Suriye’deki iç savaş nedeniyle yaşanan mülteci krizinin Avrupa’ya tehdit oluşturacak boyuta yönelmesi üzerine devreye giren Almanya öncülüğündeki Avrupa Birliği (AB), Türkiye ile vize kolaylığı anlaşması çerçevesinde bir “pazarlık” mantığıyla mülteci akışının engellenmesi için NATO’nun da devreye girmesini öngören bir tedbiri de kabul ettirdi. Bu bağlamda NATO savaş gemileri (zaten Akdeniz / Ege’de görevde olan NATO Daimi Deniz Gücü 2) Türk karasularına serbest girişi de kapsayacak şekilde Ege’de göreve başladı.
AB’nin sınır güvenliğinden sorumlu Frontex unsurları Ege Denizi’nde karakol yapmakta, ayrıca Egemenliği Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıklarda yani egemenliği Türkiye’de olan 152 ada, adacık ve kayalığa çıkıp mülteci göçünün önlenmesi bahanesiyle devlet uygulamaları yaparak Yunan/AB işgalini resmileştirme gayreti içine girmiştir.
Bütün bunların Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliğini nasıl yok saydığını, gidişatın Türkiye’nin bekasını nasıl tehdit ettiğini inceleyecek bir çalışmamızı hemen yayınlayacağız. Ancak o yazımızı yayınlamadan önce bugünlerin daha iyi kavranmasına ışık tutacağını düşündüğümüz, eğer mevcut öngörüsüz ve günlük politikalar devam ederse bugünlere gelineceğini işaret ettiğimiz aylar önce yayınlanmış bir yazımızı tekrar kamuoyunun bilgisine sunmak istedik.
Rusya’nın 30 Eylül 2015’te Suriye’de askeri operasyonlara başlamasından 10 gün sonra yani 11 Ekim 2015 tarihinde yayımladığımız yazıda “NATO’nun Türkiye’de ne işi var?” diye sormuştuk. İşte o yazı.
———————————————————————
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2015/10/11/8318/natonun-turkiyede-ne-isi-var
NATO’nun Türkiye’de ne işi var?
(11 Ekim 2015)
Son bir iki gündür NATO’nun Türkiye’ye her an asker gönderebileceğine ilişkin haberleri duyunca insan ister istemez başlıktaki bu soruyu soruyor ve acaba “Türkiye silahlı saldırıya mı uğradı, yoksa savaşa mı girdi” diye düşünmeden edemiyor.
Büyük bir çoğunluk için ise başlıktaki bu soru 2011’deki “NATO’nun Libya’da ne işi var?” sorusunu hatırlatıyor olabilir. Öyle ya, Libya bir NATO üyesi değildi, saldırıya uğramış olsa da NATO’nun 5. maddesinin kapsamı dışındaydı. Ama sonuçta BM kararıyla uluslararası bir koalisyon 19 Mart 2011’den itibaren Libya’ya askeri müdahalede bulundu, 20 Ekim 2011’de Kaddafi’nin öldürülmesiyle birlikte Ekim 2011 ayı sonunda sona erdirildi. NATO ise bu operasyona “Operation UNIFIED PROTECTOR” adıyla Libya’ya yönelik silah ambargosunu deniz ve hava kuvvetleriyle destekleyerek katılmış oldu. Operasyonların sona ermesinden sonra 4 yıl geçti ancak Libya 4 yıl öncesinden daha kötü bir durumda, IŞİD ülkenin belli bir bölümünde toprak ele geçirdi, ülke fiilen parçalanmış durumda.
Bu kısa hatırlatmadan sonra güncel konumuza yani Rusya’nın Suriye’deki askeri müdahalesi kapsamında Türk hava sahasını ihlalleri sonrasında yaşanan “Türk-Rus gerginliğine” ve aslında bunun da üstüne çıkan “Rusya-ABD (NATO) krizine” bakalım. Aslında bu krizin gelmekte olduğunun işaretini birkaç gün önceki Libya konusunda yukarıdaki soruya benzer bir soru veriyordu. O soru “Rusya’nın Suriye’de ne işi var?” sorusuydu. Rusya’nın Suriye’de hava operasyonlarına başlamasına tepki olarak ifade edilen bu soruyla birlikte başlayan gergin ortam Rus savaş uçaklarının Türk hava sahasını ihlal etmeleriyle başka bir hal almaya başladı.
Ardı ardına yapılan açıklamalar olayın “çatışma rotasına” yöneltilmek istendiğini gösteriyor. Türk hükümeti yetkilileri konuyu hemen NATO’ya aksettirmekte nedense pek aceleci davranıp NATO anlaşması metninde geçmeyen “Türkiye’nin sınırı NATO’nun sınırı, Türkiye’nin hava sahası NATO’nun hava sahası” kavramını öne sürerek sorunu NATO sorunu haline getiren bir yaklaşımı benimsediler. Türkiye’den pası alan ABD ve NATO yetkilileri de hava sahası ihlalleri nedeniyle Rusya’ya karşı gösterilen tepkilerde Türkiye’nin önüne geçmiş durumda. Bu kapsamda ABD’nin “Türkler karşılık verseydi Rus uçaklarını düşürebilirlerdi” ya da “Ruslar bilerek hava sahası ihlali yaptı” açıklamasından tutun da NATO’nun “Türkiye’yi koruruz, Türkiye’nin yanındayız, asker göndermeye hazırız” açıklamaları adeta savaş tamtamları gibi ortalığa yayılmaya başladı. Diğer bir ifadeyle ABD/NATO tarafı krizin daha da büyümesini tahrik eder bir tavır sergilemeye devam ediyor.
Fakat aynı ABD/NATO yetkilileri Suriye uçakları Türk hava sahasını ihlal ettiğinde ya da Suriye yine hava sahası ihlali gerekçesiyle 2012 yılında Türk savaş uçağını düşürdüğünde konuyu Türkiye ile Suriye arasındaki ikili bir sorun olarak niteliyorlardı. Yine NATO aynı ittifakın üyesi Yunanistan’ın bir diğer müttefiki Türkiye’nin adalarını işgal etmesine, sınırların değiştirilmesi anlamına gelen fiili duruma en ufak bir tepki göstermiyordu.
Suriye sınırında Rus uçaklarının hava sahası ihlali sonrasında tırmanan gerginlikle birlikte NATO’nun Türkiye’ye asker göndermeye kalkmasının bir nedeni olarak NATO açıklamalarında “Rusya’nın Suriye’de artan askeri varlığı ve hava/füze operasyonları” da tehdide gerekçe gösteriliyordu. Anlaşılan o ki Rusya’nın Suriye’de gittikçe artan etkinliği, askeri operasyonlarının yaygınlaşması ve Hazar Denizi’ndeki savaş gemilerinden attığı seyir (cruise) füzeleriyle 1.500 km mesafeden Suriye’deki IŞİD hedeflerini vururken yaptığı kuvvet gösterisi ABD/NATO’yu çok kaygılandırmış durumda.
Ayrıca, Rusya’nın Ukrayna kriziyle birlikte ortaya koyduğu askeri yeteneklerini (ki Amerikalı generaller ABD ve NATO’nun siber savaş ve hibrid savaş alanında Rusya’nın gerisinde kaldığını itiraf etmektedir) Suriye’de daha da ileri ve yoğun bir şekilde sahaya yansıttığını, Suriye’de inisiyatifin Rusya’ya geçtiğini görüyoruz. Bunun en somut örneği dünkü füze saldırısının yanında Suriye’de konuşlandırdığı savaş gemileri, silah, elektronik harp, istihbarat ve hava savunma sistemleriyle 30 Eylül’den itibaren Suriye topraklarının batısında ve denizde Doğu Akdeniz’de Suriye açıklarında fiilen oluşturduğu “uçuşa yasak saha” ve “güvenli bölge”lerdir. Görünen o ki ABD ve diğer koalisyon ülkelerinin uçakları bu bölgeleri kullanamamakta, Rusya’nın kullanmasını da engelleyememektedir. Aslında Soğuk Savaş döneminden buyana hep Şam yönetiminin arkasında olan Rusya Sovyetlerin dağılması sonrası süreçte belli bir süre Suriye’ye yönelik desteğini ve Doğu Akdeniz’deki askeri varlığını azaltmıştı. Ama görünen o ki IŞİD tehdidinin yarattığı ortamla birlikte bölgedeki belki de tek ileri harekat üssü olan Suriye’ye çok kuvvetli bir geri dönüş yaptı ve bölgenin yeniden şekillenmesi sonrasında Suriye üzerinde daha etkili bir pozisyonda kalmayı hedeflediğini gösterdi.
Diğer taraftan Rusya’nın Suriye’deki askeri stratejisine ve operasyonları ile son füze saldırılarına bakılırsa Rusya aslında oldukça uzun bir süredir Suriye’ye müdahil olmanın hazırlığı içinde olduğunu da göstermiş oluyor. Ama değerlendirmem odur ki Rusya’nın hareketlerini hızlandıran gelişme İncirlik Üssü’nün ABD’ye açılması, ABD’nin de ucu açık bir süre Türkiye’de kalacak şekilde hatırı sayılır” bir kuvveti Türkiye’ye yığacağını açıklamasıyla olmuştur. Türkiye üslerini açarak aslında hemen yanıbaşına Rusya’yı da çağırmış oldu. Askeri stratejinin ve dünyada meydana gelen yeni jeopolitik güç yapılanmasının gereği budur ve Rusya bunu yapmıştır.
Yukarıda ifade ettiklerimizi askeri strateji uygulamasıyla anlatmak istersek ABD (NATO)’nun kaygılarının başlıca nedenini de anlamış oluruz. Dünya genelindeki güç mücadelesini takip edenler yakından bilmektedir ki Güney Çin Denizi merkezli olarak Pasifik’teki ABD-Çin mücadelesi gittikçe tırmanmaktadır. Çin’in Güney Çin Denizi’nde başarıyla uyguladığı “A2/AD (Anti-Access/Area-Denial)” yani “Geçit Vermeme-Bölge Tutma” stratejisi ABD’nin 2011’den buyana dış politika ve askeri faaliyetlerinin ağırlık merkezini Pasifik bölgesine kaydırmasına (Pivot to Pasific) yol açtı. Çin’in son teknoloji ürünü silah sistemleri, savaş uçakları, savaş gemileri ve füzelerin yanında askeri amaçlarla kullanmak üzere inşa ettiği yapay adalar ile bunların çevresinde oluşturduğu hava sahası, kara suyu ve uçuşa yasak sahalar ABD’nin bölgeye girişini engellemekte, hareket serbestisini ortadan kaldırmaktadır.
İşte ABD bu bölgede büyük gayretler sarf ederken Kırım/Ukrayna krizi bahanesiyle Rusya’nın da Karadeniz’den Kuzey Kutbuna kadar alan hat üzerinde ve çevresinde Çin’in Pasifik’te yaptıklarına benzer faaliyetler içinde olduğunu görüyordu. Ama Rusya, belki de buradan aldığı derslerin de etkisiyle Suriye’de A2/AD stratejisini çok çabuk ve başarılı bir şekilde hayata geçirdi. Suriye’nin batısında ve doğu Akdeniz’de fiilen oluşturduğu uçuşa yasak saha ve güvenli bölgeler bunun en somut göstergesidir. Rusya bu A2/AD stratejiyle en büyük isteklisi olan Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölge oluşturulması girişimini de boşa çıkarmış, Rusya’nın benimsemediği bir uygulamanın Suriye’de hayata geçirilemeyeceğini de göstermiş oluyordu. Bu da ABD (NATO) açısından ve tabi ki Türkiye açısından Suriye’de ilk raundun kaybedildiği anlamına geliyordu.
İşte bunu gören yani Rusya’nın eskisinden daha güçlü ve etkili bir şekilde bölgeye yerleşmekte olduğunu, ABD/NATO’yu Suriye’de denklemin dışına itmekte olduğunu gören ABD/NATO’nun Rusya’ya cevap vermek, karşı koymak, Suriye’deki etkinliğini kırmak için harekete geçtiğini, hava sahası ihlallerini fırsat bilerek Türkiye’yi kullanmaya çalıştığını görüyoruz. Nitekim, aslında iki ülke (Türkiye-Rusya) arasında rahatlıkla çözülebilecek hava sahası ihlali gibi konuyu tırmandırarak NATO’nun Türk toprakları üzerinde askeri yığınaklanma yaparak savaş pozisyonu almasına kadar işi götürdüklerini görüyoruz. Fakat Rusya’nın askeri operasyonları ve füze saldırılarının artan Rus tehdidinin emaresi olarak sunan ve bunun için Türkiye’ye asker gönderebiliriz diyen NATO’nun 2013 yılı başlarında Türkiye’deki üç noktaya (Adana, Gaziantep, Kahramanmaraş) yerleştirilen Patriot hava savunma bataryalarını çekme kararı yaman bir çelişki olarak ortada durmaktadır. Hem de Patriot’ların çekilme gerekçesi olarak da Suriye’den gelebilecek füze tehdidinin artık azaldığı gösterilmişken.
Peki ya şimdi ortaya çıkan Rusya kaynaklı hava ve füze tehdidi ne olacak? Ağustos ayı başlarında açıklanan bu karar şunu göstermektedir ki NATO ittifakı Rusya’nın Suriye’deki olaylara müdahil olabileceğini hiç değerlendirmemiş, böyle bir Rus tehdidi öngörüsünde bulunmamış. Belki Amerikalılar bekliyorlardı ama Türkiye’ye söylemediler. Aynen daha önce kararını almış olmalarına rağmen İncirlik Üssü’nün açılmasını garantiye alıncaya kadar Patriot’ların çekileceğini açıklamadıkları gibi! Peki şimdi bu tehdit yani Rus hava ve füze tehdidi ortaya çıkmışken Patriot’ların çekilme kararını iptal etmek ve ilave Patriot sistemleri göndermek gibi bir dizi karar almak yerine Türkiye’ye asker göndermeyi öne çıkarmayı hangi askeri strateji ve güvenlik ihtiyacı içine oturtacağız? Çünkü, Ukrayna krizi nedeniyle oluşturulan yaklaşık 13.000 kişilik NATO’nun öncü çevik gücünü Türkiye’de konuşlandırmayı gündeme almak Rusya’ya savaş ilan etmek ve Türk topraklarını savaş alanı olarak seçmekten başka bir şey değildir. Böyle bir hareket Rusya’nın da bölgeye daha fazla askeri güç kaydırması / yığınaklanmasını beraberinde getirecektir. Bunun yanında söz konusu kuvvettin Türkiye’de konuşlanmasının Rusya’nın Hazar Denizi gibi uzak yerlerden yapacağı seyir füzesi saldırılarını ve hava sahası ihlallerini nasıl önleyeceği ve nasıl bir caydırıcılık sağlayacağı da anlaşır değildir.
Bütün bunları yanında hava sahası ihlallerini bahane ederek NATO’nun 5. maddesini hareket geçirip Türkiye’ye NATO askeri gönderilmesi NATO anlaşmasının hükümlerine ve mantığına da aykırıdır. Anlaşmanın 5. maddesi açık bir ifadeyle “silahlı saldırı”dan bahsetmekte, 6. maddesi de silahlı saldırının detaylarını (neredelerde ve nelere yapılırsa geçerli olacağını) açıklamaktadır. Bu maddelere göre hava sahası ihlalini silahlı saldırı kabul etmek ve 5. maddeyi uygulamak mümkün değildir. Ama krizi tırmandırıp Türkiye-Suriye üzerinde / yakınında Türk güvenlik güçlerine, savaş uçaklarına ya da karadaki askeri unsurlara Suriye topraklarından / hava sahasından yapılacak bir saldırı durumu değiştirebilir. Böyle bir durumu kullanarak 5. maddeyi işletmek istenirse o zaman da 2012 yılında düşürülen Türk savaş uçağı sonrasında 5. maddenin neden işlemeyeceğine yönelik ABD ve NATO yetkililerin yaptığı açıklamalara bakmak gerekecek ki “münferit” bir saldırı sonrasında 5. maddenin işletilmesi askeri gereklilik anlamında zor görünmektedir. Ama olay, hedeflediği nihai durumunu (end state) bilmediğimiz “siyaset” içinde ele alınırsa her şey mümkündür.
Diğer taraftan 30 yıldır önce Suriye sonra Irak’ta üslenen PKK terör örgütü tarafından sınır ötesinden başlayan bir süreçle Türkiye sürekli olarak silahlı saldırıya maruz kalıp 40.000’e yakın insan hayatını kaybederken ABD ve NATO’nun PKK, Irak ve Suriye’ye karşı 5. maddeyi işletmeyi hiç aklına bile getirmemesi, 11 Eylül saldırıları sonrasında ise ilk ve tek olmak üzere 5. maddenin hemen harekete geçirilmiş olması ilginçtir. Bırakın Türkiye için 5. maddeyi işletmeyi 20 Temmuz’da Suruç’taki IŞİD’in yaptığı iddia edilen canlı bomba saldırısı ile 23 Temmuz’da 2 polisimizin PKK tarafından şehit edilmesi olaylarıyla ilgili NATO’daki görüşmeler sonrasındaki kınama mesajında açıklamaya PKK terör örgütünün adını yazmaktan kaçınılması da hatırlanması gereken bir noktadır.
Hal böyle olunca da akla hemen şu soru geliyor: NATO’nun Türkiye’de ne işi var? Normal şartlarda garipsenmeyecek bir soru. Ama yukarıdaki bunca açıklamadan sonra bu sorunun cevabının şu olabileceğini düşünüyorum: Söz konusu olan hava sahası ihlalleri değil siz hala anlamadınız mı?