Tarihsel Süreç
İçinde yaşadığımız Ortadoğu coğrafyası, tarih boyunca kargaşanın, kaosun ve güç mücadelelerinin eksik olmadığı bir alan olmuştur. Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık bu coğrafyadan çıkmış, bir taraftan dinsel ve mezhepsel çatışmalar, diğer taraftan devletlerin egemenlik mücadeleleri Ortadoğu’yu savaşın ve gözyaşının hâkim olduğu topraklar haline getirmiştir.
Kaynağı ister dinsel ister siyasal olsun gücü eline geçirmek isteyen her türlü aktör, karşı tarafı zayıflatmak maksadıyla terör örgütlerini kullanmaktan çekinmemiştir. Nitekim tarih sayfalarını karıştırdığımızda terör örgütlerinin de ilk olarak bu coğrafyadan çıktığını görmekteyiz.
Tarihte bilinen ilk terör örgütü, Milat’tan sonra 66-73 yılları arasında Ortadoğu’da bugünkü İsrail’in bulunduğu bölgede bağnaz din adamlarının kurduğu ”Sicarii” adıyla ortaya çıkmıştır. Son derece iyi örgütlenmiş, bir dini grup olan ”Sicarii” terör hareketi, birinci Yahudi-Roma savaşının başlarında halkı Romalılara karşı direnmeye zorlamak maksadıyla Kudüs’te yoğunlaştırdığı eylemlerde, korkuya ve şiddete neden olmuş, şehrin yiyecek ve su kaynaklarını yok etmiş, çok sayıda insanı acımasızca katletmiştir. Düşmanlarını, gündüz ve tercihen tatil günleri kalabalıkların oluştuğu bölgelerde, ”Sica” adını verdikleri ve elbiselerinin altında gizledikleri küçük kılıçlarla öldüren Sicariiler, tarihin ilk terör mağdurlarının doğmalarına neden olmuştur.
Yine tarihte bilinen ilk kitlesel Terör Örgütü olan Haşhaşiler de bu coğrafyadan çıkmıştır. İran, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika topraklarında 1090-1273 yılları arasında etkin olan örgütün kurucusu Hasan Sabbah’tır. Tahran’ın 115 km. kuzey batısında Hazar Denizi kıyısına yakın bir bölgede bulunan Alamut Kalesi, örgütün merkezi olarak bilinmektedir. Örgüt, İsmaililik mezhebini temel alan Fatımi Devleti’nde dinsel bir hizipleşme sonucu ortaya çıkmıştır. Ortaya çıkan iki koldan biri olan Nizariliğin temsilcisi olan Haşhaşiler önce İran sonra da Suriye’ye yayılmıştır. Kuşatılması ve ele geçirilmesi güç, kaleler temelinde örgütlenmiş olan Haşhaşiler önemli kişilere yönelik suikastlara dayanan etkili bir askerî strateji geliştirerek Ortaçağ İslam dünyasında çok önemli ve farklı bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Haşhaşiler ideolojik açıdan dönemin Sünni siyasî ve dinî çevrelerini, özellikle de Abbasi Devleti ve onun koruyucusu olan Büyük Selçuklu Devleti’ni düşman kabul etmiştir. Bununla birlikte Haşhaşilerin, Haçlı devletlerini ve Moğol İmparatorluğu’nu hedef alan bazı saldırıları da olmuştur.
Dünya savaş tarihine bakıldığında ise tarihte bilinen ilk meydan savaşı da M.Ö. 1274 yılında bugünkü Asi nehri ve Amik ovası civarında Mısırlılar ve Hititliler arasında cereyan etmiş, bunun sonucunda yine tarihte ilk yazılı antlaşma olan Kadeş antlaşması imzalanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun güçlü olduğu dönemlerde biraz olsun huzur bulan Ortadoğu, 19’ncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren İngiltere, Fransa ve Rusya’nın güç mücadelesine sahne olmuş, bu dönemden itibaren yeniden gerek mezhepsel gerekse etnik kargaşanın merkezi haline gelmiştir.
İngiltere, Arabistanlı Lawrence olarak bilinen Thomas Edward Lawrence gibi ajanları vasıtasıyla dinsel ve mezhepsel ayrışmaları kaşırken, Rusya ise Erzurum ve Van Konsoloslukları üzerinden Kürtleri kışkırtarak Ortadoğu hâkimiyeti mücadelesine ağırlık vermiştir.
1916 yılında adını anlaşmaya imza atan Fransız siyasi danışman François Georges-Picot ve İngiliz Yarbay Sir Mark Sykes’den alan Sykes-Picot Anlaşması ile Osmanlı Devletinin Doğu Anadolu ve Ortadoğu topraklarının bu üç devlet arasında sözde bölüşülmesi üzerinde anlaşılmış, Rusya’da daha sonra anlaşmayı onaylamıştır.
Rusya’daki Bolşevik rejimin 1917 Ekim devrimi ile sona ermesinin ardından Rusya anlaşmadan vazgeçmiş, hatta anlaşmayı ifşa ederek dünya kamuoyunun öğrenmesini sağlamıştır. Bundan sonra İngiltere ve Fransa, hem mezhepsel hem de Kürtler üzerinden etnik ayrışma ve ayaklanmalarda başrol oyuncusu konumuna gelmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği İtilaf Devletleri ile Osmanlı Devleti arasında 1920 yılında imzalanan Sevr Antlaşması, Osmanlı’nın sonu olmuş, Anadolu toprakları bugün hala hayali kurulan Ermenistan, Kürdistan gibi parçalara ayrılmak istenmiştir.
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinden sonra Rusya’nın SSCB olarak yeniden küresel aktör haline gelmesi, Almanya ve ABD’nin de dünya hâkimiyeti kurma çalışmaları sonucu coğrafya, Fransa, İngiltere, SSCB, Almanya ve ABD’nin mücadele alanı haline gelmiştir. Bu aktörlere 1948’den sonra İsrail’de katılmıştır. Günümüzde bunlara gün geçtikçe ağırlığını daha fazla hissettiren Çin dâhil olmuştur.
Geçmiş yüzyıllarda dünya ticaretine egemen olmak, bir dini yaymak veya yok etmek gibi farklı birçok gerekçeyle mücadelenin merkezi olan Ortadoğu’ya ilginin günümüzdeki ana sebepleri, jeopolitik konumu ile sahip olduğu zengin petrol ve doğalgaz rezervleridir.
Bölge ülkeleri, bu kadar küresel aktörün güç mücadelesi verdiği ortamda zaman zaman birbirleriyle savaşlar, çoğunlukla da terör gibi asimetrik yöntemlerle sürekli beka sorunu ile uğraştırılmıştır. Her bir ülke varlığını ve bekasını devam ettirebilmek için bu küresel oyuncuların bir veya birkaçı ile ittifak yapmak zorunda bırakılmış ve hiçbir zaman aralarında anlaşmalarına müsaade edilmemiştir.
Osmanlıdan sonra coğrafyanın tarihsel ve doğal lideri Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu 1923 yılından sonra Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk liderliğinde bu tehlikeyi ilk gören ve engellemeye çalışan ülke olmuştur. Atatürk döneminde 1937 yılında Türkiye, Irak, İran ve Afganistan arasında Sadabat Paktı kurulmuştur. Paktın kuruluşundan hemen sonra Atatürk’ün vefatı, ardından İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle istenen sonuç alınamamıştır. 1954’te SSCB’nin yayılmacı politikasına karşı Türkiye, Irak, İngiltere, İran ve Pakistan arasında bu defa İngiltere’nin de ön ayak olmasıyla Bağdat Paktı kurulmuştur. 1958 yılında yaşanan rejim değişikliği nedeniyle Irak’ın ayrılması üzerine bu yapı da dağılmış, yerine 1959’da Irak’ın dâhil olmadığı, ABD destekli CENTO kurulmuştur. 1979 yılında önce İran, ardından da Pakistan’ın ayrılması ile CENTO da dağılmıştır. Neticede Türkiye’nin başlattığı birlik ve beraberlik girişimleri İngiltere ve ABD’nin sulandırması ile sonuçsuz kalmıştır.
Türkiye’nin bölgesel bir aktör olarak çevre ülkeler üzerindeki bu tür girişimleri gerek coğrafyada etkin olmak isteyen bölge ülkeleri, gerekse küresel aktörler tarafından her dönem dikkatle takip edilmiş, bu güce ve imkâna kavuşmaması için ayaklanmalar, siyasi istikrarsızlıklar, terör dâhil her türlü yöntem denenmiştir ve denenmeye devam edilmektedir. Ülkemiz üzerindeki bu denemelerin tek sebebi tabii ki Türkiye’nin bu girişimleri değil daha birçok etken var ancak, konumuz Ortadoğu hâkimiyeti olunca haliyle önemli faktörlerden biri olarak bu sonuç karşımıza çıkmaktadır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Şeyh Sait isyanı, Dersim isyanı gibi ayaklanmalarla Musul ve Kerkük’ün de içinde bulunduğu Misak-ı Milli’nin gerçekleştirilmesi önlenmiş, 1950’lerden 1980’lere kadar siyasi çekişmeler, bunun sonucunda askeri müdahaleler, Kıbrıs ve Ege sorunu gibi meselelerle Ortadoğu’ya ilgimiz sürekli sınırlı düzeyde tutulmuştur.
Bu dönemde Ortadoğu’da da başta İran ve Irak’ta olmak üzere rejim değişiklikleri, Arap İsrail savaşları, İran Irak savaşı gibi olaylarla kargaşa ve kaos sürekli sıcak tutulmuştur.
Bu arada 1850’li yıllarla birlikte özellikle Çarlık Rusya’sının destek vermesi ile ayaklanma ve isyanlarla kendini gösteren Kürtçülük hareketleri, 1970’li yılların sonlarından itibaren öncelikle Türkiye Cumhuriyetini hedef alarak terör hareketine dönüşmüş, 1978 yılında tarihin en kanlı terör örgütlerinden biri olan PKK kurulmuştur. PKK, kurulduğu tarihten itibaren hem bölgesel, hem de küresel aktörlerin elinde bölgede istikrarsızlığı devam ettirmenin en önemli figürü olmuştur.
Günümüzde PKK’nın yanı sıra DHKP/C, TİKKO gibi aşırı sol, IŞİD, EL-KAİDE, Hizbullah, FETÖ gibi dini motifli terör örgütleri üzerinden de güç mücadelesi bütün hızıyla sürdürülmektedir.
Bölgesel ve küresel aktörlerin bir diğerine üstünlük sağlamak veya zayıflatmak maksatlı terörü nasıl kullandığını PKK ile ilişkileri üzerinden irdelemeye çalışacağım.
Bölge Ülkeleri PKK ilişkisi;
Suriye;
Hatay’ın anavatana katılmasından itibaren bu durumu bir türlü kabullenemeyen ve her fırsatta Hatay üzerindeki emellerini çeşitli vasıtalarla gündemde tutan Suriye yönetimi, Türkiye Cumhuriyetini zorda bırakacak hiçbir fırsatı kaçırmamaya özen göstermiştir. Türkiye’nin, anlaşmalardan doğan bütün yükümlülüklerini eksiksiz yerine getirmesine rağmen Fırat nehrinin suyunun kullanımı da Suriye açısından daima bir sorun olarak görülmüştür.
Suriye, baba Hafız Esad döneminde 1979 yılından itibaren PKK’ya kucak açan ilk ülke olmuştur. PKK ve aşırı sol terör örgütlerinin militanları, Suriye kontrolündeki Bekaa vadisinde her türlü eğitim ve lojistik destek imkânına kavuşmuştur. Aynı yıl bölücü başı Abdullah Öcalan’a Şam’da Suriye İstihbarat Teşkilatı El-Muhaberat’ın kontrolünde bir ev dahi tahsis edilmiştir. Örgüt lideri uzun yıllar bütün eylemlerini buradan yönetmiştir.
1998 yılında dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla ATEŞ’in Suriye sınırında “artık sabrımız taştı” şeklindeki tarihi konuşmasının ardından Abdullah Öcalan’ı ülke dışına göndermek zorunda kalan Suriye, sonraki yıllarda oğul Beşar Esad döneminde de örgüte desteğini sürdürmüş, Hatay ili Amanos dağları kırsalında faaliyet gösteren PKK’lı teröristlerin en önemli destekçisi olmuştur.
Ancak, Suriye yönetiminin atladığı veya görmezden geldiği çok önemli bir detay vardı. Eli kanlı bu terör örgütünün toprak talebinde bulunduğu tek ülke Türkiye değildi.
Nitekim örgüt, 2007 yılında ilan ettiği sözde KCK sözleşmesinde örgütün Suriye kolu olarak PYD’yi (Demokratik Birlik Partisi) kurduğunu ilan etmiş ve yıllarca kendisine her türlü desteği veren Suriye’ye de ihanet etmekten geri durmamıştır.
Bu gelişmeler üzerine Suriye, 2008 yılında PKK’yı terör örgütü olarak kabul etse de iş işten geçmiş ve bugünlere gelinmiştir.
Irak;
PKK’nın Irak ile ilişkileri, Saddam Hüseyin döneminde 1982 yılından itibaren Türkiye sınırı boyunca Kuzey Irak’taki kamplara yerleşmesi ile başlamıştır. Örgüt bir taraftan bu hat boyunca Türkiye’ye giriş yaparak eylemlerde bulunurken bir taraftan da Irak İstihbarat Teşkilatına Türkiye’ye yönelik istihbari bilgi desteği sağlamıştır. Hatta Saddam rejiminin Barzani güçlerine yönelik gerçekleştirdiği operasyonlarda PKK en önemli destekçisi olmuştur.
Karşılıklı çıkarların uyuştuğu bir zeminde, örgütün her türlü faaliyetine göz yumulan hatta desteklenerek devam eden ilişki, Saddam rejiminin zayıflaması ile Irak kuzeyinde PKK’nın hâkimiyeti ele geçirme mücadelesine dönüşmüştür. Bu dönemde PKK, militan kadrosunun çok büyük kısmını bölgeye yerleştirmeyi başarmış, nihayetinde Irak-İran sınırındaki Kandil Dağı bölgesine yerleşerek konumunu pekiştirmiştir.
Irak tarafından PKK’ya verilen bu tavizler ülkenin bölünme sürecini hızlandırmıştır. Örgüt 2007 yılında Suriye’de olduğu gibi Irak’ta da PÇDK’yı (Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi) kurduğunu ilan ederek Irak Devletinden de toprak talebini açıkça ortaya koymuştur.
İran;
İran, tarihte kurulmuş ilk ve tek Kürt devleti olan Mahabad Cumhuriyeti girişimiyle bugüne kadar kendisinden toprak talebinin hayata geçirildiği yegâne ülke olmuştur. 1946 yılında Sovyetler Birliğinin Batı İran’ı işgalinin ardından kurulan Mahabad Cumhuriyeti, Sovyetlerin çekilmesi sonrası Mart 1947’de İran’ın oldukça sert müdahalesi ile yıkılmıştır. İran’ın toplam nüfusunun yaklaşık % 10’unu oluşturan Kürtler, ağırlıkla Türkiye sınırı boyunca yaşamaktadır.
PKK’nın 1982 yılında Kuzey Irak’a yerleşmesinden sonra PKK ile İran ilişkileri hız kazanmıştır. Bu ilişki, 1987 yılından sonra iyice gelişerek İran’ın Hakkâri ve Van sınırına yakın bölgelerinde örgüt kampları kurulması ve Urumiye’de örgüte ait bir hastane açılması noktasına gelmiştir. PKK, İran topraklarını aynı zamanda Ermenistan’a geçiş için rahatlıkla kullanmıştır.
Ayrıca İran, Afganistan üzerinden Avrupa’ya uzanan narkotik-psikotrop madde kaçakçılığının PKK’nın kontrolüne geçmesine de göz yummuş, hatta örgütün sözde sınır kontrol noktaları oluşturarak rant elde etmesinin önünü açmıştır.
Örgüt elebaşısı Abdullah ÖCALAN’ın yakalanması sonrası dağılma sürecine giren örgütün toparlanması noktasında en büyük destekçilerinden birinin İran olduğu, İranlı subayların örgüt kamplarında militanları eğittiği istihbarat raporlarına yansımış, dönemin Başbakanı rahmetli Bülent ECEVİT çeşitli beyanlarında bu durumu açıkça dile getirmiştir.
2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali sonrası PKK’nın İran uzantısı olan PJAK üzerinden terör eylemlerine maruz kalan İran, bu tarihten sonra PKK ile açıkça mücadeleye başlamıştır. Yine sözde KCK sözleşmesi ile PKK’nın İran kolu olarak PJAK’ın kurulduğunun ilan edilmesi de Mahabad Cumhuriyeti tecrübesi yaşayan İran’ı tedirgin etmiştir. Köklü devlet geleneği sayesinde PKK’ya verdiği destek İran’ı bölünme sürecine kadar götürmese de terör örgütleri ile iş tutmanın faturasının ne olabileceği konusunda önemli dersler vermiştir.
İsrail;
İsrail’in, kurulduğu tarihten itibaren bölgedeki en büyük düşmanı İran olmuştur. İran, Suriye ve Lübnan’ın yanı sıra Hizbullah üzerinden de İsrail’i köşeye sıkıştırmaya çalışırken, İsrail de 1960’lı yıllardan itibaren özellikle Barzani ailesi üzerinden İran’ı zora sokmaya uğraşmış, bağımsız Kürdistan fikrinin en önemli destekçilerinden biri olmuştur.
Bunun yanında İsrail’in, Türkiye, Suriye, Irak ve İran topraklarını kapsayan büyük İsrail hayali peşinde olduğu, bu hayalin ilk adımının birleşik Kürdistan’ın kurulmasından geçtiği hususu çeşitli kaynaklar ve uzmanlar tarafından defalarca dile getirilmiştir.
ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgalinin hemen ardından PKK’nın da PJAK üzerinden İran’a saldırması, 2003 yılında örgütün içinde bulunduğu durum göz önüne alındığında hiç de mantıklı görünmese de İsrail’in çıkarları düşünüldüğünde bir anlam kazanmaktadır.
Yine 2010 yılında İsrail’le yaşanan Mavi Marmara olayının hemen ardından PKK tarafından İskenderun İkmal Destek Grup Komutanlığına 7 askerimizin şehit olmasına sebep olan saldırının gerçekleştirilmesi ve saldırıyı yapan grup lideri PKK’lının defalarca İsrail’e giriş çıkış yaptığının tespit edilmesi, PKK’nın İsrail’in piyonu olduğu iddialarını güçlendirmektedir. Ayrıca 2012 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Derviş EROĞLU’nun “İsrail Güney Kıbrıs’ta 3000 PKK militanını eğitiyor” şeklindeki açıklaması da unutulmamalıdır.
Görünen o ki, İsrail Ortadoğu’da hangi ülke ile sorun yaşıyorsa ilk başvurduğu silah Kürtler ve PKK’dır. Kısır döngüye dayalı bu şiddet politikası yüzünden İsrail, sürekli diken üzerinde yaşamaya mahkûm bir devlet konumuna düşmüştür. Bekasını devam ettirmek uğruna piyonları üzerinden sürekli şiddete başvurmakta, karşılığında da şiddet görmektedir.
Avrupa ülkeleri PKK ilişkisi;
PKK, 1978’de kurulduktan hemen sonra 1980 yılında Avrupa ülkelerinde irtibat büroları açmaya başlamıştır. ERNK’nın (Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi) kuruluşunu 1985 yılında Atina’da yaptığı açıklama ile duyurmuştur.
Avrupa ülkelerinde PKK uzantısı 9 Federasyon ve 130 kadar derneğin bir çatı altında birleştirilmesi ile 1993 yılında Avrupa Kürt Dernekleri Konfederasyonu (KON-KURD) Belçika’nın başkenti Brüksel’de kurulmuştur.
1995 yılına gelindiğinde PKK terör örgütünün beşinci kongresinde alınan karar doğrultusunda 65 kişilik sözde sürgünde Kürdistan Parlamentosu’nun kuruluşu 12 Nisan 1995 tarihinde Hollanda’nın Lahey şehrinde ilan edilmiştir.
Bugün itibariyle PKK;
Almanya’da, merkezi Düsseldorf’ta bulunan Almanya Kürt Dernekleri Federasyonu (YEK-KOM)’un güdümündeki 189 oluşum (Dernek, halk merkezi, kültür merkezi, dayanışma merkezi, enformasyon merkezi, enstitü, birlik vb.) vasıtasıyla,
Avusturya’da, Kürt Dernekleri Federasyonu (FEYKOM) kontrolündeki 9 dernek ve birlik vasıtasıyla,
Belçika’da, KON-KURD’a bağlı 9 federasyon ve alt kuruluşları vasıtasıyla,
Fransa’da, Kürt Dernekleri Federasyonu (FEY-KA) kontrolündeki 11 kadar oluşum vasıtasıyla,
Hollanda’da, Hollanda Kürt Dernekleri Federasyonu (FED-KOM) kontrolündeki 11 dernek, 4 birlik ve 3 merkez vasıtasıyla,
İngiltere’de, Kürt Dernekleri Federasyonu (FEK-BİR) kontrolündeki 9 dernek, 3 birlik, 1 komite ve 2 büro vasıtasıyla,
İsviçre’de, Kürt Dernekleri Federasyonu (FE-KAR) kontrolündeki 20 dernek, 5 birlik ve Lozan Kürt Enstitüsü vasıtasıyla,
İtalya’da, İtalya Kürt Demokratik Halk Birliği (YDK) kontrolündeki 3 dernek, 2 büro ve 1 komite vasıtasıyla,
Yunanistan’da, YDK Balkanlar ve Yunanistan Temsilciliği kontrolündeki dayanışma komiteleri ve kültür merkezleri adı altında 10 kadar kuruluş vasıtasıyla,
Bulgaristan’da, YDK Balkanlar Temsilciliği kontrolündeki 3 dernek, 1 kültür evi, 1 komite ve 1 merkez vasıtasıyla,
Rusya’da, YDK Doğu Avrupa ve BDT Ülkeleri Temsilciliği kontrolündeki 9 kadar dernek, komite ve birlik vasıtasıyla faaliyetlerini sürdürmektedir.
Görüldüğü üzere PKK Terör örgütünün en kapsamlı faaliyet sahası Avrupa ülkeleridir. Bu ülkeler arasında Almanya ve Yunanistan’ın diğerlerine göre çok daha aktif rol oynadığı görülmektedir. PKK’nın en iyi örgütlendiği ülke Almanya’dır. Yunanistan’ın ise gerek Lavrion kampı, gerekse Güney Kıbrıs’ta bulunan kamplarda binlerce PKK militanını eğittiği bilinmektedir.
Her bir ülke, farklı gerekçelerle ve beklentilerle eli kanlı bu örgütün faaliyetlerine göz yumarken, hatta kimisi de her türlü desteği verirken PKK’nın bir terör örgütü olduğu gerçeğini göz ardı etmekte, bir ahtapot gibi bütün Avrupa’yı sararak mafyavari bir yapılanma içerisinde olduğunu unutmaktadır.
PKK, Avrupa’daki terör varlığına ek olarak, finansman sağlamak amacıyla uyuşturucu ve insan kaçakçılığı da dâhil olmak üzere çeşitli suç eylemlerine bulaşmış bir örgüttür. Europol’ün 2013 yılında hazırladığı raporda PKK’nın, Avrupa’daki sadece uyuşturucu kaçakçılığından yılda 20 milyon Euro gelir elde ettiğinin değerlendirildiği ifade edilmektedir. İnsan kaçakçılığı ve diğer yasadışı faaliyetler eklendiğinde bu rakamın çok daha yukarılarda olduğu aşikârdır.
Örgüt, yukarıda sayılan dernek, kültür merkezi, halk evleri gibi yapılarla her türlü yasadışı eylemlerini, güvenlik güçlerinden olmasa da en azından Avrupa kamuoyundan gizlemeyi başarmaktadır.
Avrupalı yöneticilerin Ortadoğu’da elde etmeyi umdukları üç kuruşluk çıkar uğruna göz göre göre gençlerinin zehirlenmesine ve Avrupa’daki terör eylemlerine daha ne kadar katlanacakları veya kendi halklarından gizlemeyi başarabilecekleri merak konusudur.
Küresel Aktörler;
ABD;
1991 yılındaki Körfez Savaşının ardından Saddam yönetiminin Kuzey Irak’ta uyguladığı soykırıma varan müdahalesini (hatırlanacağı üzere yüz binlerce Kuzey Iraklı Türkiye’ye sığınmak zorunda kalmıştır.) önlemek maksatlı aynı yıl ABD öncülüğünde “Huzur Harekâtı” adı altında operasyon başlatılmıştır. Bu harekâtı uygulayan hava birliğinin adı olan “Poised Hammer” (Kalkık Horoz) yanlış bir biçimde “Çekiç Güç” adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. Türkiye’de uzun yıllar, yaygın biçimde bu harekâtı ve 1997-2003 yılları arasında bu harekâtın devamı olan Kuzeyden Keşif Harekâtı’nı (Operation Northern Watch) uygulayan Birleşik Görev Gücü’nün (Combined Task Force) yerine “Çekiç Güç” terimi kullanılmıştır.
Bu harekâtı uygulayan ABD birliklerinin havadan PKK’ya yardım malzemesi attığı, Irak ordusundan ele geçirilen silahların ABD eliyle PKK’ya verildiği iddiaları ülkemiz gündemini uzun süre meşgul etmiştir.
1999 yılında örgüt elebaşı Abdullah ÖCALAN’ın yakalanmasının ardından dağılma sürecine giren örgütü, ABD’li subayların toparladığı hususu da yakalanan birçok teröristin ifadelerinde yer almaktadır.
1990’lı yıllarda Türkiye ve Irak’ı zor durumda bırakmak maksatlı kullanılan PKK, 2003’ten sonra PJAK adıyla İran’a karşı, 2011’den sonra da PYD adıyla Suriye’ye karşı kullanılmış ve kullanılmaya halen devam edilmektedir. ABD’nin PKK üzerinden coğrafyada gerçekleştirdiği hamlelerin İsrail çıkarları ile büyük oranda örtüştüğü görülmektedir.
Rusya;
Çarlık döneminden beri Rusların Kürtlere olan ilgisine, yazının “Tarihsel Süreç” bölümünde kısaca değinmiştim. PKK, belki de bu tarihsel bağın sonucu olarak Sovyetler Birliği’nin resmi ideolojisi olan Marksist/Leninist bir örgüt olarak kurulmuştur. Bu sayede 1980’li yıllarda o dönem Sovyetlerin kontrolünde olan Bulgaristan ile sıkı ilişkiler kurmayı başarmıştır. Yine PKK’nın Suriye’de Bekaa Vadisi’ne yerleşmesinde Rusların rolü ve onayının olmadığı düşünülemez.
PKK’nın Rusya’daki faaliyetlerinde Duma Jeopolitika Komitesi ve Vladimir Jirnovski liderliğindeki Liberal Demokrat Parti önemli rol oynamıştır. 1989-90 yıllarda Moskova’da Kürt Kültür Merkezi kurulmuş, ardından 1990 yılında yine Moskova’da “Sovyet Kürtleri, Tarihleri ve Bugünleri” adıyla bir konferans düzenlenmiştir. 1994 yılında ise Moskova’da “Mala Kurda” (Kürt Evi) açılmış ve “Kürdistan Tarihi” başlıklı bir konferans düzenlenmiştir.1995 yılına gelindiğinde Rusya-PKK ilişkileri daha ileri götürülerek PKK tarafından Yaroslav’da Solneçnıy Kampı kurulmuştur. 1997 yılında Mavi Akım gibi ortak ticari projelere hız verilmesinin ardından bu kampın kapatıldığı açıklanmıştır.
1998 yılında Suriye’den çıkarılan ÖCALAN, Rusya parlamentosu DUMA’dan siyasi sığınma talebinde bulunmuş, bu talep DUMA’da 298 oyla kabul edilmesine rağmen Devlet Başkanı Boris YELTSİN tarafından reddedilmiştir.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Türkiye yönünü Türk Cumhuriyetlerine çevirmiş ve bu ülkelerle her alanda işbirliğini artırma çabasına girmiştir. Aynı dönemde 1993 yılında PKK da Bingöl’de 33 askerimizin şehit edildiği eylem ile ilan ettiği ateşkesi bozmuştur. Bu tarihten sonra Türkiye’nin bütün dikkati terörle mücadeleye yönelmiş, 1993 ve sonrası yıllar PKK ile mücadelenin en çetin dönemi olarak tarihteki yerini almıştır. Türkiye’nin, tüm dikkatini tam da Türk Cumhuriyetlerine yöneltmişken PKK terörünün bir anda hız kazanmasını tesadüfle açıklamak en hafif tabiriyle sanırım saflıktır.
Rusya, Çeçen sorununda Türkiye’yi Çeçenlere destek vermekle suçlamakta, Türkiye’nin ısrarlı çabalarına karşın PKK’yı ve PYD gibi uzantılarını terör örgütleri listesine dâhil etmemektedir.
Sonuç;
Görüldüğü üzere, devletler değişmiş, sınırlar değişmiş, yöneticiler değişmiş maalesef Ortadoğu’nun kaderi değişmemiştir. Günümüzde yaşanan gelişmelere bakıldığında da yakın gelecekte olumlu yönde değişeceğine dair en ufak bir umut ışığı ufukta görünmemektedir.
Peki, terör ve kargaşa Ortadoğu’nun kaderi mi?
Bu durumu değiştirmenin bir yolu yok mu?
Elbette var. Aslında bu soruların cevabı yakın geçmişte 1930’lu yıllarda mevcut.
Yazının başlangıç kısmında değindiğim üzere cevap, Ulu Önder Atatürk’ün bölge politikalarında saklı. Atatürk’ün önderliğinde 1937 yılında İran, Irak ve Afganistan arasında imzalanan Sadabat Paktı benzeri bir anlaşmanın bölge ülkelerince süratle imzalanması ve küresel aktörlerin bozma girişimlerine karşı birlikte hareket edilmesi Ortadoğu’yu barışın, refahın ve hoş görünün merkezi haline getirecektir.
Bakınız ne diyor Sadabat Paktı?
– Taraflar; antlaşmada genel olarak birbirlerinin iç işlerine karışmayacaklarını, ortak çıkarlarını ilgilendiren hususlarda birbirlerine danışacaklarını, birbirlerine karşı saldırıda bulunmayacaklarını ve sınırlarının korunmasına saygı göstereceklerini taahhüt etmişlerdir.
– Bağıtlı taraflardan her biri, kendi sınırları içinde diğer bağıtlı tarafların kurumlarını yıkmak, düzen ve güvenliğini sarsmak veya politik rejimini bozmak amacıyla silahlı çeteler, birlikler veya örgütlerin kurulmasını ve eyleme geçmelerini engellemeyi yükümlenir.
Bilmem anlatabildim mi?