarında cereyan ettiği için tarifsiz sıkıntılar çekildi, binlerce insan hayatını kaybetti. Rusların işgal ettiği bölgelerden devamlı olarak Ermenilerin Türk Halkı’na uyguladıkları vahşet haberleri geliyordu. Bununla beraber, Ruslar duruma hakim oldukları müddetçe bu vahşet belli bir sınırda kalıyordu. Ancak Kerenski Hükümeti’nin düşürülmesinden sonra Rus birlikleri dağılınca meydan Ermeni çetelerine kaldı. Artık vahşetin dizginleri boşalmıştı. Büyük katliamlar yaşandı. Katledilenler sadece Türk bölgesindeki Türkler ve Kürtler değildi; Rus bölgesinde yaşayan Türklere karşı da katliamlar yapıldı. 1918 yılında Türkler tekrar taarruza geçtiler, kaybettikleri toprakları geri aldılar, Transkafkasya’yı işgal ettiler. Bu sefer Ermenilere karşı vahşet haberleri gelmeye başladı. Türklerin, Ermenilerin kendilerine uyguladıkları vahşeti tasvir etmesi ile Ermenilerin Türklerin işledikleri cinayetleri tasvir etmesi arasında fark var. Bununla ilgili olarak, Türklerin kendi kayıpları hakkında verdikleri sayılar şöyle: Kara Şemsi’ye göre, geriye göç edenlerin ve hayatını kaybedenlerin sayısı ½‘şer Milyon. Ahmed Rüstem, hayatını kaybeden Türklerin ve Kürtlerin toplam sayısının 1,5 Milyon olduğunu belirtiyor. Bu sayılar da abartılmış olabilir.

İtilaf Devletleri tüm Dünya Savaşı boyunca çok geniş kapsamlı ve yalan söylemekten çekinmeyen bir vahşet propagandası yürüttü. Ermeni meselesini kendi amaçları için maharetle istismar ettiler ve Almanya’yı da Ermeni kıyımının fikir babası olarak göstermeye çalıştılar. Aslına bakılırsa bu reddedilmesi gereken çok aptalca bir iddia. Almanların insanlardan boşaltılmış toprakları  sömürgeleştirmek için Ermeniler’in Mezopotamya’ya göç ettirilmesini istedikleri iddia edildi! Bunda şaşılacak bir şey yok, nihayet bu bir düşman propagandasıdır. Almanya’daki kamuoyunun bir bölümünün müttefiklerimizden yana değil, onların düşmanı olan Ermenilerden yana bir tutum içinde olmaları dikkat çekiyor. Bu durum, Merkez Devletleri’nin propaganda işine düşman ülkeleri kadar vakıf olmamalarından kaynaklanmaktadır. Almanya’da insanlar Türklerinkinden ziyade Ermenilerin çektiği acıları duymuşlardır. O nedenle, Cemal Paşa Almanya’da Türklerin çektiği sıkıntı ve acıların az paylaşılmasını acı bir dille eleştirmektedir: “Türkler çektikleri sıkıntı ve acılarını anlatacak Alman veya Amerikalı misyonerler bulmak konusunda şansız idiler.” Ermeniler on yıllardır böyle propagandalar yaptıkları için kendilerini acındırmayı çok iyi biliyorlardı. Piyer Loti bu faaliyetlerini bir fıkra ile anlatır. 1896 yılındaki kanlı olaylar sırasında Ermenileri korumaya çalışan Fransız Konsolos bir Ermeni tarafından vurulur. Konsolos Ermeni’yi sorguya çeker ve şöyle bir cevap alır: “Cinayet için Türklerin dava edileceğini biliyorum.“

Alman kamuoyunun düşünce oluşturmasında önemli yeri olan kişilerden biri de Dr. Lepsius idi.[7] Dr. Lepsius, daha sonra Dışişleri Bakanlığı’nın bu konu ile ilgili belgelerinin yayınlanması işini yönetmiştir. Bana göre, Dr.Lepsius’un konu ile ilgili olarak kafasında oluşturduğu resim yanlıştı. Kendi ifadelerine göre, bilgi ve belgeleri çoğu zaman İstanbul’da yaşayan Amerikalılardan almıştı. Bunlar tarafsız bilgiler değildi. Türklerin verdiği bilgilere göre, kışkırtmalarda rol oynayan Büyükelçileri ne Türkçe ne de Fransızca bilmiyordu, tercümanı diğer birçok tercüman gibi Ermeni idi.[8] Lepsius, Ermenilere Türklerden daha fazla inanıyor. Ermenilerin isyan ettiklerine inanmıyor, dahası kışkırtma suçlamalarına karşı İtilaf Devletleri’ni koruyor. Cemal Paşa’nın onu kindar bir tarafgirlikle suçlamasında, başka bir Türkün acı bir şekilde “Lepsius‘un Fransa’daki Alman esirlerinin karşılaştıkları kötü muameleye hiç ses çıkarmadığını“ söylemesinde şaşılacak bir şey yoktur.

Dışişleri Bakanlığı’nın yayınladığı belgelerden Alman Büyükelçisi’nin Ermeni Ayaklanması’nın ciddiyetini ve Türklerin 1915’te içinde bulundukları sıkıntılı durumu kavramadığı anlaşılmamaktadır. Ama işin püf noktası, Ermenilerin başlangıçtan itibaren vahşet yapmış olmalarıdır. Türk Ordusu’nun Alman Genelkurmay Başkanı’na*** sorulduğu taktirde o bu konuya açıklık getirebilir. Bu konuda bilgi ve belge boşluğu var. Bu makaleyi özellikle bu açığı kapatmak için yazdım.

Alman olmayanlardan yapılan birkaç alıntı durumu çok iyi aydınlatmaktadır: Bir Türk şöyle diyor: “Ermeniler rüzgar ektiler, ama fırtına biçeceklerini unuttular.”[9] Bir Rus albayı :“ Ermeniler din adına savaşırken öldükleri görüntüsünü vermekte hep başarılı oldular. Ruslar Ermenileri cimri, açgözlü ve asalak olarak tanıdılar. Türkler onlara çok başka şekilde zarar vermeliydiler.”[10] diyor. Piyer Loti’nin görüşü ilginç ve bir dereceye kadar doğru. Piyer Loti misafirperver Türklerin insani ve dost yanlısı özelliklerini vurguluyor ama İslam Dini doğrudan tehlike altında olduğunda körü körüne fanatizme kapıldıklarını söylüyor. İtilaf Devletleri’ni kışkırtma havarileri olarak suçluyor ve Ermeni katliamlarını esas olarak Kürtlerin yaptığını söylüyor. Gerçek bir Fransız olarak Almanları tüm olanların fikir babası olarak nitelendiriyor.

Bu son nokta üzerinde biraz daha durulmalıdır: Alman Hükümeti Türkiye’nin aldığı tedbirleri yumuşatmak için etkide bulunmaya çok çalıştı. Çok sayıda Alman da mümkün olan durumlarda acıları azaltmak için ellerinden geleni yaptı. Alman Hükümeti daha fazlasını yapacak durumda değildi. Çünkü Türkiye bu tür girişimleri, kendi açılarından pek haklı olarak, iç işlerine yersiz müdahale olarak görüp geri çeviriyordu. Tarafsız bir kişi özet olarak şu yargıda bulunabilir:

Ermeniler ayaklanmak suretiyle vahşi biçimde ve bizim anlayışımıza göre uluslararası hukuka aykırı olarak savaşı hemen başlattılar. Türkler de aynı şekilde karşılık verdiler; bu arada, Türklerin Lahey Sözleşmesi’ni onaylamamış olduklarını da söylemeliyiz.

Savaşta olsun barışta olsun, Doğu denilince Avrupalının gözünde daha önce hiç bilgisi olmayan bir sefalet görüntüsü canlanır. Vahşet hakkında anlatılanları derinlemesine incelemek isteyenler, acıma duygusu olan her insanda savaşan tarafların her birine karşı acıma hissi uyandıran çok sayıda yayın bulabilirler. Ancak bir kanaat sahip olmak için bu yayınlar okunurken münferit olaylar ele alınmamalı, olan bitenin bütünü göz önünde bulundurulmalıdır. Ermenilerin çektiği acılar büyüktü, ama suçsuz da değillerdi. Türkler onlardan daha az acı çekmediler.

Ermeni Sorunu Almanya’da iç politika malzemesi olarak da kullanıldı. Bu, bazı şeyleri açıklamaya yeter. Konuya önyargıyla, tarafgirlikle yaklaşanlar doğru yargıya varamazlar. Bu makale, konuyu ciddiyetle ele almak isteyenler için bugüne kadar yeterince bilinmeyen veya yeterince dikkate alınmayan bazı yayınlara dikkat çekmektedir. Müttefikimize düşmandan daha katı bir ölçüt uygulamamız doğru olmaz. Savaşta iki taraf aynı şekilde hareket etmişse ve bizim tavır almamız gerekiyorsa, kendi görüşlerimizi de ortaya koyarak, müttefikimizin yanında yer almalıyız. Başka şekilde düşünenler, kendilerine “Böyle insanlarla bir arada olunmaz“ denildiğinde şaşırmamalıdırlar.

     Çevirenin notları

    *Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi’ndeki Muharebeler: Gnkur.ATASE Yayını, s.2

  **İttihat ve Terakki Partisi kast ediliyor.

***General Bronsart von Schellendorf

[1] Cyrus Hamlin in “The Congregationalist” (Boston), Bratter’den alıntı, Die Armenische Frage. Berlin- Concordia 1915

[2] Pierre Loti, Les massacres d´Armenie. Paris 1918

[3] Ahmet Rustem Bey, La guerrre mondiale et la question Armenienne.

[4] Djemal Pascha, Erinnerungen. München 1922

[5] Nord, Ssyr-anusch. Deutsche Verlagsanstalt, Stuttgart und Berlin 1920

[6] Pasdermadjan, Why Armenia should be free. Boston 1918

[7] Lepsius, Der Todesweg des armenischen Volkes. Lepsius, Deutschland und Armenien 1914-1918: Tempel 1919

[8] Kara Schemsi, Turcs et Armeniens devant l`histoire. Genf 1919. Imprim.nationale

[9][9] Schekib Arslan, Das armenische Lügengewebe. Berliner Morgen-und Abendverlag 1921

[10] Ahmet Rüstem’den alıntı „Wissen und Wehr“ Aylık Dergi. 6.Yıl. (1925) 10.Sayı, s.609-621 Verlag von E.S. Mittler & Sohn in Berlin