NUTUK

Mustafa Kemal ATATÜRK – N U T U K  (1919-1027)

1919 yılı Mayısının 19. günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş şuydu:

Osmanlı Devleti’nin içinde yer aldığı grup Dünya Savaşında yenilmiş, koşulları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmıştı. Ulusu ve ülkeyi Dünya Savaşına sürükleyenler, kendi canlarının kaygısına düşerek yurttan kaçmışlardı. Padişah ve Halife olan Vahdettin, soysuzlaşmış, yalnızca kendini ve tahtını koruyabileceğini umduğu alçakça önlemler araştırmaktaydı. Damat Ferit Paşa başkanlığındaki hükümet, düşkün, onursuz, korkak, yalnız padişahın isteğine bağımlı durumdaydı ve Onunla birlikte kendilerini koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş bulunuyordu.

İtilaf Devletleri,  ateşkes antlaşması hükümlerine uymaya gerek görmüyorlardı. Donanmalarıyla askerleri İstanbul’daydılar. Adana ili Fransızlar, Urfa, Maraş, Antep İngilizlerce işgal edilmişti. Antalya ve Konya’da İtalyan birlikleri, Merzifon’la Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyordu. 15 Mayıs 1919’da, yani Samsun’a çıkışımızdan 4 gün önce de Yunan ordusu İtilaf Devletlerinin onayıyla İzmir’e çıkarılmıştı.

Ordu, adı var, kendi yok bir durumda. Komutanlar ve subaylar Dünya Savaşının bunca sıkıntı ve güçlükleriyle yorgun, yurdun parçalanmakta olduğunu görmekle yürekleri kan ağlamakta; gözleri önünde derinleşen yıkım uçurumunun kıyısında kafaları çıkar yol,  kurtuluş yolu aramakta.

Farkında olmadan başsız kalmış bulunan ulus,  karanlık ve belirsizlikler içinde,  olup- bitecekleri bekliyor. Yıkımın korkunçluğunu ve ağırlığını anlamaya başlayanlar, içinde bulundukları ortama göre kurtuluş çaresi saydıkları önlemlere başvuruyorlar.

Ben, Üçüncü ordu müfettişi olarak karargâhımla birlikte Samsun’a çıkmıştım ve doğrudan doğruya buyruğum altında iki kolordu bulunuyordu.

Benim yetkim, bu iki kolorduya komuta etmekten daha genişti. Ankara’daki 20. Kolordu, Konya’daki 3. Ordu Müfettişliği, Diyarbakır’daki Kolordu ve bütün Anadolu’daki valilerle iletişim ve ilişki kurabilecektim.

Beni İstanbul’dan sürüp uzaklaştırmak isteyenlerin bana bu geniş yetkiyi nasıl verdiklerine şaşabilirsiniz. Hemen söylemeliyim ki onlar bana bu yetkiyi bilerek ve anlayarak vermediler. Benim her ne olursa olsun İstanbul’dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe, “Samsun ve yöresindeki güvensizliği yerinde görüp önlemek için Samsun’a kadar gitmek” idi. Ben, bu görevin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı olduğunu öne sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O sırada Genelkurmay’da bulunan ve benim amacımı bir ölçüye dek sezinleyen kişilerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular. Yetkiye ilişkin yönergeyi de ben kendim yazdırdım. Öyle ki, Harbiye Nazırı olan Şakir Paşa bu yönergeyi okuduktan sonra imzalamaktan çekinmiş,  anlaşılır,  anlaşılmaz bir biçimde mühürünü basmıştır.

Ulus ve ordu, Padişah ve Halifenin hainliğinden haberli olmadığı gibi, o makama ve o makamda oturan kişiye karşı yüzyılların kökleştirdiği din ve gelenek bağlarıyla boyun eğmiş durumda. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavrama yeteneğinden yoksun. İstanbul’daki kadın-erkek bir takım önde gelen kişiler gerçek kurtuluşu Amerika’nın güdümü altına girmekte görüyorlardı. Bu görüşte olanlar düşüncelerinde çok direndiler; en doğru tutumun bu görüşü benimsemek olduğunu kanıtlamaya çok çalıştılar.

Kurtuluş yolu ararken İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek temel ilke sayılmaktaydı. Bu devletlerden yalnız biriyle bile başa çıkılamayacağı kuruntusu hemen bütün kafalarda yer etmişti. Özellikle seçkin denilen insanlar böyle düşünüyordu.

Efendiler, bu durum karşısında alınacak bir tek karar vardı. O da, ulusal egemenliğe dayalı, tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmaktı.

İşte daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğüm ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamağa başladığım karar, bu olmuştur.

Bu kararın dayandığı en sağlam düşünce ve mantık şuydu:

Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönenmiş olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak olmaktan daha yüksek bir işlem görmeğe layık olamaz.

Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlük ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir.

Oysa Türkün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa, yok olsun daha iyidir!

ÖYLEYSE YA BAĞIMSIZLIK, YA ÖLÜM!

İşte gerçek kurtuluş isteyenlerin parolası bu olacaktır.

Ayrıca Osmanlı soyunu ve saltanatını sürdürmeğe çalışmak, kuşkusuz Türk ulusuna karşı en büyük kötülüğü yapmak demekti. Çünkü ulus her türlü özveriye başvurarak bağımsızlığını sağlasa da, padişahlık sürüp giderse, bu bağımsızlığın güvencede olduğu düşünülemezdi. Halifeliğe gelince, bilim ve tekniğin ışığa boğduğu gerçek uygarlık dünyasında bunun gülünç sayılmaktan başka bir niteliği kalmış mıydı?

Görülüyor ki verdiğim kararın uygulanmasını sağlamak için, ulusun henüz hazır olmadığı sorunlara değinmek gerekiyordu..

Osmanlı hükümetine, Osmanlı Padişahına ve Müslümanların halifesine başkaldırmak ve bütün ulus ve orduyu ayaklandırmak gerekiyordu. Türk ata yurduna ve Türkün bağımsızlığına saldıranlar kimler olursa olsun, onlara bütün ulusça silahla karşı çıkmak ve savaşmak gerekiyordu.

Efendiler, ilk iş olmak üzere bütün orduyla ilişki kurmak gerekiyordu.

21 Mayıs 1919’da Erzurum’da 15. Kolordu komutanına yazdığım bir şifre telgrafta genel durumumuzun aldığı korkunç biçimden çok üzgün olduğumu, bu son görevi ulusa ve yurda karşı borçlu olduğumuz en son vicdani görevi yerine getirmek için kabul ettiğimi belirttim; bunu yakın bir ortaklaşa çalışmayla yapabileceğimizi söyledim.

Edirne’deki  Kolordunun komutanı  Cafer  Tayyar  Paşa’ya  18  Haziran  1919  günü  şifreyle verdiğim yönergede şunları vurguladım:

“Ulusal   bağımsızlığımızı   boğan   ve   yurdun   bölünmesi   tehlikelerine   yol   açan   İtilaf Devletlerinin yaptıklarını, İstanbul hükümetinin de tutsak ve güçsüz durumunu biliyorsunuz. Ulusun yazgısını böyle bir hükümetin eline bırakmak, çöküşe boyun eğmek demektir.”

Dikkate  değer  ki  ulus,  yurdun  işgali  ve  varlığına  vurulan  bu  korkunç  darbe  karşısında herhangi bir üzüntü ve yakınma ortaya koymuş değildi. Bu durum ulus adına olumlu olarak yorumlanamazdı. Onu uyarıp harekete geçirmek gerekiyordu. Bu amaçla 28 Mayıs 1919 günü

Havza’dan valilere, mutasarrıflıklara ve ordu komutanlıklarına şu genelgeyi gönderdim:

“Ülke bütünlüğümüzün korunması için ulusal tepkilerin daha canlı olarak gösterilmesi ve sürdürülmesi gerekir. Bütün ulus kan ağlamaktadır. Katlanması olanaksız bu olayların hemen önlenmesini beklediğimizi belirtmek üzere, köylere varıncaya dek her yanda büyük ve coşkun toplantılarla gösterilerde bulunulması, bütün büyük devletlerin temsilcileriyle Babıali’ye etkili telgraflar çekilmesi çok gereklidir.”

Verdiğim bu yönerge üzerine her yerde gösteriler yapılmağa başlandı.

O sırada Sadrazam Ferit Paşa    barış görüşmeleri için Paris’e çağrılmış bulunuyordu. Bu görüşmelerde ulusun nasıl temsil edilmesi gerektiği konusundaki düşüncelerimi belli başlı bütün komutanlarla sivil yöneticilere ivedi bir şifre telgrafla bildirdim:

“Ulusumuzun kesinlikle savunulmasını istediği haklar özellikle iki noktada önem kazanır:

Birincisi  devlet  ve  ulusun  tam  bağımsızlığının  kesinliği,  ikincisi  de  yurtta  çoğunluğun azınlıklara feda edilmemesi ilkesidir.

Bu konuda Paris’e gitmeğe hazırlanan kurulun görüşü ile ulusal vicdanın kesin isteği arasında tam bir uygunluk bulunması şarttır. Oysa Sadrazam Paşa hazretleri demecinde bir Ermeni özerkliği ilkesini kabul etmiş olduğunu bildirdi. Buna karşı Sadrazam Paşa Hazretlerine ve doğrudan doğruya Padişah Hazretlerine tel yazılarıyla başvurularak tam bağımsızlıkla ulus çoğunluğu haklarının korunmasının ulusun temel koşulu olduğu bildirilmelidir. Böylece İtilaf Devletleri bu ilkelerin ulusun isteği olduğunu bilecek ve daha büyük önemle göz önünde tutacaktır.”

Bu genelgemden beş gün sonra, yani 8 Haziran 1919 günü Harbiye Nâzırı beni İstanbul’a çağırıyordu; ben de Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa’yla saptamış olduğumuz gizli şifre aracılığıyla, İngilizlerin isteği üzerine çağrıldığımı ögreniyordum.

Artık girişim ve işlemlerimin bir an önce kişisel nitelikten çıkarılarak bütün ulusu temsil edecek bir kurul adına yapılması çok gerekliydi.

Bu nedenle Anadolu ve Rumeli’deki ulusal örgütleri birleştirip bir merkezden yönetmek ve onlar adına iş görmek üzere Sivas’ta genel bir ulusal kongre toplamak zamanı gelmişti.

Bu amaçla emir subayım Cevat Abbas Bey’e 21-22 Haziran gecesi Amasya’da yazdırdığım bildirgenin başlıca noktaları şunlardı:

1- Yurdun bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı tehlikededir.

2- İstanbul’daki hükümet, sorumluluğunun gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum, ulusumuzu yok olmuş gösteriyor.

3- Ulusun bağımsızlığını yine ulusun kararlılığı ve direnişi kurtaracaktır.

4- Ulusun haklarını dünyaya duyurmak için, her türlü etki ve denetimden bağımsız bir ulusal kurul kesinlikle gereklidir.

5-  Anadolu’nun her  bakımdan  en güvenli  yeri  olan Sivas’ta ulusal  bir  kongrenin toplanmasına karar verilmiştir.

6- Bunun için her sancakta halkın güvenini kazanmış üç delegenin hemen yola çıkarılması gerekmektedir.

7- Doğu illeri adına 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır.’

Böylece   dört   gün   önce   Trakya’ya   bildirmiş   olduğum   kararı,   şimdi   Anadolu’ya   da bildiriyordum.

Sıvas Kongresine çağrı, sivil ve askeri makamlar yanında İstanbul’da bulunan Abdurrahman Şeref Bey, Ahmet İzzet Paşa, Halide Edip Hanım, Kara Vasıf Bey gibi kişilere de şifreyle gönderildi. Ancak bu kişilere ayrıca genelge niteliğinde bir de mektup yazdım. Bu mektupta özetle şu noktaları vurguladım:

  1. Yalnız toplantı ve gösterilerle büyük amaçlar hiçbir zaman gerçekleştirilemez.
  2. Büyük amaçlar ancak doğrudan doğruya ulusun bağrından doğan ortak güce dayanırsa kurtarıcı olur.
  3. İstanbul artık Anadolu’ya egemen değil, bağımlı olmak zorundadır.
  4. Size düşen özveri pek büyüktür.”

Bir  haftalık sıkıntılı bir otomobil yolculuğundan sonra 3 Temmuz 1919 günü, halkın ve askerin gerçekten içten gelen gösterileri arasında Erzurum’a vardık. Komutan, vali ve Doğu İlleri Ulusal Haklarını Savunma Derneği Erzurum Şubesi ile görüştüm. İstanbul hükümetince görevden alınan Erzurum ve Bitlis valileri Münir ve Mazhar Müfit Beyler, bana katılmak üzere Erzurum’da bekliyorlardı. Bu iki vali beyle Onbeşinci Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa ve yanında bulunan Rauf Bey, eski İzmit Mutasarrıfı Süreyya Bey ve karargâhımdan Kurmay Başkanı Kâzım, Husrev ve Dr. Refik Bey arkadaşlarımla önemli bir görüşme yapmayı uygun gördüm. Kendilerine genel ve özel durumu ve tutulması zorunlu olan davranış yolunu anlattım. Bu arada en elverişsiz durumları, genel ve kişisel tehlikeleri, her olasılığa  karşı  göze  alınması  zorunlu  özverileri  açıkladım.  “Ulusal  amaç  için  ortaya atılacakları yok etmek isteyenler bugün yalnız Saray, İstanbul hükümeti ve yabancılardır; ama bütün halkın aldatılarak bizim karşımıza geçirilebileceğini de gözönünde tutmak gerekir.” dedim. Öne atılacak olanların, her ne olursa olsun amaçtan dönmemeleri, ülkede barınabilecekleri son noktada, son soluklarını verinceye değin amaç uğrunda özveriyi sürdüreceklerine işin başında karar vermeleri gerekir. Yüreklerinde bu gücü duymayanların işe hiç girişmemeleri kuşkusuz daha iyidir. Çünkü hem kendilerini, hem de ulusu aldatmış olurlar.

Ayrıca,  söz  konusu  görev,  artık  resmi  makam  ve  üniformaya  sığınarak  el  altından yürütülemez. Açıkça ortaya çıkıp ulusun hakları adına yüksek sesle bağırmak ve bütün ulusun bu sese katılmasını sağlamak gerekir.

Benim görevden alındığıma ve her türlü sonuçla karşı karşıya bulunduğuma kuşku yoktur. Benimle açıkça işbirliği yapmak, o sonuçları şimdiden kabul etmek demektir. Ayrıca, söz konusu durumun gerektirdiği adamın ille benim olabileceğim gibi bir iddia da yoktur. Yalnız, her halde bu ülke çocuklarından birinin ortaya atılması zorunlu olmuştur. Benden başka bir arkadaş da düşünülebilir. Yeter ki o arkadaş, bugünkü durumun kendisinden istediği yolda davranmayı kabul etsin” dedim.

Hemen gelişigüzel bir karar almak uygun olmayacağından, bir süre düşünüp özel konuşmalar yapılabilmesi için görüşmelere son verdiğimi bildirdim.

Yeniden toplandığımızda, arkadaşlar işin başında benim bulunmamı istediler. Ben, görevden ve askerlikten ayrıldıktan sonra da, tıpkı şimdiye kadar olduğu gibi üst komutanmışım gibi buyruklarımın yerine getirilmesinin başarı için temel koşul olduğunu belirttim. Bu da tam olarak benimsenip onaylandıktan sonra toplantıya son verildi.

Erzurum’a varışımın ilk günlerinde Kongre’nin toplanmasını sağlayacak önlemleri almaya önem verildi. Sonunda on üç günlük gecikme ile yeterli delegenin toplanması başarıldı.

Biz  bu  işlerle  uğraşırken,  İstanbul’da  Harbiye  Nâzırlığı  ve  Padişah  İstanbul’a  dönmemi sağlamaya çalışıyordu. “Gelemem!” dedim. En sonunda, 8/9 Temmuz gecesi, Sarayla açılan bir telgraf başı konuşmasında perde birdenbire kapandı ve bir aydır süren oyun sona erdi. İstanbul o dakikada resmi görevime son verdi; ben de o dakikada, önce Harbiye Nâzırlığına, sonra da Padişah’a, görevimle birlikte askerlik mesleğinden de çekildiğimi bildirdim.

Durumu ordulara ve ulusa kendim bildirdim.

Efendiler, Erzurum Kongresinin köklü ve geniş kapsamlı ilke ve kararlarını izninizle belirtmek isterim: 

1- Ulusal sınırlar içinde yurt bir bütündür, parçalanamaz.

2- Her türlü yabancı işgal ve karışmasına karşı ulus direniş ve savunmasını bir bütün olarak yapacaktır.

3-  Osmanlı  hükümetinin  yurdu  ve  bağımsızlığı  korumaya  gücü  yetmezse,  bu  amacı gerçekleştirmek için geçici bir hükümet kurulacaktır.

4-  Ulusal güçleri etken ve ulusal iradeyi egemen kılmak temel ilkedir.

5-  Hristiyan  azınlıklara  siyasal  üstünlük  ve  toplumsal  dengemizi  bozacak  ayrıcalıklar

verilemez.

6- Yabacı devletlerin güdümü ve koruyuculuğu kabul olunamaz.

7-  Millet  Meclisinin  hemen  toplanmasını  ve  hükümet  işlerinin  Meclisin  denetiminde yürütülmesini sağlamak için çalışılacaktır.”

Bu ilke ve kararlar, temel nitelikleri hiç değiştirilmeksizin uygulanabilmiştir.

Sivas Kongre’sinin gündeminde, Erzurum Kongre’si tüzük ve bildirisinin, bir de bizden once Sivas’a gelen yirmibeş kadar üyece düzenlenmiş bir önerinin görüşülmesi vardı.

Erzurum Kongresi Tüzüğünü görüşerek hemen sonuca bağladık. Çünkü bu tüzükte yapılacak değişiklikleri önceden görüşmüş ve üyelerden gerekli olanları aydınlatmıştık.

8  Eylül günü  de  az  önce  sözünü  ettiğim  öneri  üzerinde  konuşuldu.  Bu öneride başlıca Amerikan güdümü söz konusu ediliyordu.

Efendiler, Sivas Kongresinde yabancı güdümü üzerine birçok kişi söz aldı. Vasıf Bey, “Bir kez ilke olarak güdümü kabul edelim de, koşulları üzerinde sonra görüşürüz.” diyordu.

Ben  Başkanlık  yerinden  şunları  söyledim:  “Sanırım  bu  raporda  iki  görüş  var.  Birincisi, devletin iç ve dış bağımsızlığından vazgeçmeyeceği; ikincisi ise devlet ve ulusun dış baskılar karşısında bir yardım ve desteğe gereksinimi olup olmadığı. Herhalde iç ve dış bağımsızlığımızı yitirmek istemiyoruz.”

Refet Bey ise, bir yandan “Söz olarak güdüm ile bağımsızlık birbirine engel şeyler değildir” derken, öbür yandan şunları ekliyordu: “Diyelim ki biz içerde ve dışarda tam bir bağımsızlık isteriz. Ama acaba kendi başımıza  yapabilecek  miyiz? Ondan da önce, acaba bizi kendi başımıza bırakacaklar mı? Her halde bir Amerika kefilliğini kabul etmek zorundayız.”

9 Eylül Salı günkü Kongre toplantısında da Rauf Bey söz aldı ve aynen şunları söyledi: ‘Yüce kurulunuz  dış  yardım  ilkesini  kabul  buyurduysa  da,  bu  yardımı  kimden  isteyeceğimiz belirtilmedi. Amerika olduğu üstü örtülü olarak anlatılıyorsa da, bence doğrudan doğruya adının söylenmesinde bir sakınca olamaz.’

Efendiler, pek uzun ve tartışmalı geçen bu yabancı güdümü görüşmeleri, güdüm isteyenleri susturacak ortalama bir çözüm yolu bulunarak bitirildi. Hem de bu yolu öneren, yine Rauf Bey oldu: “Amerika’da bize karşı yapılmakta olan kötüleyici propagandaların yol açtığı düşünce akımlarını düzeltmek için, her şeyden önce Amerikan Kongresinden ülkemizi

inceleyecek ve gerçeği görecek bir kurulu çağırmak.” Bu öneri oybirliği ile kabul edildi. Kongre Başkanlık Kurulunun imzalarıyla bu yolda bir mektup taslağı yazıldığını anımsıyorsam da, mektubun gönderilip gönderilmediğini pek iyi anımsamıyorum. Doğrusu bu mektuba özel bir önem vermiş de değildim. Efendiler, Sivas Kongresinin hemen tüm süresi boyunca, sinir gerici haberler almaktan geri kalmıyordum. Ancak, aldığım bütün bilgileri olduğu gibi Kongre üyelerine sunmakta yarardan çok sakınca görüyordum. İstanbul hükümetinin Kongreyi basıp dağıtmak üzere Sivas’a vali atadığı Ali Galip’i etkisiz kıldık ve kaçmak zorunda bıraktık. Kısa süre sonra da, ulusal direnişi boğmak amacıyla bu hainlikleri yapan İstanbul’daki Damat Ferit hükümetini istifaya mecbur ettik.

Efendiler, Sivas Kongresinin hemen tüm süresi boyunca, sinir gerici haberler almaktan geri kalmıyordum.  Ancak,  aldığım  bütün  bilgileri  olduğu  gibi  Kongre  üyelerine  sunmakta yarardan çok sakınca görüyordum. Bence en önemli sorun, her güçlüğe ve tehlikeye göğüs gererek, Sivas Kongresi görüşmelerini bir an önce sonuç verici kararlara ulaştırmak ve bu kararları ülkede uygulamağa girişmekti. Bu isteğim gerçekleşti. Bütün ülkeyi kapsayan ulusal örgüt tüzüğünün ve Genel Kongre bildirisinin hemen basılıp dağıtılması için gerekli işler yapıldı. İstanbul hükümetinin Kongreyi basıp dağıtmak üzere Sivas’a vali atadığı Ali Galip’i etkisiz  kıldık  ve  kaçmak  zorunda  bıraktık.  Kısa  süre  sonra  da,  ulusal  direnişi  boğmak amacıyla bu hainlikleri yapan İstanbul’daki Damat Ferit hükümetini istifaya mecbur ettik. Efendiler,  kaçmakta  olan  Ali  Galip  ve  işbirlikçilerini  izletirken  elimize  geçen  belgeler, İstanbul  hükümetinin  yaptığı  kötülükleri her  türlü  açıklamadan  daha  iyi  ortaya  koyacak niteliktedir.

Bu hainliğe girişenlere karşı alınması gerekli tutum bellidir. Ancak açık saldırıdan elden geldiğince kaçınmak o günün gereği olduğu gibi, gücümüzü birçok hedefe birden çevirmek yerine bir noktada toplamak da uygun olacaktı. Bu nedenle saldırılacak hedef olarak yalnız Ferit Paşa hükümetini seçtik ve Padişah’ın da bu işin içinde olduğunu bilmezlikten geldik.

Ferit Paşa hükümetinin gerçekleri Padişah’a bildirmeyerek O’nu aldattığı tezini tuttuk. Bu düşünceyle Padişaha bir telgraf hazırladık. Burada hükümetin Kongreyi basmaya ve müslümanlar arasında kan dökmeğe kalkıştığını söyledik; para karşılığında Kürdistan’ı ayaklandırıp yurdu parçalatmaya giriştiğini anlattık. Ulusun artık İstanbul hükümetine inan ve güveninin kalmadığını, “Namuslu kişilerden oluşan adaletli bir hükümet kuruluncaya değin, İstanbul hükümeti ile hiçbir ilişki kurmamaya karar vermiş olduğunu belirttik; ordunun da bu yolda ulustan ayrılmayacağını bilgisine sunmak zorunda kaldığımızı” yazdık. Telgraf kolordu komutanlarınca da imzalanmıştı.

11 Eylül günü ve özellikle 11/12 Eylül gecesi, kolordu komutanları her yerde telgrafhanelere el  koymuş,  İstanbul’la  haberleşmeye  çalışıyorlardı.  Ama  Sadrazam  ortadan  kaybolmuş gibiydi. Sonunda Kongre Genel Kurulu adına kendisine şu telgrafı çektik:

“Sadrazam Ferit Paşa’ya, Yurdun ve ulusun haklarıyla kutsal varlıklarını ayaklar altına alan ve Padişah hazretlerinin yüksek şeref ve onurlarını kıran aymazca girişim ve davranışlarınız saptanmıştır. Ulusun Padişahımızdan başka hiçbirinize güveni kalmamıştır. Hükümetiniz ulus ile Padişah arasına bir dıvar gibi giriyor. Bu yoldaki direnmeniz bir saat daha sürecek olursa, ulus tüm yurdun yasa dışı hükümetinizle ilgi ve bağını kesecektir. Bu, son uyarımızdır.”

Efendiler, bunun üzerine kimi hafif, ama kimi de oldukça ağır karşıt görüşler , direnmeler, karşı girişimler, dahası gözdağı vermeler oldu.

Meclisin nerede toplanabileceği düşüncesi kafalarımızı uğraştırıyordu.

Bu arada hükümet temsilcisi Salih Paşa’yla 20 Ekim 1919 günü Amasya’da görüşmeye başladık. Biz,  ulusal örgütlerin ve Temsil  Kurulu’nun İstanbul hükümetince resmi olarak tanınan bir siyasal varlık olduğunu, görüşmelerimizin resmi olduğunu ve her  iki yanı da bağladığını açıkça ortaya koymak istiyorduk.

Efendiler,   Amasya  görüşmelerinde  Millet   Meclisinin  İstanbul’da  toplanmasının  doğru olmadığı yolundaki görüşümüzü Salih Paşa’ya kabul ettirip onaylattık. Bu görüşü hükümete kabul ettirmeğe çalışacağını, başaramazsa hükümetten çekileceğini söyledi. Salih Paşa bu konuda başarı sağlayamamıştır.

Bu  arada  ulusal  örgütün  İstanbul  merkezinden  Kara  Vasıf  ve  Şevket  Beyler  Meclis’in  kesinlikle İstanbul’da toplanmasını zorunlu görüyorlardı. 7 Kasım’da Kara Vasıf Bey’e ivedi olarak  Sivas’a  gelmesini  yazdım.  O  ise  19  Kasım günlü  şifresinde  “Meclis’i Anadolu’da toplamak düşüncesinden vazgeçmek bir yurt ödevidir.” diyordu.

Efendiler, çok önemli olan bu toplantı yeri konusunda gerçek eğilimi anlayıp uygulanabilir olan kararı almak zorunda bulunuyordum. Bu nedenle 15., 20., 12. ve 3. Kolordu Komutanlarını Sivas’ta bir toplantıya çağırdım.  Günlerce süren görüşme ve tartışmalar sonunda şu karara varıldı:

“Sakınca ve tehlikelerine karşın, hükümet istediği için ve ülkede sarsıntıya yol açmaktan kaçınmak  düşüncesiyle,  Millet  Meclisinin İstanbul’da  toplanması  zorunluluğunun kabulü; ancak Meclis’te ulusal örgütün ilkelerini savunacak güçlü bir grubun oluşturulması, örgütün hızla güçlendirilmesine çalışılması gibi koşullarla.”

Ben, Meclis’in İstanbul’da saldırıya uğrayacağını ve dağılacağını kesinlikle bekliyordum. Böyle bir durumda başvurulacak önlemi de kararlaştırmıştım. Hazırlığımız ve düzenlemelerimiz de başlamıştı. Ankara’da toplanmak.

Efendiler, Meclis 12 Ocak 1920 günü açılmıştı. Yaklaşık 10 gün sonra, Harbiye Nazırı Cemal Paşa’dan ivedi bir telgraf aldım. İngilizlerin, kendisiyle Genel Kurmay Başkanı Cevat Paşa’nın görevden alınmasını istediklerini, hükümetin şiddetli biçimde olmaz demekle birlikte boyun eğdiğini bildiriyor, Anadolu’da da hükümeti güç duruma sokacak davranışta bulunulmamasını istiyordu.

Sadrazama  şunları  bildirdim:  “İngilizlerin  Harbiye  Nazırı  ile  Genel  Kurmay  Başkanının değiştirilmelerini istemeleri, devletin bağımsızlığına kesin bir saldırıdır. .. Bu açık saldırıyı devletçe kabul eder, ulusça da susarsak, siyasal varlığımızla ilgili en kötü kararlara ve işlere kendimiz yol açmış olacağımıza kuşku yoktur.”

Aynı  gün  durumu  bütün  komutanlıklara  ve  bütün  milletvekillerine  şifreyle  şu  bildirimi yaptım: “Devletin siyasal bağımsızlığına karşı kesin bir saldırıda bulunulduğu, Barış Konferansına, Avrupa uluslarına, islam dünyasına ve yurdun her yanına duyurulmalıdır. İngilizler saldırıdan vazgeçmezlerse, Meclisin ödevi Anadolu’ya gelmek ve ulusal iradeyi ele almaktır. Şimdiden gerekli önlemler alınmıştır.”

Temsil Kurulu’nun ve Kuvva-yı Milliye’nin çalışmalarını sürdürmesi konusunda kamuoyunu yoklamak gerekliydi. Kâzım Karabekir Paşa bu konuda, ‘Temsil Kurulu, alınması gerekli kararları Millet Meclisi’nin namusuna ve yurtseverliğine bırakıp, olayların gidişine bağlı kalmalıdır.’ diyordu.

Efendiler, biz kuşkusuz olayların gidişine bağlı kalamazdık; yani kendimizi, başımıza ne gelirse katlanmak gibi bir kaderciliğe bırakamazdık.

İstanbul’da bulunmasını gerekli gördüğüm İsmet Paşa’dan bir şifre telgraf aldım. Telgraf, şimdiki hükümetin düşürülmesi, Meclisin dağıtılması ve Kuvva-yı Milliye’nin ortadan kaldırılması gibi amaçlarla, İstanbul’da İngilizlerle birlikte bir dernek kurulduğunu bildiriyordu; Anadolu’daki Anzavur girişimlerinin bu çalışmalara dayandığını yazıyordu.

3 Mart 1920 günü Rauf ve Kara Vasıf Beyler de, şifre telgraflarında Meclisin dağıtılmasının kesin olduğunu bildiriyorlar ve Padişah katında etkili olacak önlemlerin Temsil Kurulu’ca alınmasını istiyorlardı.

Efendiler, 1920 Mart’ının 16. günü, şöyle bir tel verildi: “Ankara’da Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine Bu  sabah  Şehzadebaşı’ndaki  Mızıka  Karakolu’nu  İngilizler  basmış  ve  oradaki  askerlerle çarpışmalar olmuştur; şimdi İstanbul’u işgal altına alıyorlar. Bilgilerinize sunulur. Manastırlı Hamdi”

Efendiler, 16 Martta İstanbul işgal edilir edilmez aldığım önlemlerin en önemlisi, olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin Ankara’da toplanmasıdır.

Açılışının ilk günlerinde Meclis’e, Türkiye’nin izlemesi gereken siyasal ilke konusundaki görüşlerimi sundum.

Bilindiği gibi Osmanlılar döneminde türlü siyasal yollar izlenmişti ve izlenmekteydi. Ben, bu yollardan hiçbirinin yeni Türkiye devletinin izleyeceği yol olamayacağı kanısına varmıştım.

Değişik ulusları ortak ve genel bir ad altında toplayarak eşit hak ve koşullar içinde tutup güçlü bir   devlet   kurmak,   parlak   ve   çekici   bir   siyasal görüştür.  Ama aldatıcıdır.   Dahası, ulaşılamayacak bir amaçtır. Bu, yüzyılların çok acı ve kanlı olaylarla ortaya koyduğu bir gerçektir. İslamcılık ve Turancılık siyasetinin başarı kazandığı tarihte görülebilmiş değildir.

Bizim açık ve uygulanabilir gördüğümüz siyasal yol, ‘ulusal siyaset’tir: ulusal sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı korumak; ulus ve ülkenin gerçek mutluluk ve bayındırlığına çalışmak; gelişigüzel ve ulaşılamayacak istekler ardında ulusu  uğraştırıp zarara  sokmamak; uygar  dünyadan uygar  ve  insanca  davranış,  karşılıklı dostluk beklemek.

Efendiler,  hükümet  kurma  konusunda  da  tutulması  gerekli  yol,  Osmanlı  devletinin  ve halifeliğin yıkıldığını kabul edip, yeni temellere dayalı yeni bir devlet kurmaktı. Ama durumu olduğu gibi söylemek, amacın büsbütün yitirilmesine yol açabilirdi. Çünkü genel düşünce ve eğilim, henüz halife-padişahın özürlü olduğu yolundaydı. Meclis’te hemen halife-sultan makamıyla bağlantı kurma ve İstanbul hükümeti ile uzlaşma akımı başlamıştı.

Hükümet kurulması konusunda bunları gözönünde tutmakla birlikte, asıl amacı koruyan önerimi yazılı olarak Meclis’e sundum. Kısa bir tartışma sonunda kabul edilen bu önergeye bakıldığında, temel ilkelerin şöylece yer aldığı görülür:

1-  Hükümet kurmak zorunludur.

2- Geçici bir devlet başkanı ya da Padişah vekili ortaya çıkarmak uygun değildir.

3- Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir güç yoktur.

Not: Halife-padişah, baskı ve zorlamadan kurtulduğu zaman, Meclis’in düzenleyeceği yasal ilkeler içindeki yerini alır.”

Efendiler,  bu  ilkelere  dayalı  bir  hükümetin  niteliği  kolaylıkla  anlaşılabilir:  bu,  ulusal egemenlik temeline dayalı olan halk hükümetidir; cumhuriyettir. Zaman geçtikçe bu ilkelerin neleri kapsadığı anlaşılmaya başladı. İşte o zaman tartışmalar ve olaylar birbirini izledi. Meclis, bu açıklamalarımı ve önerimi yaptıktan sonra beni başkanlığa seçmekle, bana olan genel   güvenini  gösterdi.   Ayrıca   kısa   süre   içinde   Vatan   Hainliği   Yasasıyla   İstiklal Mahkemeleri yasasını çıkararak, devrimlerin doğal gereklerini yapmaya koyuldu.

İstanbul’un  işgalinden  sonra  başlayan  yıkıcı  akımlar  ve  ayaklanmalar,  hızla  yurdun  her yerinde görüldü ve sürdü. İstanbul’da Damat Ferit Paşa yeniden işbaşına getirilmişti. Bu hükümetin bütün yıkıcı ve hain örgütlerle, bütün düşmanlar ve Yunan ordusuyla yaptığı işbirliğine de, yurdun her yanına yağdırılan Halife-Padişah fetvası yön veriyordu.

Hainlik, cahillik, kin ve bağnazlık dumanları bütün yurdu koyu karanlıklar içinde bırakıyordu. Ayaklanma dalgaları Ankara’da karargâhımızın dıvarlarına kadar çarptı. İzmir’den sonra Batı Anadolu’nun önemli bölgeleri de Yunan saldırıları ile çiğnenmeğe başladı.

Ayaklanmaları, Amasya’daki 5. Kafkas Tümeni, Antep bölgesinden getirilen Kılıç Ali Bey komutasındaki bir ulusal birlik, Sivas’taki 3. Kolordu güçleri, Eskişehir’deki Ethem Bey birliği ve Bolu dolaylarındaki İbrahim Bey birliği ile bastırmaya çalıştık.

Efendiler, kimi kapalı sorunların kolaylıkla açıklanmasına yarayacağını sandığım için, yüce kurulunuza bir “Yeşil Ordu”dan söz edeceğim:

Türkiye  Büyük  Millet  Meclisi’nin ve  hükümetinin kuruluşundan sonra,  Ankara’da “Yeşil Ordu” adıyla bir dernek kuruldu. Derneğin ilk kurucuları, pek yakın ve bilinen arkadaşlardı.

Amaçları, Osmanlı ordusunun kalıntısı denilebilecek o günlerdeki yorgun, bezgin, devrim ülküsüne göre yetişmemiş birlikleri bilinçlendirmek, böylece askerlerin halife fetvaları gibi kışkırtmalara kapılmalarını önlemekti.

Yeşil Ordu örgütünün kurucuları arasına, milletvekili olan Çerkez Reşit Bey’le Çerkez Ethem         ve  kardeşi  Tevfik  Bey  de  girmişler.  Ayrıca,  kendilerine  bağlı  bütün  adamları  da  Yeşil  Ordu’nun sanki temelini oluşturmuşlar.

Çerkez Ethem, bir ulusal birlikle Anzavuru kovalamada, Düzce ayaklanmasını bastırmada başarılı kimi hizmetler yaptı; bu nedenle Yozgat’a gitmek üzere Ankara’ya çağrıldığında, hemen herkesçe beğenildi ve övüldü. Kendisini abartılı biçimde öven de kuşkusuz olmuştur. Ethem Bey ve kardeşlerinin bu alkış ve övgülerden dolayı büyüklendileri, kimi düşlere bile kapıldıkları, sonraki davranışlarından anlaşıldı. Yozgat ayaklanmasını bastırmağa uğraşırken, askeri ve ulusal birlik komutanlarına küçültücü ve saldırgan biçimde davrandığı görüldü. Biz bütün bunlara karşın, bu kardeşleri her zaman yararlanılabilecek durumda bulundurmayı yeğledik.

Efendiler,  bu sırada,  bizim  düzenli ordu kurma  görüşümüze karşı,  “milis” örgütü kurma görüşünü genel bir akıma dönüştürme çabaları ortaya çıktı. Reşit, Ethem ve Tevfik kardeşler, “Kuvva-yı Seyyare” adındaki güçlerine dayanarak, bu yolda çok ateşli biçimde çalışıyorlardı. Kuvve-i Seyyare, yani Gezgin Güç komutanlığı, Karacaşehir’de kendine bağlı “Karakeçili” adında gizli bir birlik kurmuştu; Cephe komutanlığının bundan bilgisi yoktu. Rastlantı sonucu öğrenip bilgi istediğinde de Ethem Bey cephe komutanının buyruğunu yerine getirmedi. Cephe komutanlığının, sivil işlere, geri hizmetlere karışılmaması için verdiği genel buyruğa da uymuyor, Kütahya bölgesinde her şeye karışıyordu.

Cephe komutanı, halkın yakınmaları konusunda kendisine gelen raporların ışığında bir buyruk yayınlamıştı. Buyrukta, “Hainlikleri ne denli gerçek olursa olsun, hiçbir köy yakılmayacak, halktan hiçbir kimse, hiçbir birlikçe, hiçbir suçtan ötürü öldürülmeyecektir.” deniyordu.

Umum Kuvva-yı Seyyare Komutan Vekili Tevfik Bey bu buyruğa da karşı geldi.

Reşit Bey’i yanıma getirttim ve ne istediklerini sordum. “Cephe komutanlarını değiştiriniz” dedi. “Yerine koyacak adamlarımız yoktur” dedim. “Beni atayınız, ben daha iyi yaparım’ dedi. Ethem ve kardeşlerini izlemek gerektiğini İsmet ve Fahrettin Paşalara bildirdim.

22 Aralık 1920 günü, Reşit Bey’le bakan ve milletvekili arkadaşlardan on beş kişiyi yanıma çağırdım. Toplantı sonunda Kuvva-yı Seyyare’ye son ve kesin olarak şunların bildirilmesi karara bağlandı:

“1. Kuvva-yı Seyyare, öbür birlikler gibi emir ve komutaya tam olarak uyacak ve yasa dışı her türlü taşkınlıktan kaçınacaktır.

  1. Kuvva-yı Seyyare kendiliğinden hiçbir yerde ve hiçbir yolla adam toplamayacaktır.” Efendiler, Ethem Bey, bu kararları bildirmek üzere gönderdiğimiz kurulun üyelerini tutuklattı ve onların adıyla   çektiği   telgrafta   kendi   isteklerini   yineledi.   Bunun   üzerine   cephe komutanlarına Ethem ve kardeşlerine karşı savaşa girmelerini emrettim.

Efendiler, bu kardeşler, askerliği çapulculuk, devlet kurup yönetmeyi de şunun bunun suçsuz çocuklarını  kurtulmalık  dilenmek  için  dağa  kaldırma  haydutluğu  sanıyorlardı;  utanmaz, kendini bilmez,  herhangi bir  düşmanın  boğaz tokluğuna casusluğunu, uşaklığını yapacak kadar alçak ve aşağılık yaratılışlı bu kardeşler, şarlatanlıkları ve yaygaralarıyla bütün bir Türk yurdunu tedirgin ediyor, Türk ulusunun Büyük Meclisini kendileriyle uğraştırıyorlardı; onları ellerindeki bütün kuvvetler ve dayandıkları düşmanlarla birlikte tepeleyip yola getirmek ve böylece devrim tarihimizde herkese ders olacak bir örnek vermek zorunlu göründü.

Efendiler, Meclis’in açıldığı günlerde cephelerin durumu ise şöyleydi:

İzmir Yunan cephesinde, iki alaylı 56. tümen, özellikle kolordu komutanı Nadir Paşa’nın buyruğuyla, onur kırıcı bir biçimde Yunanlılara teslim edilmişti. Bu alaylardan birinin komutanı  olan  ve  o  sırada  Ayvalık’ta  bulunan  Ali  Bey,  28  Mayıs  1919  günü  Yunan birliklerine  karşı  ilk  kez  cephe  kurup  savaşa  girişti.  Bunun  üzerine  Soma,  Akhisar  ve Salihli’de ulusal cepheler kurulmaya başladı. Böylece oluşmaya başlayan Kuzey Cephesinin komutanlığını Albay Kâzım Bey üstlendi.

Aydın bölgesinde de asker ve halktan kimi yurtseverler, Yunanlılara karşı çıkıyorlardı. Bunlar içinde ad ve kılık değiştirerek o bölgeye gelmiş olan Celal Bey’in çaba ve özverisi anılmaya değer. Bu arada Ali Bey’in birlikleri Bergama’daki Yunan işgal güçlerini bir baskınla ortadan kaldırınca, Yunanlılar dağınık ve zayıf birliklerini toplamak gereğini duydular ve Nazilli’yi de boşalttılar. Böylece 1919 Haziran ortalarında Aydın cephesi de kuruldu. Tümen komutanı Albay Mehmet Şefik Bey, Kuvva-yı Milliyenin başı ise Demirci Mehmet Efe idi.

Güneyde  Fransızlara karşı  Adana  cephesi açılmış  ve  ulusal güçler  kurularak yiğitçe  işe başlamışlardı. Tufan Bey adıyla eylem yapan Yüzbaşı Osman Bey’in yiğitlikleri anılmaya değer.

Maraş, Antep ve Urfa’da da önemli savaşlar ve çarpışmalar oldu. Sonunda işgal güçleri buralardan çekilmek zorunda kaldılar. Bu başarıların kazanılmasında Kılıç Ali ve Ali Saip Beylerin adlarını anmayı ödev sayarım.

Efendiler, bir  hafta kadar sonra Kocaeli Komutanlığından aldığım bir telgrafta, “ülkenin yüksek çıkarlarına ilişkin bir konuda Sadrazam Paşa’nın benimle telgraf başında görüşmek istediği” bildiriliyordu. Ben, Tevfik Paşa’nın bana değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne başvurması durumunda dileğinin kabul edilebileceğini bildirdim. Bunun üzerine Tevfik Paşa, 27 Ocak 1921 günü Türkiye Büyük  Millet  Meclisi Başkanı olarak bana açık bir  telgraf gönderdi.  Telgrafında,  “İtilaf  Devletleri,  21  Şubatta  Londra’da  toplanacak  konferansa, Osmanlı delegeleri yanında Ankara’nın yetkili temsilcilerinin de katılmasını istiyorlar” diyor, yanıtımızı makine başında beklediğini söylüyordu. Tevfik Paşa, ekli şifre telgrafında ise, Yunanlıların Londra konferansında etkin olmak için İzmir’e ek kuvvetler yolladığı, yakında bir saldırıda bulunacaklarını bildiriyordu.

Tevfik Paşa’ya şu yanıtı verdim: “Ulusal iradeye dayanarak Türkiye’nin alınyazısını eline alan yasal ve bağımsız tek kuvvet, Ankara’da sürekli çalışmakta olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Türkiye ile ilgili bütün sorunları çözmekle görevli olan ve her türlü dışişlerinde başvurulması  gereken  yer,  işbu  Meclis’in  Bakanlar  Kurulu’dur.  İstanbul’da  herhangi  bir kurulun hiçbir bakımdan yasal ve hukuksal niteliği yoktur. Kurulunuza düşen yurt ve vicdan görevi, bu gerçeğe uyarak, hemen ulus ve ülke adına başvurulacak yasal hükümetin Ankara’da olduğunu kabul edip bildirmektir.”

Tevfik Paşa’ya özel olarak da şu telgrafı çektim: “Konferansta ülkeyi ayrı ayrı temsil edecek iki kurulun ne denli sakıncalar doğuracağını, sizin gibi saygıdeğer bir kişinin tam olarak anladığına inanıyoruz. ‘’

‘’Padişah Hazretlerinin, ulusal iradenin belirdiği tek yer olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni tanıdığını resmi olarak bildirmesi artık gerekli olmuştur. Bu yapılmazsa, padişah-halifenin durumunun sarsılması tehlikesinden haklı olarak korkulur; bundan doğacak sorumluluk, önceden kestirilmesi olanaksız tüm sonuçlarıyla birlikte, doğrudan doğruya Padişah Hazretlerinin olacaktır.”

Tevfik Paşa bu telimize verdiği yanıtta,   ulusun egemenlik haklarını korumak için harcadığımız emekleri takdir etmekle birlikte, konferansa dolaylı olarak çağrılmamızın doğal olduğunu bildiriyordu. Birleştiğimiz kamuya duyurulursa, delegelerimizin de ayrı değil, birleşik sayılacağını savunuyordu. Görüldüğü gibi Tevfik Paşa ve hükümeti,  Anadolu’yu eskiden olduğu gibi İstanbul’a bağlamak ve tutsak etmek istiyordu.

Tevfik Paşa’ya şu yanıtı verdim: “Durumun önemi ve koşulların ağırlığı dolayısıyla, sizi ve sayın arkadaşlarınızı ve özellikle Padişah Hazretlerini her bakımdan bir kez daha aydınlatmamız bir görev oluyor. Bunun için, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce konulup uygulanan Anayasanın temel maddelerini olduğu gibi bildiriyorum: 1- Egemenlik kayıtsız ve şartsız olarak ulusundur. Yönetim yöntemi, halkın kendi geleceğini doğrudan doğruya kendisinin yönetmesi ilkesine dayalıdır. 2- Yürütme gücü ve yasama yetkisi, ulusun tek ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’nde belirir ve toplanır. 3- Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi’nce yönetilir.

  1. BÖLÜM: TOPYEKÜN SAVAŞ (Ana metin: s. 63; 72-77)

Artık Ethem olayı kalmamıştı.  Ordumuzun içinde bulunan düşman,  kovularak kendi cephesine sürülmüştü. Gerçekten de bir gün sonra, yani 6 Ocak günü Yunan ordusunun tümü, bütün cephede her noktadan saldırıya geçti. Bizim Gediz’deki önemli güçlerimiz, Eskişehir üzerinden bu düşman birliklerini karşıladı ve yendi. Devrim tarihimize Birinci İnönü zaferini yazdı.

27 Şubat – 12 Mart 1921 arasında toplanan Londra Konferansı olumlu hiçbir sonuç vermedi. İtilaf Devletleri, yaptıkları önerilerin karşılığını almayı beklemeden, daha delegelerimiz yolda iken, Yunanlılar bütün ordusuyla, bütün cephelerimizde saldırıya geçti. Şimdi izin verirseniz size bu saldırıyı ve sonucunu anlatayım:

İsmet Paşa komutasındaki Batı Cephesi birliklerimiz Eskişehir’in kuzey-batısında toplanmıştı. Kararımız, savaşı İnönü mevzilerinde kabul etmekti. 28 Mart günü sağ kanadımıza saldıran düşman, önemli yerel başarılar elde ediyordu. 30 Mart günü sert çarpışmalarla geçti. Bunlar da düşman yararına sonuçlandı.

Bundan sonra sıra bize geliyordu. İsmet Paşa 31 Mart günü karşı saldırıya geçti ve düşmanı yenerek geri çekilmek zorunda bıraktı. Böylece devrim tarihimizin bir sayfası, İkinci İnönü zaferi yazıldı.

İkinci İnönü Savaşından üç ay kadar sonra, Yunan ordusu, 10 Temmuz 1921 günü yeniden genel saldırıya geçti. Bu süre içinde genel seferberlik yapmış olan Yunan ordusu, insan, tüfek, makineli tüfek ve top sayısı bakımından bizim ordumuzdan önemli ölçüde üstündü. İç olaylar, bizim genel seferberlik yapmamıza ve ulusun tüm kaynaklarını düşman karşısında toplamaya elvermemişti. Bu nedenle askerlik açısından temel ödevimiz, yine “her Yunan saldırısı karşısında direnerek, saldırıyı durdurmak ve boşa çıkartmak”tı. Bu düşünceyle 18 Temmuz 1921   günü   İsmet   Paşa’nın  Eskişehir   güneydoğusundaki  karargâhına   giderek   durumu     inceledim ve İsmet Paşa’ya şu genel talimatı verdim: “Orduyu Eskişehir kuzey ve güneyinde topladıktan sonra,  düşman ordusuyla araya  büyük aralık  bırakalım ki,  orduyu toparlayıp güçlendirebilelim. Bunun için Sakarya’nın doğusuna dek çekilebilirsiniz. Bu yolda davranmamızın en büyük sakıncası, Eskişehir gibi önemli yerlerimizi düşmana bırakmaktan dolayı kamuoyunda doğabilecek manevi sarsıntıdır. Ama az zamanda elde edebileceğimiz başarılarla bu sakıncalar kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Askerliğin gereğini duraksamadan uygulayalım; başka türden sakıncalara karşı koyarız.”

Efendiler, düşündüğüm manevi sakıncalar gerçekten de hemen görüldü. İlk etkiler Meclis’te belirdi.  Özellikle karşıtlarımız,  karamsarlık dolu söylevlerle “Ordu nereye gidiyor? Ulus nereye götürülüyor?  Bu durumun sorumlusu yok mu?  O nerededir?”  diye bağırmaya başladılar.  “Bugünkü acıklı ve korkunç durumun gerçek sorumlusunu ordunun başında görmek isterdik!” diyorlardı.

Bunların anlatmak istedikleri kişinin ben olduğum kuşku götürmezdi. Bunu anlar anlamaz, 4 Ağustos 1921 günü yapılan gizli oturumda kürsüye çıkarak, üyelerin bana gösterdikleri yakınlık ve güvene teşekkür ettim ve başkanlık katına şu önergeyi verdim:

“Meclis’in saygıdeğer üyelerinin genel istek ve dilekleri üzerine Başkomutanlığı kabul ediyorum. Bu görevi kişisel olarak üstlenmemin sağlayacağı yararları en kısa zamanda elde

edebilmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yetkilerini eylemli olarak kullanmak koşuluyla üstleniyorum. Yaşamım boyunca ulusal egemenliğin en sadık bir hizmetkârı olduğumu ulusa bir kez daha göstermek için, bu yetkinin üç ay gibi kısa bir süreyle sınırlanmasını ayrıca isterim.”

Efendiler, bu önergem, doğruluktan yanaymış gibi görünenlerin gizli düşüncelerini açığa vurmalarına yol açtı. Hemen karşı çıkışlar başladı. “Bir kez Başkomutanlık sanını vermeyiz.” diyorlardı. Ben, direndim. Durum olağanüstü olduğuna göre, benim alacağım kararların ve yapacağım uygulamaların da olağanüstü olması gerekeceği kuşku götürmezdi. 5  Ağustos 1921 günü oybirliğiyle kabul edilen yasa, bana şu yetkiyi veriyordu:

“Başkomutan, ordunun maddi ve manevi gücünü en yüksek ölçüde arttırmak ve yönetimini bir kat daha sağlamlaştırmak üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bununla ilgili yetkisini Meclis adına eylemli olarak kullanabilir.”

Bu maddeye göre, benim vereceğim buyruklar yasa olacaktı.

Bunun üzerine yaptığım konuşmanın bir iki cümlesini yinelememe izin vermenizi rica ederim. Dedim ki:

“Efendiler, zavallı ulusumuzu tutsak etmek isteyen düşmanları kesinlikle yeneceğimize olan inanç ve güvenim bir dakika olsun sarsılmamıştır.  Bu dakikada bu tam inancımı yüce kurulunuza, bütün ulusa ve bütün dünyaya karşı ilân ederim.”

Efendiler, Başkomutanlığı eylemli olarak  üzerime  aldıktan sonra, ordunun insan ve  taşıt gücünün arttırılması, yiyecek ve giyeceğinin sağlanıp yoluna konulması ile ilgili önlemleri almak üzere Ankara’da bir kaç gün çalıştım. 7 ve 8 Ağustos 1921 günlerinde “Ulusal Vergi Buyruğu” adı altında yaptığım bildirimleri, bir savaşın kazanılabilmesi için ne denli küçük şeyleri bile dikkate almak gerektiğini anlatabilmek amacıyla, bilginize sunmaya değer görürüm:

Bu buyruklarımla örneğin her ilçede birer “Ulusal Vergi Kurulu” kurdum. Yurtta her evin birer  kat  çamaşır,  birer  çift  çorap  ve  çarık  hazırlayıp  Ulusal Vergi  Kuruluna  vermesini emrettim. Tüccar ve halkın elindeki çamaşırlık bez, kaput bezi, pamuk, yün ve tiftik, her türlü kışlık-yazlık kumaş, kösele, astarlık, meşin, çarık, potin, demir, çivi, nal ve nal demiri, yem torbası, yular, belleme, kaşağı, semer ve urganların yüzde kırkına, parası sonra ödenmek üzere elkoydum. Eldeki buğday, saman, un, arpa, fasulye, bulgur, nohut, mercimek, kasaplık hayvanlar, şeker, gaz, pirinç, sabun, yağ, tuz, zeytinyağı, çay ve mumun yine yüzde kırkına, parası sonradan ödenmek üzere elkoydum.

Buyruklarımın ve bildirimlerimin yerine getirilmesi için kurduğum İstiklâl Mahkemelerini Kastamonu, Samsun, Konya, Eskişehir bölgelerine gönderdim. Ankara’da da bir mahkeme kurdurdum.

12 Ağustos 1921 günü de Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleriyle birlikte Polatlı’da cephe karargâhına gittim.

Meydan savaşı 100 kilometrelik bir cephe üzerinde oluyordu. Sol kanadımız Ankara’nın 50 kilometre güneyine değin çekilmişti. Bunda hiçbir sakınca görmedik. Savunma çizgilerimiz yer yer kırılıyordu. Ama kırılan her bölüm, en yakın yerde yeniden oluşturuluyordu. Bunun için yurt savunmasını başka türlü anlatmayı ve bunda diretip üstelemeyi yararlı ve etkili buldum. Dedim ki:

“Savunma çizgisi yoktur, savunma alanı vardır. O alan bütün yurttur. Yurdun her karış toprağı yurttaşın kanıyla ıslanmadıkça düşmana bırakılamaz. Onun için küçük, büyük,  her birlik bulunduğu yerden atılabilir; ama küçük, büyük, her birlik ilk durabildiği noktada yeniden düşmana karşı cephe kurup savaşı sürdürür.”

İşte ordumuzun her bireyi, bu kurala göre, her adımda en büyük özveriyi gösterdi ve üstün düşman güçlerini yok ederek, yıpratarak, sonunda onu saldırıyı sürdüremeyecek bir duruma düşürdü.

Savaş durumunun bu aşamasını sezinler sezinlemez, hemen karşı saldırıya geçtik. Yunan ordusu yenildi ve geri çekilmek zorunda kaldı.  13 Eylül 1921 günü Sakarya Irmağının doğusunda düşman ordusundan hiçbir iz kalmadı. Böylece 23 Ağustostan 13 Eylüle değin yirmi iki gün, yirmi iki gece aralıksız süren Büyük ve Kanlı Sakarya Savaşı, yeni Türk devletinin tarihine, dünya tarihinde pek az olan büyük bir meydan savaşı örneği yazdı. Bilirsiniz ki savaş ve çarpışma demek, yalnız iki ordunun değil, iki ulusun bütün maddi ve manevi güçleriyle karşılaşıp birbiriyle vuruşması demektir.  Bunun için Türk ulusunu, düşüncesi ve duygusuyla, cephedeki ordu kadar savaşla doğrudan doğruya ilgilendirmeliydim. Yalnız düşman karşısında olanlar değil, köyde, evinde, tarlasında olan bütün ulus bireyleri, silahla vuruşan savaşçı gibi kendini görevli bilecek, bütün varlığını savaşa verecekti. Bütün maddi ve manevi varlığını yurt savunmasına adamakta ağır davranıp özen göstermeyen uluslar, savaşı ve çarpışmayı gerçekten göze almış ve başaracaklarına inanmış sayılamazlar.

Artık Ethem olayı kalmamıştı.  Ordumuzun içinde bulunan düşman,  kovularak kendi cephesine sürülmüştü. Gerçekten de bir gün sonra, yani 6 Ocak günü Yunan ordusunun tümü, bütün cephede her noktadan saldırıya geçti. Bizim Gediz’deki önemli güçlerimiz, Eskişehir üzerinden bu düşman birliklerini karşıladı ve yendi. Devrim tarihimize Birinci İnönü zaferini yazdı.

27 Şubat – 12 Mart 1921 arasında toplanan Londra Konferansı olumlu hiçbir sonuç vermedi. İtilaf Devletleri, yaptıkları önerilerin karşılığını almayı beklemeden, daha delegelerimiz yolda iken, Yunanlılar bütün ordusuyla, bütün cephelerimizde saldırıya geçti. Şimdi izin verirseniz size bu saldırıyı ve sonucunu anlatayım:

İsmet Paşa komutasındaki Batı Cephesi birliklerimiz Eskişehir’in kuzey-batısında toplanmıştı. Kararımız, savaşı İnönü mevzilerinde kabul etmekti. 28 Mart günü sağ kanadımıza saldıran düşman, önemli yerel başarılar elde ediyordu. 30 Mart günü sert çarpışmalarla geçti. Bunlar da düşman yararına sonuçlandı.

Bundan sonra sıra bize geliyordu. İsmet Paşa 31 Mart günü karşı saldırıya geçti ve düşmanı yenerek geri çekilmek zorunda bıraktı. Böylece devrim tarihimizin bir sayfası, İkinci İnönü zaferi yazıldı.

İkinci İnönü Savaşından üç ay kadar sonra, Yunan ordusu, 10 Temmuz 1921 günü yeniden genel saldırıya geçti. Bu süre içinde genel seferberlik yapmış olan Yunan ordusu, insan, tüfek, makineli tüfek ve top sayısı bakımından bizim ordumuzdan önemli ölçüde üstündü. İç olaylar, bizim genel seferberlik yapmamıza ve ulusun tüm kaynaklarını düşman karşısında toplamaya elvermemişti. Bu nedenle askerlik açısından temel ödevimiz, yine “her Yunan saldırısı karşısında direnerek, saldırıyı durdurmak ve boşa çıkartmak”tı. Bu düşünceyle 18 Temmuz 1921   günü   İsmet   Paşa’nın  Eskişehir   güneydoğusundaki  karargâhına   giderek   durumu     inceledim ve İsmet Paşa’ya şu genel talimatı verdim: “Orduyu Eskişehir kuzey ve güneyinde topladıktan sonra,  düşman ordusuyla araya  büyük aralık  bırakalım ki,  orduyu toparlayıp güçlendirebilelim. Bunun için Sakarya’nın doğusuna dek çekilebilirsiniz. Bu yolda davranmamızın en büyük sakıncası, Eskişehir gibi önemli yerlerimizi düşmana bırakmaktan dolayı kamuoyunda doğabilecek manevi sarsıntıdır. Ama az zamanda elde edebileceğimiz başarılarla bu sakıncalar kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Askerliğin gereğini duraksamadan uygulayalım; başka türden sakıncalara karşı koyarız.”

Efendiler, düşündüğüm manevi sakıncalar gerçekten de hemen görüldü. İlk etkiler Meclis’te belirdi.  Özellikle karşıtlarımız,  karamsarlık dolu söylevlerle “Ordu nereye gidiyor? Ulus nereye götürülüyor?  Bu durumun sorumlusu yok mu?  O nerededir?”  diye bağırmaya başladılar.  “Bugünkü acıklı ve korkunç durumun gerçek sorumlusunu ordunun başında görmek isterdik!” diyorlardı.

Bunların anlatmak istedikleri kişinin ben olduğum kuşku götürmezdi. Bunu anlar anlamaz, 4 Ağustos 1921 günü yapılan gizli oturumda kürsüye çıkarak, üyelerin bana gösterdikleri yakınlık ve güvene teşekkür ettim ve başkanlık katına şu önergeyi verdim:

“Meclis’in saygıdeğer üyelerinin genel istek ve dilekleri üzerine Başkomutanlığı kabul ediyorum. Bu görevi kişisel olarak üstlenmemin sağlayacağı yararları en kısa zamanda elde

edebilmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yetkilerini eylemli olarak kullanmak koşuluyla üstleniyorum. Yaşamım boyunca ulusal egemenliğin en sadık bir hizmetkârı olduğumu ulusa bir kez daha göstermek için, bu yetkinin üç ay gibi kısa bir süreyle sınırlanmasını ayrıca isterim.”

Efendiler, bu önergem, doğruluktan yanaymış gibi görünenlerin gizli düşüncelerini açığa vurmalarına yol açtı. Hemen karşı çıkışlar başladı. “Bir kez Başkomutanlık sanını vermeyiz.” diyorlardı. Ben, direndim. Durum olağanüstü olduğuna göre, benim alacağım kararların ve yapacağım uygulamaların da olağanüstü olması gerekeceği kuşku götürmezdi. 5  Ağustos 1921 günü oybirliğiyle kabul edilen yasa, bana şu yetkiyi veriyordu:

“Başkomutan, ordunun maddi ve manevi gücünü en yüksek ölçüde arttırmak ve yönetimini bir kat daha sağlamlaştırmak üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bununla ilgili yetkisini Meclis adına eylemli olarak kullanabilir.”

Bu maddeye göre, benim vereceğim buyruklar yasa olacaktı.

Bunun üzerine yaptığım konuşmanın bir iki cümlesini yinelememe izin vermenizi rica ederim. Dedim ki:

“Efendiler, zavallı ulusumuzu tutsak etmek isteyen düşmanları kesinlikle yeneceğimize olan inanç ve güvenim bir dakika olsun sarsılmamıştır.  Bu dakikada bu tam inancımı yüce kurulunuza, bütün ulusa ve bütün dünyaya karşı ilân ederim.”

Efendiler, Başkomutanlığı eylemli olarak  üzerime  aldıktan sonra, ordunun insan ve  taşıt gücünün arttırılması, yiyecek ve giyeceğinin sağlanıp yoluna konulması ile ilgili önlemleri almak üzere Ankara’da bir kaç gün çalıştım. 7 ve 8 Ağustos 1921 günlerinde “Ulusal Vergi Buyruğu” adı altında yaptığım bildirimleri, bir savaşın kazanılabilmesi için ne denli küçük şeyleri bile dikkate almak gerektiğini anlatabilmek amacıyla, bilginize sunmaya değer görürüm:

Bu buyruklarımla örneğin her ilçede birer “Ulusal Vergi Kurulu” kurdum. Yurtta her evin birer  kat  çamaşır,  birer  çift  çorap  ve  çarık  hazırlayıp  Ulusal Vergi  Kuruluna  vermesini emrettim. Tüccar ve halkın elindeki çamaşırlık bez, kaput bezi, pamuk, yün ve tiftik, her türlü kışlık-yazlık kumaş, kösele, astarlık, meşin, çarık, potin, demir, çivi, nal ve nal demiri, yem torbası, yular, belleme, kaşağı, semer ve urganların yüzde kırkına, parası sonra ödenmek üzere elkoydum. Eldeki buğday, saman, un, arpa, fasulye, bulgur, nohut, mercimek, kasaplık hayvanlar, şeker, gaz, pirinç, sabun, yağ, tuz, zeytinyağı, çay ve mumun yine yüzde kırkına, parası sonradan ödenmek üzere elkoydum.

Buyruklarımın ve bildirimlerimin yerine getirilmesi için kurduğum İstiklâl Mahkemelerini Kastamonu, Samsun, Konya, Eskişehir bölgelerine gönderdim. Ankara’da da bir mahkeme kurdurdum.

12 Ağustos 1921 günü de Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleriyle birlikte Polatlı’da cephe karargâhına gittim.

Meydan savaşı 100 kilometrelik bir cephe üzerinde oluyordu. Sol kanadımız Ankara’nın 50 kilometre güneyine değin çekilmişti. Bunda hiçbir sakınca görmedik. Savunma çizgilerimiz yer yer kırılıyordu. Ama kırılan her bölüm, en yakın yerde yeniden oluşturuluyordu. Bunun için yurt savunmasını başka türlü anlatmayı ve bunda diretip üstelemeyi yararlı ve etkili buldum. Dedim ki:

“Savunma çizgisi yoktur, savunma alanı vardır. O alan bütün yurttur. Yurdun her karış toprağı yurttaşın kanıyla ıslanmadıkça düşmana bırakılamaz. Onun için küçük, büyük,  her birlik bulunduğu yerden atılabilir; ama küçük, büyük, her birlik ilk durabildiği noktada yeniden düşmana karşı cephe kurup savaşı sürdürür.”

İşte ordumuzun her bireyi, bu kurala göre, her adımda en büyük özveriyi gösterdi ve üstün düşman güçlerini yok ederek, yıpratarak, sonunda onu saldırıyı sürdüremeyecek bir duruma düşürdü.

Savaş durumunun bu aşamasını sezinler sezinlemez, hemen karşı saldırıya geçtik. Yunan ordusu yenildi ve geri çekilmek zorunda kaldı.  13 Eylül 1921 günü Sakarya Irmağının doğusunda düşman ordusundan hiçbir iz kalmadı. Böylece 23 Ağustostan 13 Eylüle değin yirmi iki gün, yirmi iki gece aralıksız süren Büyük ve Kanlı Sakarya Savaşı, yeni Türk devletinin tarihine, dünya tarihinde pek az olan büyük bir meydan savaşı örneği yazdı. Bilirsiniz ki savaş ve çarpışma demek, yalnız iki ordunun değil, iki ulusun bütün maddi ve manevi güçleriyle karşılaşıp birbiriyle vuruşması demektir.  Bunun için Türk ulusunu, düşüncesi ve duygusuyla, cephedeki ordu kadar savaşla doğrudan doğruya ilgilendirmeliydim. Yalnız düşman karşısında olanlar değil, köyde, evinde, tarlasında olan bütün ulus bireyleri, silahla vuruşan savaşçı gibi kendini görevli bilecek, bütün varlığını savaşa verecekti. Bütün maddi ve manevi varlığını yurt savunmasına adamakta ağır davranıp özen göstermeyen uluslar, savaşı ve çarpışmayı gerçekten göze almış ve başaracaklarına inanmış sayılamazlar.

Tevfik Paşa, 27 Ocak 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı olarak bana açık bir telgraf gönderdi. Telgrafında, “İtilaf Devletleri, 21 Şubatta Londra’da toplanacak konferansa, Osmanlı delegeleri yanında Ankara’nın yetkili temsilcilerinin de katılmasını istiyorlar” diyor, yanıtımızı makine başında beklediğini söylüyordu.

Tevfik Paşa’ya şu yanıtı verdim: “Ulusal iradeye dayanarak Türkiye’nin alınyazısını eline alan yasal ve bağımsız tek kuvvet, Ankara’da sürekli çalışmakta olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir.  İstanbul’da  herhangi  bir  kurulun  hiçbir  bakımdan  yasal  ve  hukuksal  niteliği yoktur. Kurulunuza düşen yurt ve vicdan görevi, bu gerçeğe uyarak, hemen ulus ve ülke adına başvurulacak yasal hükümetin Ankara’da olduğunu kabul edip bildirmektir.”

Tevfik Paşa’ya özel olarak da şu telgrafı çektim: “Konferansta ülkeyi ayrı ayrı temsil edecek iki kurulun ne denli sakıncalar doğuracağını, sizin gibi saygıdeğer bir kişinin tam olarak anladığına inanıyoruz.

“Padişah Hazretlerinin, ulusal iradenin belirdiği tek yer olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni tanıdığını resmi olarak bildirmesi artık gerekli olmuştur. Bu yapılmazsa, padişah-halifenin durumunun sarsılması tehlikesinden haklı olarak korkulur; bundan doğacak sorumluluk, önceden  kestirilmesi   olanaksız   tüm   sonuçlarıyla   birlikte,   doğrudan  doğruya   Padişah Hazretlerinin olacaktır.”

Tevfik Paşa 27 Ocak günlü telgrafındaki görüşleri yeniden bildirince, Bakanlar Kurulu adına Fevzi Paşa imzasıyla verdiğimiz yanıtta şunları istedik:

“1- Londra Konferansına katılacak Türkiye Delegeler Kurulu, yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetince seçilip gönderilecektir.

2-  Bizim göndereceğimiz  bu  kurulun, bütün Türkiye çıkarlarını temsil  edecek  tek  kurul olduğunu da İtilaf Devletlerine bildireceksiniz.

3- Bu kesin ve değişmez kararlara uymazsanız, ülkenin ve ulusun esenliği adına doğacak tarihsel sorumluluk tümüyle kurulunuzun olacaktır.”

Efendiler,  Dışişleri Bakanı olan Bekir  Sami Bey’in  başkanlığında  bağımsız  bir  delegeler  kurulu kuruldu. Bu kurul, Londra Konferansına özel olarak çağrıldığımızda katılmak üzere Roma’ya gönderildi. Kurul, İtalya Dışişleri Bakanı Kont Sforza aracılığıyla, konferansa resmi olarak çağrıldığımız kendilerine bildirildikten sonra, Londra’ya gitmiştir.

Efendiler, Londra Konferansının olumlu bir sonuca ulaşmadığını biliyorsunuz. Ama Kurul Başkanı ve Dış İşleri Bakanı Bekir Sami Bey, kendi başına, İngiltere, Fransa ve İtalya devlet adamlarıyla buluşup konuşmuş, her biriyle ayrı ayrı birtakım sözleşmeler imzalamış bulunuyordu. İtilaf Devletlerine ekonomik ve hukuksal ayrıcalıklar tanıyan bu sözleşmeleri hükümetimizin uygun görüp onaylaması olanaksızdı.

Açıkça söylemeliyim ki, Bekir Sami Bey’in bu sözleşmelerle Ankara’ya dönmüş olması, beni olağanüstü şaşırtmıştır. Kendisi, imzaladığı sözleşmelerin ülkenin yüksek çıkarlarına uygun olduğunu söylüyor, bunu Meclis’te de savunup kanıtlayabileceğini öne sürüyordu. Görüşünün yanlış ve mantıksız olduğunda kuşku yoktu. Meclis’te onaylanmak şöyle dursun, kendisinin Dışişleri Bakanlığından düşürüleceği kesindi.  Ama o günlerin koşulları,  Meclis’i siyasal görüşme ve tartışmalara boğmaya elvermediği için, Bekir Sami Bey’e görüşlerinin yersizliğini kendim söyledim ve bakanlıktan çekilmesini istedim. Bekir Sami Bey bu önerimi kabul etti ve çekilme yazısını verdi.

Efendiler, Sakarya zaferinden sonra Batı ile kurduğumuz olumlu ve verimli ilişki, 20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara Anlaşması’dır. İkinci İnönü zaferinden sonra Rusya ile Moskova Anlaşması imzalanmış ve Doğudaki durumumuz açıklığa kavuşmuştu. İtilaf devletlerinden de ilkelerimizi kabul edebileceklerle anlaşmayı istiyorduk. Özellikle Adana, Antep ve dolaylarını yabancı işgalinden kurtarmak bizim için önemliydi.

Bu illerimizi işgal eden Fransızların da türlü nedenlerle bizimle anlaşma eğiliminde oldukları anlaşılıyordu.  Bu başarılar üzerine Fransızlar 1920 Mayısından başlayarak bizimle ilişki kurup görüşme yolları aradılar. Fransa hükümeti, eski bakanlarından Bay Franklen-Buyon’u önce özel olarak Ankara’ya gönderdi. İlk toplantımızda kendisine, bizim için temel noktanın Ulusal And’ın kapsamı olduğunu bildirdim. “Yeni bir Türkiye devleti doğmuştur; bu yeni Türkiye, her bağımsız devlet gibi haklarını tanıtacaktır.” dedim

Uzun görüşme ve tartışmalardan sonra Ulusal And’ın tüm maddeleri birer birer okunarak görüşüldü ve tartışıldı. Üzerinde en çok durulan madde, yabancılara tanınmış olan ayrıcalıkların kaldırılarak tam bağımsızlığımızın tanınması maddesi oldu. Franklen-Buyon, bu sorunların incelenip düşünülmeğe değer olduğunu söyledi. Buna yanıt olmak üzere özetle şunları söyledim: “Tam bağımsızlık, bizim bugün bütün ulusa ve tarihe karşı üstlendiğimiz görevin asıl ruhudur. Bütün ulus bireyleri, bugün yalnız bir nokta çevresinde toplanıp, sonuna dek kanını akıtmağa karar vermiştir: O nokta, tam bağımsızlığımızın sağlanıp korunmasıdır.

“Tam bağımsızlık demek, elbette siyasal, mali, ekonomik, yargısal, askeri, kültürel, vb. her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksun olmak, ulusun ve ülkenin gerçek anlamında bütün bağımsızlığından yoksun olması demektir.”

Bay Franklen-Buyon bu sözlerim karşısında ciddi ve içtenlikli olarak kimi görüş ve düşünceler belirtti; bunun bir zaman sorunu olduğunu söyledi. Ankara’ya gelen bir Fransız kuruluyla önce 20 günlük bir ateşkes anlaşması yaptık.

Ne bekleniyordu? Belki de beklenen, Türk ulusal varlığının Birinci ve İkinci İnönü’den sonra, daha büyücek bir başarı ile pekiştirilmesiydi. Gerçekten de Bay Franklen-Buyon’un imzalayacağı Ankara Anlaşması, büyük ve kanlı Sakarya Savaşı’ndan 37 gün sonra, 20 Ekim 1921’de oluşan bir belgedir.

Bu anlaşma ile siyasal, ekonomik, askeri ve öbür alanların hiçbirinde, bağımsızlığımızdan hiçbir ödünde bulunmaksızın yurdumuzun değerli parçalarını işgalden kurtarmış olduk. Bu anlaşmayla Batı devletlerinden biri,  ilk kez olmak üzere,  ulusal isteklerimizi tanıyıp onaylamış oldu.

Büyük Millet Meclisi hükümetinin dışişleriyle ilgili ilk kararı da,  Moskova’ya bir kurul göndererek Rusya ile ilişki kurmak olmuştu. Moskova Antlaşmasının ön imzası 24 Ağustos 1920’de yapılmış, kesinleşmesi ise 16 Mart 1921’e kalmıştır.

Efendiler,  yüce kurulunuza Doğu cephemizden de biraz bilgi vereceğim:  Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı ve Erzurum Milletvekili olan Celalettin Arif Bey, 15 Ağustos 1920 günü, sürekli başağrısı gerekçesiyle Meclis’ten iki ay izin aldı. Erzurum milletvekillerinden Hüseyin Avni Bey’in de kendisiyle birlikte gönderilmesini istiyordu. Hüseyin Avni Bey’in herhangi bir özrü yoktu; kendisini ben özel bir görevle gönderdim.

Erzurum’a varan Celalettin Arif Bey, bana, 10, 15 ve 16 Eylül günlerinde, Erzurum halkı arasında büyük kaynaşma olduğunu bildiren şifre telgraflar göndermeğe başladı. Doğudaki kolordumuzda korkunç bozulmalar ve yolsuzluklar varmış. Halk, kendisinin oraya gitmekte olduğunu öğrendiği için beklemeğe başlamış. Yakınmalar dikkate alınmazsa Ankara’ya olan güven ortadan kalkabilirmiş. Buna karşı halk ile görüşerek eski Adana valisi Nâzım Bey’in Erzurum valiliğine getirilmesine karar vermişler; bu hükümetçe onaylanıncaya kadar da vali vekilliğini kendi üzerine almış.

Doğrusu Efendiler, ben bu bildirilenlere hiç inanmadım. Celalettin Arif ve Hüseyin Avni Beylerin birer yol bulup Ankara’dan Erzurum’a gitmeyi sağlamış olmalarını anlamlı buldum ve şaştım.  Üstelik ayni günlerde Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa da, Celalettin Arif Bey’in Doğu İlleri Valiliğine atanmasını önermekteydi; bu kişinin,  kendi komutasındaki ordunun büyük yolsuzluklara ve bozukluklara batmış olduğunu söyleyerek kendi tutumundan yakındığını bilmiyor görünüyordu.

Efendiler içinde bulunduğumuz durum çok önemli ve ağırdı. Durumu asıl ağırlaştıran neden, ayni günlerde Doğu Cephesinde Ermenilere karşı saldırıya geçmeğe karar vermiş ve hazırlığa geçmiş olmamızdı. Bunun için hazırlanmakta ve önlemler almakta idik. Doğu Cephesi Komutanına da gerekli buyruklar verilmişti. Hükümetin Adalet Bakanı ise, ileriye yürütülen bu ordunun sözde hırsızlığını, görevlilerinin yolsuzluklarını ortaya çıkarmak üzere ve yasadışı bir yolla vali-vekilliğini üstleniyordu! Beraberinde götürdüğü Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Bey ise, Milli Eğitim Bakanı Rıza Nur’a gönderdiği şifre telde şunları söylüyordu: “İslam halkına zulüm yapan Ermeniler karşısında ordunun yüreksizlik göstermesi ve yolsuzluklara meydan verilmesi, pek kötü etki yapmış ve her özveriye katlanan Erzurum halkını ayaklanmaya götürmüştür. Kâzım Paşa’da Doğu işlerini yönetebilecek güç bulunmamaktadır.”

Efendiler, Celalettin Arif Bey, ancak Büyük Millet Meclisi ordusunun Ermenilerle yapılan savaşı kazandığını gözleriyle gördükten sonra, Hüseyin Avni Bey’le Erzurum’dan ayrılmıştır. Meclis’te de karşıt tutum takınarak ve Kâzım Karabekir Paşa’ya saldırılarda bulunarak Meclisi çok oyalamışlardır.

Efendiler, Ermeniler, 24 Eylül 1920 sabahı Bardiz cephesinden baskın biçiminde yaptıkları genel saldırıda başarı sağladılar. Doğu Cephesinin bu hoş olmayan raporunu okurken, Celalettin Arif Bey’in de ayni günlü ultimatomunu alıyordum!

Ermeniler  geri püskürtüldüler. Ordumuz 28 Eylül sabahı ileri yürüyüşe geçti.  O gün de Erzurum’dan elli imzalı telgraf Ankara’ya saldırıyordu. Ne kötü rastlantı!.. Sanki bu baylar, bize karşı Ermenilerle sözleşmiş gibi!..

Ordu 29 Eylülde Sarıkamış’a girdi; Göle alındı. Ama bir ay burada kaldı. Buna Celalettin Arif Bey ve arkadaşlarının yarattığı durumun yol açtığını kestirebilirsiniz. Nitekim Kâzım Karabekir Paşa, 30 Eylül günlü şifresinde, Celalettin Arif Bey’e aynen şunları yazacaktır: “Erzurum halkı adına kırk-elli imzayla çekilen açık telgraf, dış düşmanların milyonlar harcayarak elde edemeyeceği bir belgedir!”

Efendiler, savaş alanında buyruk bekleyen Doğu Ordumuz, 28 Ekim günü Kars üzerine yürüdü. Düşman direnmeksizin Kars’ı bıraktı. 7 Kasım’da birliklerimiz Arpaçay’a kadar olan bölgeyi ve Gümrü’yü aldı. Ermeniler bir gün önce savaşı bırakmak ve barış yapmak için başvurmuşlardı. Görüşmeler sonunda Gümrü Andlaşması imzalandı. Bu, Ulusal Hükümet’in yaptığı ilk andlaşmadır. Ermenistan, Gümrü andlaşmasıyla, Osmanlı Devleti’nin 1877 savaşında yitirmiş olduğu yerleri de bize, ulusal hükümete bırakmış ve aradan çıkarılmıştır.

8 Şubat 1921 tarihinde de Türkiye – Gürcistan andlaşması için görüşmeler başladı ve verdiğimiz kesin bir ültimatom üzerine Ardahan ve Artvin’i geri aldık.

Efendiler, ilk iş olmak üzere bütün orduyla ilişki kurmak gerekiyordu.

21 Mayıs 1919’da Erzurum’da 15. Kolordu komutanına yazdığım bir şifre telgrafta genel durumumuzun aldığı korkunç biçimden çok üzgün olduğumu bildirdim; bu son görevi ulusa ve yurda karşı borçlu olduğumuz en son vicdani görevi yerine getirmek için kabul ettiğimi belirttim; bunu yakın bir ortaklaşa çalışmayla yapabileceğimizi, bir an önce Erzurum’a gitmek istediğimi söyledim; beni şimdiden aydınlatacak konular varsa bildirilmesini rica ettim.

23 Mayıs 1919 günü Ankara’daki 20. Kolordu Komutanına, Samsun’a geldiğimi, kendisiyle daha sıkı ilişki kurmak istediğimi bildirdim.

Trakya’daki askeri güç ve komuta durumunu bilmiyordum. Edirne’deki Kolordunun komutanı Cafer Tayyar Paşa’ya 18 Haziran 1919 günü şifreyle verdiğim yönergede şunları vurguladım: “Ulusal bağımsızlığımızı boğan ve yurdun bölünmesi tehlikelerine yol açan İtilaf Devletlerinin yaptıklarını, İstanbul hükümetinin de tutsak ve güçsüz durumunu biliyorsunuz. Ulusun yazgısını böyle bir hükümetin eline bırakmak, çöküşe boyun eğmek demektir.” “Trakya ve Anadolu’daki ulusal örgütleri birleştirmek ve ulusun sesini bütün gürlüğü ile dünyaya duyurmak üzere güvenilir bir yer olan Sivas’ta birleşik ve güçlü bir kurul oluşturulması kararlaştırılmıştır.

Bağımsızlığa ulaşıncaya değin bütün ulusla birlikte, özveriyle çalışacağıma and içtim. Artık benim için Anadolu’dan ayrılmak söz konusu olamaz.”

27/28 Haziran gecesinin sabahında Erzurum’a doğru yola çıkıldı.

25 Haziran’a dek Amasya’da kaldım. O günlerde İçişleri Nazırı olan Ali Kemal Bey, benim görevime son verildiğini,  artık hiçbir isteğimin yerine getirilmemesini bildiren bir şifre genelge yayınlamıştı; ulusal direniş örgütlerinin de halkı haraca kesen, boş yere kırdıran, yasa dışı kurullar olduğunu söylüyordu.

Ali Kemal Bey’in genelgesi görevlilerin ve halkın kafasını gerçekten karıştırmıştı. Ulusal girişimi baltalayıcı gösteri ve etkinliklerin en önemlisi Sivas’ta düzenlenmeye başlamıştı. İstanbul hükümetinin Elazığ valisi olarak gönderdiği Kurmay Albay Ali Galip, Sivas’ta benim ‘hain, başkaldırmış, zararlı bir kimse’ olduğum yolunda duvarlara yaftalar yapıştırmış. Vali Reşit  Paşa’ya  da,  ben  Sivas’a  gelir  gelmez  kollarımı  bağlayıp  tutuklaması  gerektiğini söylemiş.

25 Haziran günü Sivas’ta bir takım uygunsuz olaylar olduğunu öğrendim. Beşinci Tümen Komutanının  seçme  subay  ve  erlerden  kurulu  bir  atlı  piyade  birliği  hazırlayıp  Sivas’a göndermesini sağladım. Oraya gidişimizin hiçbir yere bildirilmemesi, Amasya’da da açıklanmaması için gerekli önlemi aldım. Öyle ki Sivas’a hareket ettiğimi bildiren telin de, ben Sivas’a vardığım sırada valinin eline geçecek bir saatte çekilmesini düzenledim.

Sivas’ta Ali Galip Beyle Reşit Paşa, bana karşı ne yapılması gerektiğini tartışırlarken, Reşit Paşa’ya Sivas’a geldiğimi bildiren telgrafımı verirler. Reşit Paşa teli Ali Galip Bey’e uzatır ve “İşte kendisi geliyor; buyurun tutuklayın!” der. Ve saatine bakarak ekler: “Geliyor değil, gelmiş olacaktır!”

Bunun üzerine Ali Galip, “Ben tutuklarım dedimse, kendi ilim içinde tutuklarım demek istedim.” deyince toplantıda bulunanları bir heyecan kaplar. Hep birden, “Haydi öyleyse karşılamaya gidelim!” diyerek toplantıya son verirler.

Sivas’a vardığımızda, caddenin iki yanı büyük bir kalabalıkla dolmuş, askeri birlikler tören duruşu almış bulunuyordu. Otomobillerden indik. Yürüyerek askeri ve halkı selamladım.

Bu görünüş, Sivas’ın saygıdeğer halkının ve Sivas’ta bulunan yiğit subay ve erlerimizin bana ne denli bağlılık ve sevgi duyduğunu gösteren canlı bir tanıktı.

Sivas’ta örgütlenme ve nasıl davranılacağı konularında gerekenlere yönerge verdikten sonra, hiç uyumadan geçen 27/28 Haziran gecesinin sabahında Erzurum’a doğru yola çıkıldı.

İstanbul hükümetince görevden alınan Erzurum ve Bitlis valileri Münir ve Mazhar Müfit Beyler, bana katılmak üzere Erzurum’da bekliyorlardı. Bu iki vali beyle On beşinci Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa ve yanında bulunan Rauf Bey,  eski İzmit Mutasarrıfı Süreyya Bey ve karargâhımdan Kurmay Başkanı Kâzım, Husrev ve Dr. Refik Bey arkadaşlarımla önemli bir görüşme yapmayı uygun gördüm.  Kendilerine genel ve özel durumu ve tutulması zorunlu olan davranış yolunu anlattım. Bu arada en elverişsiz durumları, genel ve kişisel tehlikeleri, her olasılığa karşı göze alınması zorunlu özverileri açıkladım. “Ulusal amaç için ortaya atılacakları yok etmek isteyenler bugün yalnız Saray,  İstanbul hükümeti ve yabancılardır; ama bütün halkın aldatılarak bizim karşımıza geçirilebileceğini de göz önünde tutmak gerekir. Öne atılacak olanların, her ne olursa olsun amaçtan dönmemeleri, ülkede barınabilecekleri son noktada, son soluklarını verinceye değin amaç uğrunda özveriyi sürdüreceklerine işin başında karar vermeleri gerekir. Yüreklerinde bu gücü duymayanların işe hiç girişmemeleri kuşkusuz daha iyidir. Çünkü hem kendilerini, hem de ulusu aldatmış olurlar.”

Sıvas Kongresine çağrı, sivil ve askeri makamlar yanında İstanbul’da bulunan Abdurrahman Şeref Bey, Ahmet İzzet Paşa, Halide Edip Hanım, Kara Vasıf Bey gibi kişilere de şifreyle gönderildi. Ancak bu kişilere ayrıca genelge niteliğinde bir de mektup yazdım. Bu mektupta özetle şu noktaları vurguladım:

“1. Yalnız toplantı ve gösterilerle büyük amaçlar hiçbir zaman gerçekleştirilemez.

  1. Büyük amaçlar ancak doğrudan doğruya ulusun bağrından doğan ortak güce dayanırsa kurtarıcı olur.
  2. İstanbul artık Anadolu’ya egemen değil, bağımlı olmak zorundadır.
  3. Size düşen özveri pek büyüktür.”

25/26 Temmuz tarihinde Bekir Sami Bey, Amasya’dan bana bir görüşünü iletiyordu. Bekir Sami Bey diyordu ki “Bağımsızlık istenmeğe ve yeğ tutulmağa değer. Ancak tam bağımsızlık isteyecek olursak, ülkemizin birçok parçalara ayrılacağı kesindir. Belli bir süre için Amerika’nın  güdümünü  istemeği,  ulusumuz  için  en  yararlı  çözüm  yolu  olarak  kabul ediyorum. “

Derken Efendiler, Kara Vasıf Bey bir kez daha söz alarak “Bütün devletler bizi bağımsız bırakacaklarını söyleseler bile yine güdümsüz yapamayız” dedi.

Efendiler, Meclis’in toplanma yeri konusunda o güne değin örgütümüzden gelen yanıtlar dört görüşün  varlığını  gösteriyordu:  İstanbul  dışında,  İstanbul’da,  İstanbul  yakınlarında  ve hükümet uygun bulursa İstanbul dışında.

Ben,  Meclis’in  İstanbul’da  saldırıya  uğrayacağını ve  dağılacağını  kesinlikle  bekliyordum. Böyle    bir    durumda    başvurulacak    önlemi    de    kararlaştırmıştım.    Hazırlığımız    ve düzenlemelerimiz de başlamıştı. Ankara’da toplanmak..

İşte  bu  görevi  yaparken,  ulusun  yanlış  anlamasına  yol  açmamak  için  bir  önlem  de düşünmüştüm: Meclis başkanlığına seçilmek. Amacım, dağıtılacak olan milletvekillerini, Meclis Başkanı niteliği ve yetkisiyle yeniden toplanmaya çağırmaktı.

Gerçekte İstanbul’a gitmeyecektim. Ama bunu açığa vurmadan zaman kazanacaktım.

Bana bu yolda çalışacaklarına söz vererek İstanbul’a giden arkadaşlardan bir-ikisi dışında hiçbirisi bu konudan söz bile etmediler.

Efendiler, o günlerde Trakya’nın durumuna da bir göz gezdirelim:

Derneğimizin Trakya Merkez Kurulu’na ve oradaki Kolordu Komutanına verdiğimiz yönerge,

Trakya’nın geleceğinin bütün ülkenin geleceğiyle birlikte düşünülebileceği ilkesine dayalıydı. Trakya bütünüyle düşman eline geçse bile, yalnız orası için önerilecek hiçbir çözüm yolu kabul edilmeyecekti. Trakya’daki komutanın kararının da böyle olduğu bildirilmekteydi. Ama son zamanlarda komutan Cafer Tayyar Paşa, yabancıların verdiği güvence üzerine yapılan bir çağrıyı kabul edip İstanbul’a gitmiş, ancak dönüşünden sonra durumu bize bildirmişti. Anlaşıldığına göre,  Doğu Trakya’nın  yalnız  başına  varlığını koruyamayacağı, ancak  Batı Trakya’yla  birlikte  bir  yabancı  yönetim  altında  yaşayabileceği  düşünceleri  aşılanmıştı. Herhalde moral yıkıcı bir takım propagandalar yapılmıştı.

Cafer Tayyar Paşa da Trakya’ya döndükten sonra kolordunun komutasını üzerine almamış.

Böylece Trakya’nın geleceği, İstanbul siyasal çevrelerinin etkisine bırakılmış.

20  Temmuz’da  Tekirdağ’a  bir  tümen çıkarıp  Edirne  yönünde  yürümeğe  başlayan Yunan ordusu, birlikleriyle daha önce Edirne’ye gelmiş olan Şükrü Naili Bey’in uyanıklık ve direnciyle durdurulabildi. Ne var ki Cafer Tayyar Paşa, kendi birlikleriyle ilişki kurmadı; kendisi Havza yakınlarında atla dolaşıyorken, birliklerinin bir bölümü ile düşmana tutsak oldu; geri kalan birlikleri ise Bulgarıstan’a sığındı. Trakya da baştan başa Yunanlıların eline geçti.

Efendiler, Trakyanın özel güçlükler ve koşullar içinde bulunduğuna kuşku yoktu. Ama bu özellik ve güçlükler, hiçbir zaman Trakya’daki ordunun, askerliğin ve yurtseverlik namusunun gereklerini yerine getirmesine engel olamazdı. Eğer bu yapılmamış ise, ulus ve tarih önünde bunun tek sorumlusu Cafer  Tayyar Paşa’dır. Tarihte bütün bir  yurdu, çok üstün düşman güçleri karşısında, son avuç toprağına değin yiğitçe ve namusluca savunup, yine de varlığını koruyabilmiş ordular görülmüştür. Türk ordusu o nitelikte bir ordudur. Yeter ki ona komuta edenlerde, komutanlık etme niteliği bulunsun! Lafla, politikayla, düşmanın aldatıcı sözlerine kulak vermekle askerlik görevi yapılamaz.

Efendiler, bir komutanın tutsak düşmesi de anlayışla karşılanabilir; ancak askerlik görev ve gereklerini yapıp uygulamakta elindeki gücü, son süngü ve son soluğa dek kullandıktan sonra, kendi kanını akıtmak fırsatını bulamadan düşman eline düşerse…

Bir Türk komutanının, herhangi bir kötü rastlantı ve şanssızlık sonucu bile olsa, ordusunu kullanmaksızın düşmana tutsak olmasını biz anlayışla karşılasak da, tarih bunu hiç bağışlamaz ve bağışlamamalıdır. Türk Devrim tarihinin gelecek kuşaklara ileteceği sözler ve uyarmalar işte budur!

Efendiler, hükümet kurma konusunda da tutulması gerekli yol, Osmanlı devletinin ve halifeliğin yıkıldığını kabul edip, yeni temellere dayalı yeni bir devlet kurmaktı. Ama durumu olduğu  gibi  söylemek,  amacın  büsbütün  yitirilmesine  yol  açabilirdi.  Efendiler,  Londra Konferansının olumlu bir sonuca ulaşmadığını biliyorsunuz. Ama Kurul Başkanı ve Dış İşleri Bakanı Bekir Sami Bey, kendi başına, İngiltere, Fransa ve İtalya devlet adamlarıyla buluşup konuşmuş,   her   biriyle   ayrı  ayrı   birtakım   sözleşmeler   imzalamış   bulunuyordu.  İtilaf Devletlerine ekonomik ve hukuksal ayrıcalıklar tanıyan bu sözleşmeleri hükümetimizin uygun görüp onaylaması olanaksızdı.

Efendiler,  açılışının  ilk  günlerinde  Meclis’e,  Türkiye’nin  izlemesi  gereken  siyasal  ilke konusundaki görüşlerimi sundum.

Bilindiği gibi Osmanlılar döneminde türlü siyasal yollar izlenmişti ve izlenmekteydi. Ben, bu  yollardan hiçbirinin yeni Türkiye devletinin izleyeceği yol olamayacağı kanısına varmıştım. Osmanlı Padişahları hem Avrupa’yı, hem İslam dünyasını buyruğu ve yönetimi altına almak amacını güttü. Değişik ulusları ortak ve genel bir ad altında toplayarak eşit hak ve koşullar içinde tutup güçlü bir devlet kurmak, parlak ve çekici bir siyasal görüştür. Ama aldatıcıdır. Dahası, ulaşılamayacak bir amaçtır. Bu, yüzyılların çok acı ve kanlı olaylarla ortaya koyduğu bir  gerçektir.  İslamcılık ve  Turancılık  siyasetinin  başarı kazandığı  tarihte  görülebilmiş değildir.

Bizim açık ve uygulanabilir gördüğümüz siyasal yol, ‘ulusal siyaset’ tir:  Ulusal sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi gücümüze dayanarak varlığımızı korumak; ulus ve ülkenin gerçek mutluluk ve bayındırlığına çalışmak; gelişigüzel ve ulaşılamayacak istekler ardında ulusu uğraştırıp zarara sokmamak; uygar dünyadan uygar ve insanca davranış, karşılıklı dostluk beklemek.

Efendiler, hükümet kurma konusunda da tutulması gerekli yol, Osmanlı devletinin ve halifeliğin yıkıldığını kabul edip, yeni temellere dayalı yeni bir devlet kurmaktı. Ama durumu olduğu gibi söylemek, amacın büsbütün yitirilmesine yol açabilirdi. Çünkü genel düşünce ve eğilim,  henüz  halife-padişahın  özürlü  olduğu  yolundaydı.  Meclis’te  hemen  halife-sultan makamıyla bağlantı kurma ve İstanbul hükümeti ile uzlaşma akımı başlamıştı.

Hükümet kurulması konusunda bunları göz önünde tutmakla birlikte, asıl amacı koruyan önerimi yazılı olarak Meclis’e sundum. Kısa bir tartışma sonunda kabul edilen bu önergeye bakıldığında, temel ilkelerin şöylece yer aldığı görülür:

“1- Hükümet kurmak zorunludur.

2- Geçici bir devlet başkanı ya da Padişah vekili ortaya çıkarmak uygun değildir.

3- Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir güç yoktur.

Not: Halife-padişah, baskı ve zorlamadan kurtulduğu zaman, Meclis’in düzenleyeceği yasal ilkeler içindeki yerini alır.”

Efendiler,  bu  ilkelere  dayalı  bir  hükümetin  niteliği  kolaylıkla  anlaşılabilir:  bu,  ulusal  egemenlik temeline dayalı olan halk hükümetidir; cumhuriyettir. Zaman geçtikçe bu ilkelerin neleri kapsadığı anlaşılmaya başladı. İşte o zaman tartışmalar ve olaylar birbirini izledi.

Meclis, bu açıklamalarımı ve önerimi yaptıktan sonra beni başkanlığa seçmekle, bana olan genel   güvenini  gösterdi.   Ayrıca   kısa   süre   içinde   Vatan   Hainliği   Yasasıyla   İstiklal Mahkemeleri yasasını çıkararak, devrimlerin doğal gereklerini yapmaya koyuldu.

Efendiler, bütün grupların ve Meclis üyelerinin çoğunun bu iki ilke üzerinde birleşmelerini sağladım. Ama ikinci noktayı anlamlı bulanlar oldu. Bunlar, düşüncelerini açığa vurmamakla birlikte, bu noktadaki anlam ve amacın gerçekleşmemesi için hemen işe koyulmakta gecikmediler. Erzurum milletvekili Hoca Raif Efendi ve kimi arkadaşları örgütümüzün Erzurum Merkez Kurulu’nun adını “Muhafaza-i Mukaddesat”, yani “Kutsal Değerlerin Korunması”  derneği  olarak  değiştirmeye  kalkıştılar.  Ben  bunu  öğrenince  hemen  Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa’nın dikkatini çektim ve adı geçenleri bu tür girişimlerden vazgeçirmesini rica ettim.

Meclis, açıldıktan dört ay sonra, “Büyük Millet Meclisi’nin Kuruluş ve Niteliğine İlişkin Yasa” başlıklı bir tasarı hazırladı. Tasarı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni olağan dışı koşulların ürünü, dolayısıyla geçici sayıyordu. Kimi Meclis üyeleri daha da ileri giderek, Meclis’in yetki ve görevlerini belirten birinci maddeye “Halifelik ve padişahlığın kurtulmasına  .. değin” yolunda açıklık getirilmesini istiyorlardı. ‘Halife ve Padişah vardır ve var olacaktır. Bu makam işler duruma getirilinceye kadar, Ankara’ya toplanmış olan bir takım kişiler, geçici önlemlerle çalışacaklardır’ demek istiyorlardı.

Buna karşı olan görüşte ise açıklık yoktu. “Padişahlık ulusa geçmiştir; Padişahlık kalmamıştır. Halifelik de Padişahlık demektir; böyle olunca onun da varlığının bir anlamı yoktur” diye apaçık konuşulamıyordu. Otuz yedi gün süren tartışmalar sonunda, 25 Eylül 1920 günü, bir gizli oturumda bu konuda kimi açıklamalar yapmayı yararlı gördüm ve başlıca şu düşünceleri belirttim: “Türk ulusunun ve onun biricik temsilcisi olan yüce Meclis’in,  yurt  ve ulusun bağımsızlığını, yaşamını güvenceye almaya çalışırken, halifelik ve padişahlıkla bu denli çok ilgilenmesi sakıncalıdır. Eğer amaç bugünkü halife ve padişaha bağlılığı dile getirmek ise, bu kişi haindir; düşmanların, yurt ve ulusa kötülük yapmak için kullandıkları araçtır. ‘Öyleyse O’nu yerinden indirip hemen başkasını seçeriz’ demek istiyorsanız, bugünkü halife ve padişah haklarından  vazgeçmeyerek  bildiğiniz  çalışmalarını  sürdürebilir;  o  zaman  ulus  ve  yüce Meclis, asıl amacını unutup halifeler sorunuyla mı uğraşacak? Ali ve Muaviye çağını mı yaşayacağız?  Kısacası  bu  sorun  geniş,  ince  ve  önemlidir;  çözümü  bugünün  işlerinden değildir.”

24 Temmuz 1923  günü  Lozan’da  imzalanan andlaşma, 24  Ağustos 1923 günü Meclis’te onaylandı.

Efendiler, Mondros Ateşkes Anlaşmasından sonra, düşman devletler Türkiye’ye dört kez barış     önermişlerdir. Bunların birincisi Sevr tasarısıdır. İkincisi, Birinci İnönü Savaşından sonra yapılmıştır ve büyük ölçüde Sevr tasarısını olduğu gibi yineleyen öneridir. Üçüncü öneri, Sakarya zaferi ve Türk – Fransız Ankara Anlaşmasından sonra yapılmıştır. Sevr’den yola çıkma ilkesinden vazgeçmekle birlikte, ulusal amacımızı gerçekleştirecek nitelikten uzaktı. Dördüncü barış önerisi ise Lozan Andlaşmasının imzasıyla sonuçlanmıştır. İtilaf devletlerinin Türkiye’ye  uygulamak  istedikleri  koşullarla,  ulusal  eylem  sonunda  elde  ettiğimiz  sonuç arasındaki farkı açıkça  belirtmek  için,  Sevr  ile  Lozan arasında  bir  karşılaştırma  yapmak yararlı olacaktır:

Ülke sınırları açısından, Sevr Trakya sınırımızı Çatalca yakınından geçiriyorken, Lozan’da Meriç   nehri   sınır   oldu.   Sevre   göre   İzmir   bölgesinde   Türkiye   egemenlik   hakkının kullanılmasını Yunanistan’a bırakacak,  bölge  meclisi de  beş  yıl  sonunda İzmir  bölgesini Yunanistan’a katabilecekti. Lozan’da böyle bir şeyin sözü bile edilmemiştir. Suriye sınırı, Sevre göre Karataş burnundan başlayarak Osmaniye, Gaziantep, Urfa  ve Mardin’in epey kuzeyinden geçiyordu. Lozan’da, 20 Ekim 1921 günlü Ankara Anlaşması’ndaki gibi kaldı.

Sevr, Kafkasya’da Türk Ermeni sınırının saptanmasını Amerikan Cumhurbaşkanı Vilson’a bırakmış, O da Giresun’un doğusundan, Erzincan’ın batı ve güneyinden Bitlis ve Van gölü güneyine giden çizgiyi sınır olarak göstermişti. Lozan’da bu sorun ortadan kalkmıştır.

Sevr,  Boğazlarda  asker  bulundurma  ve  askeri  hareketler  yapma  yetkisini  yalnız  İtilaf Devletlerine tanıyordu. Lozan’a göre hiçbir yerde İtilaf devletlerinin işgal kuvveti kalmadı. Sevr,  Fırat’ın doğusunda  ve  Ermenistan,  Suriye  ve  Irak  arasında  bir  özerk  Kürt  bölgesi öngörüyordu. Lozan’da elbette söz konusu ettirilmemiştir.

Sevr,  Fransa  ve  İtalya’ya  sömürü  bölgeleri  tanımaktaydı.  Lozan’da  söz  konusu  bile edilmemiştir.

Sevr,  andlaşma  doğru  uygulanmazsa  İstanbul’un  bile  bizden  alınmasını  kabul  ediyordu. Lozan’da böyle bir şey söz konusu değildir.

Sevr İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, hatta Ermenistan ve Yunanistan’a yargısal, ekonomik ve mali ayrıcalıklar tanıyorken, Lozan bu gibi bağlayıcı hükümlerin tümünü kaldırmıştır.

Saygıdeğer Efendiler, Lozan Barış Andlaşması, Türk ulusuna yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Andlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastin yıkılışını anlatan bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir siyasal zafer eseridir!

İtilaf Devletleri bizi  28  Ekim 1922’de Lozan’da  barış  konferansına çağırdılar.  Ama  hâlâ İstanbul’da bir hükümet tanımak istiyor ve onu da bizimle birlikte konferansa çağırıyorlardı. Bu   ortaklaşa  çağrılma  olayı,  kişi  saltanatının  kaldırılması  işlemini  kesin  bir  sonuca bağlamamıza yol açtı.

Efendiler,  bilindiği  gibi  saltanat  ve  Halifelik,  önemli  sorunlardan  sayılmaktaydı.  Bunu doğrulayan bir anımı bilginize sunayım: 1 Kasım 1922 gününden önce, Meclis çevrelerindeki karşıtlarımız,   benim  saltanatı  kaldıracağım  yolunda  kaygılı   ve   heyecanlı  propaganda yapıyorlardı. Bir gün Rauf Bey, benimle önemli bir takım işleri görüşmek istediğini, akşam Refet Paşa’nın Keçiören’deki evine gidersem daha güzel konuşabileceğimizi söyledi. Rauf Bey’in  önerisini  kabul  ettim.  Rauf  Bey  özetle  şunları  söyledi:  ‘Meclis,  saltanatın,  belki halifeliğin  de  kaldırılmak  istendiği  kaygısı  içinde  üzgündür.  Sizden  ve  sizin  gelecekte alacağınız durumdan kuşkulanmaktadır. Bu nedenle Meclise ve ulus kamuoyuna güvence vermeniz gerektiğine inanıyorum.’

Rauf Bey’e saltanat ve halifelik konusundaki düşüncesinin ne olduğunu sordum. “Ben” dedi, “saltanat ve halifelik makamına vicdanımla ve duygularımla bağlıyım. Çünkü benim babam Padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı devletinin önde gelen adamları arasında yer almıştır. Benim de kanımda o ekmekten kırıntılar vardır. Padişaha bağlı kalmak borcumdur. Halifeye bağlı kalmak ise eğitimimin gereğidir. Bir de bizde toplumu düzen içinde tutmak güçtür; bunu ancak herkesin gözünde erişilemeyecek kadar yüce bir makam sağlayabilir. O makam da saltanat ve halifeliktir. Bu makamları kaldırıp yerine başka nitelikte bir varlık koymak, yıkıma yol açar.”

Karşımda oturan Refet Paşa’ya düşüncesini sordum. O da “Bizde Padişahlık ve Halifelikten başka  yönetim  biçimi  söz  konusu  olamaz.  Rauf  Bey’in  bütün  düşünce  ve  görüşlerine katılırım” dedi.

Fuat  Paşa  ise  Moskova’dan  yeni  geldiği  için  konu  üzerinde  kesin  bir  düşünce  öne süremeyeceğini söyledi.

Ben kendilerine, “Söz konusu ettiğiniz sorun, bugünün işi değildir. Meclis’te kimilerinin kaygı ve heyecan duymasına da yer yoktur.” dedim.

Efendiler, Rauf Bey, belki de kimi kişilerin gözünde üstlenmiş olduğu görevi yapmıştı. Ben de, genel ve tarihsel görevimin o güne ilişkin aşamasını, açıkladığım gibi yerine getirmiştim.

Ama  genel  görevimin  gerektirdigi  asıl  işi  yapma  zamanı  geldiğinde  hiç  duraksamadım. Saltanatı halifelikten ayırıp  önce  saltanatı kaldırmaya  karar  verdiğim zaman,  Rauf Bey’i Meclis’teki odama çağırdım ve Keçiören’deki toplantıda sabahlara dek dinlediğim görüşlerini hiç  bilmiyormuşum  gibi,  kendisinden  şunu  istedim:  ‘Halifeliği  ve  saltanatı  birbirinden ayırarak  saltanatı  kaldıracağız!  Bunun uygun olduğunu kürsüden söyleyeceksiniz!”  Rauf Bey’le bundan başka hiçbir şey konuşmadık. Rauf Bey odamdan çıkmadan önce, yine aynı amaçla çağırmış olduğum Kâzım Karabekir Paşa geldi. Ondan da aynı yolda konuşmasını rica ettim.

Efendiler, Rauf Bey kürsüde bir  iki kez konuştu ve dahası, saltanatın kaldırıldığı günün bayram kabul edilmesini de önerdi.

Konu üzerinde 30 Ekim 1922 günü Meclis’te görüşmeler başladı. İstanbul’da hükümet adını takınan adamların Vatan Hainliği Yasasına göre cezalandırılmasını isteyen önergeler verildi.

Sonunda  Efendiler,  Osmanlı  İmparatorluğunun  yıkıldığını,  yeni  bir  Türkiye  Devletinin doğduğunu, Anayasa gereğince egemenlik  haklarının ulusta olduğunu belirten bir  önerge hazırlanıp seksenden çok arkadaşa imzalatıldı. Bu önergede benim de imzam vardır.

1  Kasım  1922  günü  konu,  Anayasa,  Din  işleri  ve  Adalet  komisyonlarının  bir  arada yapacakları  karma  komisyona  verildi.  Din  İşleri  Komisyonundan  gelen  hoca  efendiler, herkesçe bilinen uydurma sözlere dayanarak Halifeliğin Padişahlıktan ayrılamayacağını öne sürdüler. Bu savları çürütüp tersini savunacak özgür düşünceliler ortaya çıkar görünmedi. Sonunda Karma Komisyon Başkanından söz aldım. Önümdeki sıranın üzerine çıkarak yüksek sesle şunları söyledim: “Efendim, egemenlik ve saltanat, hiç kimse tarafından, hiç kimseye, bilim gereğidir diye, görüşmeyle, tartışmayla verilmez. Egemenlik,  saltanat, güçle,  erkle, zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk ulusunun egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı. Şimdi  de  Türk  ulusu,  bu  saldırganlara  artık  yeter  diyerek,  ayaklanarak,  egemenlik  ve saltanatını doğrudan kendi eline  almış  bulunuyor.  Burada  toplananlar,  Meclis  ve  herkes konuyu doğal görürse, kanımca uygun olur. Yoksa gerçek yine yolu yordamıyla anlatılacaktır. Ama belki bir takım kafalar kesilecektir.” Bunun üzerine Ankara milletvekillerinden Hoca Mustafa  Efendi,  “Bağışlayınız  efendim,”  dedi,  “biz  konuyu  başka  açıdan  düşünüyorduk; açıklamalarınızdan aydınlandık.” Konu Karma Komisyonca bir çözüme bağlanmıştı. Saygıdeğer Efendiler, her yerde siyasal parti kurma konusunda da halkla uzun söyleşiler yaptım. 7 Aralık 1922 günü de Ankara basını aracılığıyla “Halk Fırkası” adında bir siyasal parti kurmak istediğimi bildirerek, program konusunda bütün yurtseverlerle bilim adamlarının yardım ve katkılarını diledim. Sonunda 8 Nisan 1923’te, görüşlerimizi dokuz ilkede saptadım. Bu  program  bugüne  değin  yapıp  sonuçlandırdığımız  bütün  sorunları  içeriyordu.  Ancak programa yazılmamış kimi önemli sorunlar da vardı. Örneğin Cumhuriyet’in ilanı, Halifeliğin ve Din İşleri Bakanlığının kaldırılması, medrese ve tekkelerin kaldırılması, şapka giyilmesi.. gibi.

Bakanlar    Kurulunun    hergün    temelsiz    bir    takım    nedenlerle    düzenli    çalışmaktan         alıkonulduğunu görünce, uygun zamanını beklediğim bir düşünceyi uygulamaya sıra geldiğini anladım. Kemalettin Sami ve Halit Paşa’ları akşam yemeğine çağırdım. İsmet Paşa ile Milli Savunma Bakanı Kâzım Paşa’ya ve Fethi Bey’e de benimle gelmelerini söyledim. Çankaya’da beni görmek için bekleyen Rize Milletvekili Fuat ve Afyon Milletvekili Ruşen Eşref Beyleri de yemeğe alıkoydum.

Yemek  yenirken,  “Yarın  Cumhuriyet  ilân  edeceğiz!”  dedim.  Oradaki  arkadaşlar  hemen düşünceme   katıldılar.   Yemeği   bıraktık.   O   dakikadan   başlayarak   nasıl   davranılacağı konusunda kısa bir program saptayarak arkadaşlara görev verdim.

İsmet  Paşa  Çankaya’da  konuktu.  O’nunla  yalnız  kalınca  bir  yasa  tasarısı  hazırladık.  Bu tasarıda  20  Ocak  1921  tarihli  Anayasa’nın  devlet  biçimine  ilişkin  maddelerini  şöylece değiştirmiştim:

Birinci  maddenin sonuna, “Türkiye Devleti’nin  hükümet  biçimi cumhuriyettir.” Cümlesini ekledim.

Üçüncü maddeyi şöyle değiştirdim: “Türkiye devleti,  Büyük Millet  Meclisi’nce  yönetilir. Meclis, hükümetin yönetim dallarını bakanlar kurulu aracılığıyla yürütür.”

  1. ve 9. maddeler şöyle olacaktı: “Türkiye Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunca ve kendi üyeleri arasından, bir seçim dönemi için seçilir.”

“Cumhurbaşkanı, başbakanı Meclis üyeleri arasından seçer. Öbür bakanları da başbakan, yine  Meclis üyeleri arasından seçtikten sonra, hepsini Cumhurbaşkanı ve Meclis’in onayına sunar.” Saygıdeğer  Efendiler,  önerimi 29  Ekim  günü  Halk  Fırkası  Meclis  Grubu  Genel  Kurulu toplantısında açıkladım.

Önerimin  niteliği  anlaşıldıktan  sonra  tartışmalar  başladı.  Konuşanlardan  muhalif  olanlar, “Anayasa’yı değiştirme yetkimiz yoktur; öneri parti grubunda değil, genel kurul açık oturumunda ve özgürce görüşülmelidir” diyorlardı. Yunus Nadi, Vehbi, Halil, Hamdullah Suphi ve Seyyit Beyler, Anayasa’da değişiklik yapmaya yetkili olduğumuzu söylediler. İsmet Paşa, “Bütün dünya bizim bir hükümet biçimini görüştüğümüzü biliyor. Bunu bir sonuca bağlamamak, güçsüzlüğü ve dağınıklığı sürdürmekten başka bir şey değildir.”dedi; “Ulus, egemenliğine ve geleceğine kendisi el koymuştur. Öyle ise bunu yasa ile belirtmekten niçin çekiniyoruz?“ diye sordu.

Rahmetli Abdurrahman Şeref Bey de konuşmasında, “‘Egemenlik sınırsız ve koşulsuz olarak ulusundur’ dedikten sonra, kime sorarsanız sorunuz, bu Cumhuriyettir. Ama bu ad kimilerine hoş gelmezmiş, varsın gelmesin!” dedi.

Tasarı  Meclis  Genel  Kurulunda  ivedilikle  görüşülerek,  birçok  milletvekilinin  “Yaşasın Cumhuriyet!”  diye  alkışlanan  konuşmalarıyla  kabul  edildi.  Ondan  sonra  Cumhurbaşkanı seçimi  yapıldı.  Oylamanın  sonucunu  Başkanlık  makamında  bulunan  İsmet  Bey  şöylece bildirdi: “Türkiye Cumhuriyeti Başkanlığı seçimi için yapılan oylamaya 158 kişi katılmış ve Cumhurbaşkanlığına yüz elli sekiz üye oy birliğı ile Ankara Milletvekili Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerini seçmişlerdir.”

Efendiler, seçimden hemen sonra Mecliste yaptığım konuşmada, şunları vurguladım:

“Saygıdeğer arkadaşlarım, ulusumuzun dünya çapında olağanüstü olaylar karşısındaki gerçek uyanıklığının belgesi olan Anayasa değişikliği tasarısını kabul etmekle, Türkiye devletinin öteden beri dünyaca bilinen, bilinmesi gereken niteliğini, uluslararası adıyla adlandırdınız..

Efendiler, yüzyıllardan beri Doğuda haksızlığa ve kıyıma uğratılan ulusumuz, Türk ulusu, doğasından gelen niteliklerden yoksun sayılıyordu. … Ulusumuz sahip olduğu nitelikleri ve değeri, hükümetin yeni adıyla uygarlık dünyasına daha kolay gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünyadaki yerine yaraşır olduğunu başaracağı işlerle kanıtlayacaktır.”

Meclis’in Cumhuriyeti kabul kararı 29/30 Ekim 1923 gecesi saat 8.30’da verildi. Durum o gece bütün ülkeye bildirildi ve her yerde, gece yarısından sonra 101 kez top atılarak halka duyuruldu.

Efendiler, Cumhuriyetin ilânı bütün ulusu sevindirdi. Her yerde parlak gösterilerle sevinçler açığa vuruldu. Yalnız İstanbul’daki iki – üç gazete ile İstanbul’da toplanan bir takım kişiler, ulusun içten gelen sevincine katılmakta duraksadılar; kaygıya düştüler; Cumhuriyetin ilanına önayak olanları eleştirmeğe başladılar.

Efendiler, Rauf Bey de bu konuyla ilgili olarak gazetecilerle bir konuşma yapmıştı. Rauf Bey, “Ad değiştirmekle ya da üst tabakada biçim değiştirmekle gerçek gereksinimler karşılanmış olmaz.” diyerek Cumhuriyetten söz etmek bile istemiyordu.

Efendiler, bireysel saltanat kaldırılınca, devlet başkanlığının Halifelik makamında sürmekte olduğu görüş ve inancında olanlar, Cumhuriyetin ilânı gününe kadar umut içinde yaşamaktaydılar. Bundan dolayı Rauf Bey’in, devlet başkanlığını Halife’de saydığına kuşku yoktur. İşte Cumhuriyetin ilânı üzerine, Rauf Bey’i ve kendisi gibi düşünenleri telaşa ve tepkiye götüren gerçek neden, devlet başkanlığı makamına cumhurbaşkanının getirilmiş olmasıdır.

O günlerde İstanbul’da bulunan ordu müfettişlerimiz de gazetelere demeçler vererek, türlü nedenlerle  düzenlenen  ziyafetlerde  söylevler  çekerek  duygularını  belirtiyorlardı. Cumhuriyetin ilânı üzerine İstanbul’da kimi kişiler Halifeye de bir rol yaptırmak hevesine kapıldılar.

Tanin Gazetesi yazarı Lutfi Fikri Bey şunları yazıyordu: “Şaşarak ve üzülerek görüyoruz ki, bugün  Türkü  çekemeyen  dışardan  kimseler  değil,  biz  Türkler  kendimiz,  bu  Halifelik hazinesini elimizden temelli çıkaracak girişimlerde bulunuyoruz! Gönlünde gerçek ulusluk duygusu olan her Türk, halifeliğe dört elle sarılmak zorundadır.” Oysa Efendiler, yabancılar Halifeliğe saldırmıyorlardı; ama Türk ulusu saldırıdan kurtulamıyordu. Çanakkale’de, Suriye’de, Irak’ta, İngiliz ve Fransız bayrakları altında Türklerle vuruşanlar Müslüman uluslardı. Türk ulusuna daha kolay saldırabilmek için Halifeliğin devamı tercih ediliyordu.

Efendiler, her sorunda ve her uygulamada kendisinden söz ettiren Halifeye ve Halifeliğe bir kez daha değineceğim. 1924 yılı başında yapılacak ordu savaş oyunları dolayısıyla iki aya yakın süreyle İzmir’de kaldım.

22 Ocak 1924 günü İsmet Paşa’dan aldığım şifre telgraf, Halife adına kendisine bir başvuru yapıldığını bildiriyordu. Bu başvuruda kimi gazetelerin Halifenin kişiliğine ve makamına yönelik eleştirilerinden yakınılmaktaydı; İstanbul’a giden hükümet ileri gelenlerinin ve resmi kurulların Halifeyi ziyaret etmemesinden üzüntü duyulduğu bildirilmekteydi.

Bu tele aynı gün makina başında  verdiğim yanıtta şunları belirttim: “Basındaki olumsuz yayınlar, Halifenin kendi tutum ve davranışından ileri gelmektedir. Cuma alayları, yabancı devlet temsilcileriyle ilişki kurma, gösterişli geziler ve saray yaşamı bunun örnekleridir. “Türkiye  Cumhuriyeti  ileri  gelenlerinin  ya  da  resmi  kurullarının  kendisiyle  görüşmesini istemesi bile Cumhuriyetin bağımsızlığına açık saldırıdır. Halife ve bütün dünya kesin olarak bilmelidir ki, Halifelik makamının gerçekte ne din ne de siyaset açısından hiçbir varlık nedeni yoktur.”

Bu  yazışmadan  sonra  İsmet  Paşa  ve  Milli  Savunma  Bakanı  Kâzım  Paşa  da  İzmir’e gelmişlerdi. Zaten orada bulunan Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa’nın da katılımıyla toplandık.  Hepimiz  Halifeliğin  kaldırılması  gerektiği  görüşünde  birleştik.  Aynı  zamanda Dinsel İşler ve Vakıflar Bakanlığı da kaldırılacak, eğitim ve öğretim de birleştirilecekti. 1 Mart  1924  günü  Büyük  Millet  Meclisi’nin  beşinci  çalışma  yılı  dolayısıyla  yaptığım konuşmada bu üç noktayı vurguladım.

3 Mart günü Meclis’e üç yasa tasarısı sunuldu:

1- Halifeliğin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının Türkiye dışına çıkarılması önerisi;

2- Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı ile Genel Kurmay Bakanlığı’nın kaldırılması önerisi;

3- Eğitim ve Öğretimin birleştirilmesi önerisi.

Öneriler görüşülmege başlandığında ilk karşı çıkış  Kastamonu Milletvekili Halit Bey’den geldi. Ona bir iki kişi daha katıldı. Önerileri destekleyen pekçok milletvekilleri de görüşlerini belirttiler.  Rahmetli Seyyid  Bey’le  İsmet  Paşa’nın  bilimsel  ve  inandırıcı konuşmaları her zaman için okunmaya değer. Görüşme ve tartışmalar beş saate yakın sürdü ve Türkiye Büyük Millet Meclisi 429, 430 ve 431 sayılı yasaları kabul etti.

Bu yasalarla:

“Türkiye  Cumhuriyetinde  insanlar  arası  ilişkileri  düzenleyecek  yasaları  yapıp  yürütmeğe Türkiye Büyük Millet Meclisi yetkili” kılındı; Din işleri ve Vakıflar Bakanlığı kaldırıldı. Türkiye’deki  bütün  bilim,  eğitim  ve  öğretim  kurumları,  bütün  medreseler  Milli  eğitim Bakanlığına bağlandı.

Halife yerinden indirildi, Halifeliğe son verildi; yerinden indirilen Halife ile Osmanlı Hanedanının bütün üyelerinin, Türkiye Cumhuriyeti ülkesinde oturma hakkı sonsuza değin kaldırıldı.

Efendiler, Halifeliğin korunmasında dinsel ve siyasal yarar bulunduğunu sanan kimi kişiler, Halifelik görevini kendi üzerime almamı önerdiler. Bu gibilere hemen, gerekli olumsuz yanıtı verdim.  Bunlardan  Antalya  Milletvekili  Rasih  Efendi  de,  gezdiği  ülkelerdeki  müslüman halkın  benim  Halife olmamı istediğini söylüyordu. Kendisine  şunları söyledim:  “Siz din bilginisiniz. Halifenin devlet başkanı demek olduğunu bilirsiniz. Başlarında kıralları, imparatorları bulunan uyrukların, bana getirdiğiniz dilek ve önerilerini nasıl kabul edebilirim? Kabul ettim desem, onların başındaki kişiler bunu kabul eder mi? Yapacak işi ve anlamı olmayan, kuruntu ürünü böyle bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı?”

Efendiler, açık ve kesin olarak söylemeliyim ki, Müslüman halkı, önem ve anlamdan yoksun bir  Halife  konusuyla  uğraştırıp  kandırmaya  çalışanlar,  yalnız  ve  ancak  müslümanların, özellikle de Türklerin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna kapılmak da ancak ve ancak bilgisizlik ve aymazlık belirtisidir. Müslümanları ve Türk ulusunu bu düşük düzeyde saymak ve Müslümanlık  dünyasının  vicdan  temizliğinden,  yaratılış  inceliğinden  alçakça  ve  canice amaçlar için yararlanmayı sürdürmek, artık o kadar kolay olmayacaktır. Utanmazlığın da bir sınırı vardır!

Meclis, açıldıktan dört ay sonra, “Büyük Millet Meclisi’nin Kuruluş ve Niteliğine İlişkin Yasa” başlıklı bir tasarı hazırladı. Tasarı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni olağan dışı koşulların ürünü, dolayısıyla geçici sayıyordu. Kimi Meclis üyeleri daha da ileri giderek, Meclis’in yetki ve görevlerini belirten birinci maddeye “Halifelik ve padişahlığın kurtulmasına .. değin” yolunda açıklık getirilmesini istiyorlardı.

Buna karşı olan görüşte ise açıklık yoktu. “Padişahlık ulusa geçmiştir; Padişahlık kalmamıştır. Halifelik de Padişahlık demektir; böyle olunca onun da varlığının bir anlamı yoktur” diye apaçık konuşulamıyordu. Otuz yedi gün süren tartışmalar sonunda, 25 Eylül 1920 günü, bir gizli oturumda bu konuda kimi açıklamalar yapmayı yararlı gördüm ve başlıca şu düşünceleri belirttim:

“Türk ulusunun ve onun biricik temsilcisi olan yüce Meclis’in, yurt ve ulusun bağımsızlığını, yaşamını güvenceye almaya çalışırken, halifelik ve padişahlıkla bu denli çok ilgilenmesi sakıncalıdır. Eğer amaç bugünkü halife ve padişaha bağlılığı dile getirmek ise, bu kişi haindir; düşmanların, yurt ve ulusa kötülük yapmak için kullandıkları araçtır. ‘Öyleyse O’nu yerinden indirip hemen başkasını seçeriz’ demek istiyorsanız, bugünkü halife ve padişah haklarından vazgeçmeyerek  bildiğiniz  çalışmalarını  sürdürebilir;  o  zaman  ulus  ve  yüce  Meclis,  asıl amacını unutup halifeler sorunuyla mı uğraşacak? Ali ve Muaviye çağını mı yaşayacağız? Kısacası bu sorun geniş, ince ve önemlidir; çözümü bugünün işlerinden değildir.”

Efendiler, bu açıklamamdan bir hafta önce, 13 Eylül’de ben de Meclis’e bir tasarı vermiştim.                           İşte siyasal, toplumsal, yönetsel ve askeri görüşleri özetleyen bu tasarı, bundan dört ay sonra kabul edilecek olan ilk Anayasanın kaynağı olmuştur.

Muhaliflerimiz saldırmak için nedenler bulup yaratmaktan kendilerini bir türlü alamıyorlardı. Bütün Meclisi ve ulusu bize karşı kışkırtmak istiyorlardı.

2 Aralık 1922 günü, Meclis’te İkinci Başkan Dr. Adnan Bey, Seçim Yasası Komisyonunun görüşülmeğe  değer  bulduğu  bir  değişiklik  önergesi  bulunduğunu  bildirdi.  Kimi  üyeler okunmasını istediler. Başkan ise, ‘okunmadan komisyona gönderilmesi geleneğimiz gereğidir’ diyordu. Ben önergede yazılı olanları öğrenmiştim. Başkandan söz isteyerek şunları söyledim:

“Bu  yasa  tasarısı özel  bir  amaç  gütmekte  ve  doğrudan doğruya  beni  ilgilendirmektedir. Öneriye göre Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilebilmek için, Türkiye’nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak ya da seçim çevresi içinde yerleşmiş olmak gerekir. Göçmen olarak gelenler ise, bir yere yerleştirilmelerinin üzerinden beş yıl geçmiş ise seçilebilirler.”

“Ne yazık ki doğum yerim bugünkü sınırlar dışında kalmış bulunuyor. Herhangi bir seçim bölgesinde  beş  yıl  oturmuş  da  değilim.  Doğum  yerim  bugünkü  ulusal sınırların  dışında kalmıştır, ama bunda benim hiçbir sorumluluğum yoktur. Eğer düşmanlar amaçlarına tam olarak ulaşmış olsalardı, Tanrı korusun, bu tasarıya imza atan Efendilerin doğum yerleri de sınırlar dışında kalabilirdi.

“Bundan başka, beş yıl sürekli olarak bir seçim bölgesinde oturmamış isem, o da bu yurt uğrunda   yaptığım   hizmetler   yüzündendir.   Eğer   bir   yerde   beş   yıl   oturmak   zorunda bulunsaydım, İstanbul’u kazandırmakla sonuçlanan Arıburnu ve Anafartalar savunmalarını yapmamam gerekirdi; Bitlis ve Muş’u aldıktan sonra Diyarbakır’a doğru yayılan düşmanın karşısına çıkmamam, Bitlis’i ve Muş’u kurtarmak gibi bir önemli yurt ödevimi yapmamam gerekirdi; Suriye’yi boşaltan orduların yıkıntısından Halep’te bir ordu kurarak düşmana karşı savunmamam ve bugün “ulusal sınır” dediğimiz sınırı eylemli olarak çizmemem gerekirdi.

“Sanıyorum ki ondan sonraki çalışmalarımı herkes bilmektedir. Sanıyordum ve sanıyorum ki yabancı  düşmanlar   bana   suikast   yapmak   yoluyla   da   beni   yurdumdaki   hizmetimden alıkoymaya çalışacaklardır. Ama Yüce Meclis’te, iki – üç kişi bile olsa, aynı düşüncede kişiler bulunabileceğini hiçbir zaman ne düşünebilir, ne de tasarlayabilirdim. Bunun içindir ki, ben anlamak istiyorum, bu efendiler seçim bölgeleri halkının gerçekten düşünce ve duygularını mı dile getiriyorlar? Ulus bu efendilerle aynı düşüncede midir? Efendiler, beni yurttaşlık haklarımdan yoksun kılmak yetkisi bu efendilere nereden verilmiştir? Bu kürsüden, resmen, yüce kurulunuza, bu efendilerin seçim bölgeleri halkına ve bütün ulusa soruyorum ve yanıt istiyorum!”

Bu  sözlerim  ajansta  ve  basında  yer  aldı.  Yurdun  bütün  seçim  bölgelerindeki  gerçek seçmenler, yani halk, hemen Meclis Başkanlığına protestolar yağdırdılar.

Meclis, 1 Kasım 1922 günü, kişisel egemenliğe dayalı hükümet biçiminin 16 Mart 1920’den başlayarak  sonsuza  değin  tarihe  karıştığını  bildirmişti.  Bunun  üzerine  bir  takım  Şükrü Hoca’lar, “Halifelik demek hükümet demektir”  savını ortaya atmışlardı. Meclis’in, ulusun ortadan kaldırdığı kişisel egemenliği, halifelik makamında sürdürmek, halifeyi padişah yerine   koymak tutkusuna kapılmışlardı.

Efendiler,  Halife  bulunan kişiyi de  umuda  düşürecek bu  açık  bağlılık  gösterileri dikkati çekiyordu; gizli olarak ulaştırılan bağlılık bildirimleri ise daha çokmuş. Bunlara bir örnek, İstanbul  ve  Trakya’daki  görevli  temsilcimiz  Refet  Bey’in,  Halife’ye  “Konya”  adlı  bir  at sunmak üzere O’nunla şifreli iletişim kurmasıdır. Refet Bey’in şifre telgrafındaki şu cümleler ilginçtir: “Kendilerine bağlı bir eski asker olarak bu savaş armağanının kabul edilmesini, rica ederim…   En   içten   kulluk   duygularıyla   ellerinden   öptüğümün   Halife   Hazretlerine duyurulmasını dilerim.”

Halife  adına  verilen  yanıtta  da  şunlar  vardı:  “Halife  Hazretlerine  Peygamberin  Vekili olduğunu bildirdiğinizden dolayı.. Tanrı gölgesi ve Peygamber Vekilinin özel selamını ve hayır dualarını müjdelerim efendim.”

Efendiler, yüzyıllardan beri olduğu gibi bugün de ulusların bilgisizliğinden ve bağnazlığından yararlanarak, bin türlü amaç ve çıkar sağlamak için dini araç olarak kullanmaya kalkışanlar ne yazık ki bulunuyor. İnsanlıkta dine ilişkin duygu ve bilgiler, her türlü anlamsız inançlardan arınarak,  gerçek  bilim  ve  tekniklerin  ışıklarıyla  dupduru olup  yetkinleşinceye kadar,  din oyunu oynayanlara her yerde rastlanacaktır.

Halifelik konusunda her gittiğim yerde halka açıklamalarda bulundum ve kesin olarak dedim ki: “Ulusumuzun kurduğu yeni devletin geleceğine, işlemlerine, bağımsızlığına, sanı ne olursa olsun hiç kimseyi karıştırmayız. Ulusun kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını koruyor ve sonsuza kadar koruyacaktır.”

“Ulusumuz yüzyıllarca bu boş görüşlerle hareket ettirildi. Ama ne oldu?” diye sordum. “Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu çocuklarının sayısını biliyor musunuz? Suriye’yi, Irak’ı korumak için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için kaç insan yok oldu, bunu biliyor musunuz? Sonuç ne oldu, görüyor musunuz?” Ulusa şunu da söyledim ki, kendimizi dünyanın egemeni sanmak aymazlığı artık sona ermelidir. Dünyadaki gerçek yerimizi, dünyanın durumunu tanımamak aymazlığı yüzünden ulusumuzu sürüklediğimiz yıkımlar yetişir!

Şimdi saygıdeğer Efendiler, isterseniz size büyük bir komployu anlatayım.

26 Ekim 1924 günü geç vakit, Birinci Ordu Müfettişi Kâzım Karabekir Paşa’nın görevinden çekildiğini bana bildirdiler. Müfettiş Paşa çekilme dilekçesinde, görevini milletvekili olarak daha büyük bir vicdan rahatlığı içinde yapabileceğine inandığından, Ordu Müfettişliğinden çekildiğini belirtiyordu.

30 Ekim günü de Fuat Paşa’nın Ankara’ya geldiğini öğrendim. Kendisini akşam yemeğine Çankaya’ya  davet  ettim;  geç  vakte  kadar  bekledimse  de  gelmedi.  Kendisini  aratırken öğrendim ki, Fuat Paşa’yı Ankara’ya varışında Rauf Bey karşılamış. Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa’yla görüştükten sonra, çıkarken emir subayına “Milletvekilliği görevime başlayacağımdan, İkinci Ordu Müfettişliği görevimden bağışlanmamı dilerim” diyen dilekçesini bırakmış.

Milletvekilliğinden  çekildiğini  Meclis   Başkanlığına   bildirmiş  olan   Refet   Paşa’nın   bu başvurusu ise Rauf Bey tarafından geri aldırılmıştı.

18 Ekim günü, birbuçuk ay süren bir yurt gezisinden Ankara’ya dönüşümde beni karşılayanlar arasında Rauf ve Adnan Beyleri görememiştim. Oysa dargınlık belirtisi sayılabilecek böyle bir davranışlarını beklemiyordum.

Efendiler, bir komplo karşısında bulunduğumuzu düşünmekte bir saniye bile duraksamadım. Durum şuydu: Bir yıldan beri, yani Rauf Bey’in Bakanlar Kurulu Başkanlığından çekilişinden beri, Rauf Bey’le Kâzım Karabekir, Ali Fuat ve Refet Paşa’lar ve başkaları arasında bir düzen düşünülmüştür. Bunda başarı sağlayabilmek için orduyu ele almak gerekli görülmüştür. Bir yıl, ordular üzerinde kendi görüşlerine göre çalışıp orduları yanlarına kazandıklarını sandılar. Bu bir  yıl içinde Cumhuriyet’in ilânı, Halifeliğin kaldırılması gibi işlemlerimiz, ortaklaşa düzen kuranları birbirlerine daha çok yaklaştırdı ve birlikte çalışmalarına yol açtı. Eyleme siyaset yoluyla geçeceklerdi. Uygun zaman ve fırsatı bekliyorlardı. Siyasal alandaki ve ordudaki hazırlıklarını yeterli görüyorlardı. Ülke içinde birtakım gizli örgütler de kurmaya başladılar. İstanbul’da Vatan, Tanin, Tevhid-i Efkâr, Son Telgraf ve Adana’da Toksöz gibi gazetelerle işbirliği yaptılar. Kamuoyunda genel bir görüş-ayrılığı yarattılar.

Hakkâri bölgesinde Nasturi ayaklanmasını bastırmaya çalışırken İngiltere de bize bir ültimatom vermiş, Meclis olağanüstü toplanarak savaş olasılığını göze almıştık.

İşte sözü geçen kişiler, bir yabancı devletin bize saldırabileceği bu çetin günlerde, kendileri de bize saldırarak hedeflerine kolayca ulaşabilecekleri düşüne kapıldılar. Savaşa hazır durumda bulundurmak zorunda oldukları ordularını başsız bırakıp, daha önce sevmediklerini söyledikleri siyaset alanına koştular.

Efendiler, bu komployu öğrendikten sonra, önlemini bulmak güç olmadı.

Meclis’te gensoru görüşmelerinin başladığı 30 Ekim akşamı, yemeğe beklediğim Fuat Paşa   gelmedi. Ama İsmet Paşa ile Milli Savunma Bakanı Kâzım Paşa geldi. Çok kısa bir görüşme sonunda komploya karşı tutulacak yol kararlaştırıldı.

Hemen, milletvekili de olan Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretlerinden, milletvekilliğinden çekildiğini Meclis Başkanlığına bildirmesini telefonla rica ettim. Daha önce de bu düşüncede olduğunu bildiğim Paşa, ricamı hemen yerine getirdi. Milletvekili olan komutanlara da şu şifre telgrafı çektirdim:

“Bana olan güven ve sevginize dayanarak, gördüğüm önemli bir gereklilik üzerine, hemen milletvekilliğinden çekilme yazınızı Meclis Başkanlığına telle bildirmenizi öneririm. Gerekçe olarak, tüm varlığınızı önemli olan askerlik görevine kayıtsız, koşulsuz bağlamak istediğinizi belirtmeniz yerinde olur. Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa da, önerim üzerine çekilme yazısını vermiştir.”

Efendiler, milletvekili olan Genel Kurmay Başkanı ve komutanlar, orduda siyasetle uğraşan kimselerin bulunmasındaki sakıncayı anlayarak önerimi iyi karşıladılar ve bana karşı güvenlerini eylemleriyle gösterdiler. Milli Savunma Bakanlığı, Kâzım Karabekir ve Ali Fuat Paşalara  verdiği  buyrukla,  yerlerine  atanan  kişilere  askeri  görevlerini,  yöntemine  uygun olarak devir ve teslim etmelerini istedi; ancak bundan sonra Meclis’e girebilecekleri bildirildi. Meclis’e girmiş olan Kâzım Karabekir ve Fuat Paşalar, istenen işlemleri tamamlayıncaya kadar Meclis’ten çıkarıldı. Milletvekilliğinde kalmak isteyen iki ordu komutanının ordu ile ilişkisi kesildi. Böylece komplo kuranların, orduya dayanarak Meclis’e ve kamuoyuna karşı yapmak istedikleri blöf ortaya çıkarıldı.

Meclis’te başlayan gensoru görüşmelerinde de Başbakan İsmet Paşa yaptığı öneriyle sahnenin perdesini kaldırdı:  “Gensorunun önem ve kapsamının hiçbir bakımdan kısıtlanmamasını öneriyorum. Ben ‘güzel taktik’i severim!” dedi.

Hükümet,   açıkça   ve   cepheden   çarpışmayı   kabul   etmekle,   komplocuların   oyunlarını çabuklaştırdı.

Efendiler, hükümetten yana ve ona karşıt olmak üzere otuza yakın millletvekili söz aldı. Söz sırası karşıt görüşlülerden Rauf Bey’e gelmişti. Rauf Bey, konuşmasında döndü, dolaştı, en sonunda “ilke” sorununa dayandı: “Tutumumuz, yolumuz, sınırsız ve koşulsuz ulusal egemenlik ilkesidir.” dedi.

Yunus Nadi Bey’in sesi işitildi: “Cumhuriyet!” Rauf Bey yanıt vermedi. Cümlesini şöyle tamamladı: “Ulusal egemenliğin belirdiği biricik makam, Büyük Millet Meclisi’dir.”

“Cumhuriyet!”  sesleri  bütün  Meclis  salonunu  doldurdu.  Söz  alan  Recep  Bey,  “Sayın arkadaşlar,  dedi,  yurdun yükselişini kesinlikle  sağlayacak  olan  bu  dâvâyı,  bugüne değin boğazımıza  kadar  kan  içinde  yoğrularak  yürütegeldik; bundan sonra en  büyük  yanlışlık, duraksamalar, kuşkular, açık olmayışlardır. Bunların nereye varacağını kimse bilmez.”

Efendiler,  Rauf  Bey,  hükümete  neden  karşıt  olduğunu  iyi  anlatabilmek  için,  şöyle  bir açıklama yapmaya gerek gördü: “Efendiler, dedi, değil halifeci ya da sultancıya, bu makamın haklarını alabilecek herhangi bir makama karşıyım.”

Rauf Bey, halifeci ve sultancı olmadığını söylerken, Cumhurbaşkanlığı makamına, Cumhurbaşkanına karşı olduğunu açıklayıp ilân ediyordu. Daha önce söylediğim gibi Rauf Bey, “Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti” biçiminde diretiyordu.

Niçin?  Çünkü,  Cumhurbaşkanlığı  makamı,  Halifelik  ve  saltanat   makamının  haklarını alabilirmiş.

Efendiler, bunlar Recep Bey’in dediği gibi “boş sözler” değil de  nedir? Bu gibi sözlerle kurulan mantık, “aldatma” değil de nedir?

Efendiler,  görüşmelerin  yeterliği  önergesi  kabul  edildikten  sonra  “Meclis  Soruşturması” önergesi oylandı ve 19 oya karşı 148 oyla reddedildi.

Efendiler,  bu  gensoru  oyunundan  sonradır  ki,  karşıtlarımız  maskelerini  atmak  zorunda bırakıldılar. Bilindiği gibi “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” diye bir parti kurdular. Gizli ellerin düzenlediği parti programını da ortaya attılar.

“Cumhuriyet” sözcüğünü ağızlarına almaktan bile çekinenlerin, Cumhuriyeti doğduğu gün boğmak isteyenlerin, kurdukları partiye “Cumhuriyet”, hem de “İlerici Cumhuriyet” adını vermeleri, nasıl ciddi ve ne kadar içtenlikli sayılabilir? Rauf Bey ve arkadaşlarının kurdukları parti, “Tutucu” adı altında ortaya çıksaydı, belki anlamı olurdu.

“Parti, dinsel düşünce ve inançlara saygılıdır” ilkesini bayrak olarak eline alan kişilerden iyi niyet beklenebilir miydi? Bu bayrak yüz yıllardan beri bilgisizleri, bağnazları ve boş inançlara saplanıp kalanları aldatarak özel çıkarlar sağlamaya kalkışmış kimselerin taşıdığı bayrak değil miydi? Türk ulusu yüzyıllardan beri sonu gelmeyen yıkımlara, içinden çıkabilmek için büyük özveriler isteyen pis bataklıklara, hep bu bayrak gösterilerek sürüklenmemiş miydi?

Yeni parti, dinsel düşünce ve inançlara saygı perdesi altında, “Biz Halifeliği yeniden isteriz; biz yeni yasalar istemeyiz; bize Mecelle yeter; medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler, müritler, bizimle birlik olunuz! Çünkü Mustafa Kemal’in partisi sizi gâvur yapacak, size şapka giydirecek!” demiyor muydu?

Efendiler, yaşanan olgu ve olaylar da açıkça gösterip kanıtladı ki, “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası”  programı,  en  hain  kafaların  ürünüdür. Bu  parti,  yurtta  suikastçilerin,  gericilerin sığınağı   ve   umut   dayanağı   oldu;   dış   düşmanların   yeni   Türk   devletini,   taze   Türk Cumhuriyet’ini yıkmağa yönelik planlarının kolayca uygulanmasına yardım etmeğe çalıştı. Ne oldu Efendiler? Hükümet ve Meclis olağanüstü önlemler almaya gerek gördü. Takrir-i Sükûn yani Dirlik-Düzenliği Sağlama Yasasını çıkardı. İstiklâl Mahkemelerini çalıştırdı. Ordunun savaşa hazır sekiz tümenini, ayaklanmaları bastırmak için uzun süre görevlendirdi. “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” denilen zararlı kuruluşu kapattı.

Sonunda  elbette  Cumhuriyet  başarı  kazandı.  Ayaklananlar  yok  edildi.  Ama  Cumhuriyet düşmanları, büyük komplolarının sona erdiğini kabul etmediler. Alçakça, son bir girişimde bulundular.    Bu    da,    İzmir’de    düzenlenen    suikast    biçiminde    belirdi.    Cumhuriyet mahkemelerinin eli, bu kez de Cumhuriyeti suikastçilerin elinden kurtarmayı başardı. Efendiler,  aldığımız olağanüstü önlemleri, onlara gerek kalmadığı görüldükçe, kaldırmakta duraksamadık.

Takrir-i Sükûn Yasasının yürürlükte ve İstiklâl Mahkemelerinin çalışmakta olduğu süre içinde yapılan  işleri göz önüne getirecek  olursanız,  Meclis’in  ve  ulusun güveninin tam  yerinde kullanıldığı kendiliğinden anlaşılır.

Ülkede büyük ayaklanma ve suikastler önlenerek sağlanan dirlik ve düzenlik, elbette kamuyu sevindirmiştir.

Efendiler, ulusumuzun, giymekte olduğu ve bilgisizliğin, aymazlığın, bağnazlığın, yenilik ve uygarlık düşmanlığının simgesi gibi görünen “fes”i atarak, onun yerine bütün uygar dünyanın kullandığı şapkayı giymesi ve böylece kafa  yapısıyla da uygar toplumlardan hiçbir  farkı olmadığını göstermesi gerekiyordu. Bunu Takrir-i Sükûn Yasasının yürürlükte bulunduğu sırada yaptık. Bu yasa yürürlükte olmasaydı yine yapacaktık. Ama bunu, yasanın yürürlükte oluşu  da  kolaylaştırdı denirse,  bu  çok  doğrudur.  Gerçekten  de  böylece  kimi  gericilerin kamuoyunu geniş ölçüde zehirlemesine meydan bırakılmamıştır.

Tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılması ve bütün tarikatlarla şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük, türbecilik gibi birtakım sanların yasak edilerek kaldırılması da Takrir-i Sükûn Yasası yürürlükte iken yapılmıştır.

Bir  takım  şeyhlerin,  dedelerin,  seyyitlerin,  çelebilerin,  babaların,  emirlerin  arkasından sürüklenen ve talihlerini, yaşamlarını falcıların, büyücülerin, üfürükçülerin, muskacıların ellerine bırakan insanlardan oluşmuş bir topluluk, uygar bir ulus olarak görülebilir mi? İşte biz Takrir-i Sükûn Yasasının yürürlükte oluşundan yararlandıksa, ulusumuzun alnını, olduğu gibi, açık ve temiz göstermek için; ulusumuzun bağnaz ve orta çağcıl olmadığını kanıtlamak için yararlandık.

Efendiler, ulusumuzun toplumsal, ekonomik, kısacası uygar yaşamla ilgili bütün işlem ve ilişkilerinde  verimli  sonuçlar  getiren  yeni  yasalarımız  da,  kadın  hak  ve  özgürlüklerini sağlayan ve aileyi sağlamlaştıran Medeni Kanun da, bu dönemde yapılmıştır. Şunu söylemeliyim ki, biz her araçtan, yalnız ve ancak bir düşünceyle yararlanırız. O düşünce şudur: Türk ulusunu uygar toplumlar içinde yaraştığı yere yükseltmek ve Türk Cumhuriyetini sarsılmaz  temeller  üzerinde  her  gün  daha  çok  güçlendirmek;  bunun  için  de  zorbalık düşüncesini öldürmek…

Saygıdeğer Efendiler, günlerce zamanınızı alan uzun ve ayrıntılı sözlerim, en sonunda tarih olmuş bir dönemin öyküsüdür. Bunda ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebildiysem, kendimi mutlu sayacağım. Burada söylediklerimle, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayalı ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.

Bugün ulaştığımız sonuç, yüz yıllardan beri yaşanan ulusal yıkımların yarattığı bilincin ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu Türk gençliğine emanet ediyorum.

 

Ey Türk gençliği!

Birinci ödevin, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini sonsuzluğa dek korumak ve savunmaktır. Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur. Bu temel, senin en değerli hazinendir. Gelecekte de seni bu hazineden yoksun kılmak isteyecek iç ve dış düşmanların olacaktır. Bir gün bağımsızlık ve Cumhuriyeti savunmak zorunluğuna düşersen, göreve atılmak için, içinde bulunacağın durumun olanak ve koşullarını düşünmeyeceksin. Bu olanak ve koşullar çok elverişşiz bir nitelikte belirebilir. Bağımsızlığını ve Cumhuriyetini yıkmak isteyecek düşmanlar, bütün dünyada benzeri görülmemiş bir üstünlük elde edebilirler. Zorla ve aldatmayla sevgili yurdun bütün kaleleri alınmış, bütün gemiliklerine girilmiş,  bütün orduları dağıtılmış ve yurdun her köşesi düşman eline geçmiş olabilir. Bütün bu koşullardan daha acı ve daha korkunç olmak üzere, ülkede yönetimi elinde bulunduranlar, aymazlık, sapkınlık ve hatta hainlik içinde bulunabilirler. Hatta bu yöneticiler, kişisel çıkarlarını, ülkeye giren düşmanların siyasal amaçlarıyla birleştirebilirler. Ulus yokluk ve yoksulluk içinde yıkılmış, bitkin düşmüş olabilir.

Ey Türk geleceğinin çocuğu! İşte bu ortam ve koşullar içinde bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyetini  kurtarmaktır! 

Gerekli  olan  güç,  damarlarındaki  soylu kanda vardır!

Butik Derhane Ankara Derhane Ankara işaret dili kursu